08 Haziran 2012 10:00

Problem sermayenin kendisidir

Doç. Dr. Sinan Alçın’la Türkiye ekonomisindeki gelişmeleri değerlendirmeye devam ediyoruz.Yabancı yatırımcı konusu da tartışmalı. S&P Türkiye’nin kredi notunu durağana çevirdiğinde, Bakanların ilk tepkisi, “Yabancı yatırımcı bunu ciddiye almayacak, yatırımlarına devam edecek” olmuştu. Hükümet, en &oum

Problem sermayenin kendisidir
Paylaş
Arif Koşar

Yabancı yatırımcı konusu da tartışmalı. S&P Türkiye’nin kredi notunu durağana çevirdiğinde, Bakanların ilk tepkisi, “Yabancı yatırımcı bunu ciddiye almayacak, yatırımlarına devam edecek” olmuştu. Hükümet, en önemli hedeflerinden birisini yabancı yatırımları arttırmak olarak ifade ediyor zaten. Her yurt dışı gezisinde mutlaka, o ülkenin şirket temsilcileriyle de toplantılar yapılıyor.

Yabancı Türkiye’ye eskisi gibi gelmiyor. Her ne kadar Türkiye şahlandı gibi bir söylem olsa da durum öyle değil. Fakat çok çok iyi denilen dönemde de Türkiye’nin notu B’ler düzeyinde. Yani yatırım yapılamaz düzeyde. Birçok ülke Türkiye’nin önünde. İşte Yunanistan daha yeni yeni Türkiye’nin seviyesine inmeye başladı.

Yani, krize rağmen yeni Türkiye’nin seviyesine indi.

Türkiye herkesin koşarak geleceği bir yer değil. Fakat orada başka tehlikeli bir durum var. 2-B ile bağlantılı olarak -karşılıklılık ilkesi de bir kenara bırakılarak- yabancılara mülk satışındaki sınırlamalar kaldırıldı. Şimdi, bununla birlikte düşündüğümüzde tehlikeli bir durum arz ediyor. Çünkü yabancı sermaye Türkiye’ye gelip yatırıma giriştiğinde Türkiye MAI’nin, MIGA’nın tarafıdır, dolayısıyla yabancı yatırımcının Türkiye’de şöyle bir hakkı var: Faaliyete başlamamış bile olsa, bir alanda faaliyet izni aldığında, belli bir süreyle kârını Türkiye’nin garanti etmesi gerekiyor. Yatırımcı diyor ki, ben şu faaliyetten şu kadar kâr elde edeceğim. Bunu edemeyince, devlet bunu karşılamak zorunda. Mesela grev gündeme geldiğinde, devlet bunu engellemek durumunda. Bunları yaşadık, Eurogold’da belli ölçüde yaşadık. Tahkimde Türkiye’ye açılmış çok sayıda dava var. Yabancı şirketlerin Türkiye’de faaliyetlerinin durması sonucu açtıkları davalar var. Bunların yüzde 90’ı hiç faaliyette bulunmamış, sadece izin almış firmalar. Kamuoyunda, bunlardan en bilineni Uzan’lar davası. Diğer yabancı firmalarının bir çoğu da Uzan davasının sonuçlanmasını bekliyor. Toprak satışlarıyla birlikte süreç geri dönülemez bir duruma doğru ilerliyor.

Bir de tasarruf tartışmaları vardı. Özellikle bireysel emeklilik sistemine devlet desteğiyle gündeme geldi. Bu devlet desteği ne anlama geliyor?

Burada tehlikeli olan bireysel emeklilik sistemi ve devletin burada üstlendiği rol. Bunu basitçe halkın tasarruflarını arttırması ve buna bağlı olarak yatırımların ülkede artması için yapılan bir şey olarak düşünmemek lazım. Bu aynı zamanda yakın gelecekte sosyal güvenlik sisteminin tamamen tasfiyesine yönelik adım atılacağının en önemli işaretidir. Örneğin, ABD’deki emeklilik sistemi büyük çoğunlukla bireysel emeklilik sistemine dayanıyor. 2008 krizinden önce  pilotların bağlı olduğu bir emeklilik fonu çöktü. Bunun sonucunda aldıkları emekli maaşı yüzde 96 düzeyinde azaldı, yani kuşa döndü. Böyle bir riskle karşı karşıya bırakılmak isteniyor toplumun geneli. Dolayısıyla bu çok önemli bir mesele ve dikkatli olmak lazım.

Amerika’da bu sistem nasıl işliyor? Yani, insanlar refah içinde bir emeklilik geçirebiliyorlar mı?

Hayır, Amerika’da şu anda 5 milyonu aşkın insan evsiz durumda. Dolayısıyla bunun en önemli sebebi de hayatını idame ettirebilecek, ev kiralayabilecek, beslenmesini sağlayabilecek gelirden yoksun kalmıştır geniş halk kesimleri. Peki, bu insanlar keyiften mi sokakta yaşamaktalar? Hayır, hayatlarının belli bir dönemlerinde çalışmışlar, gelir elde etmişler. Fakat artık çalışamaz duruma geldiklerinde sosyal güvenlik sistemi hayatlarının geri kalan bölümünde onurluca bir yaşam sürdürmelerini sağlayabilmekten uzak. Bu da sosyal güvenlik sisteminin piyasanın insafına bırakılmasıyla ilgilidir. Bizde de şu an yapılan budur.

İhracat-ithalat tartışmalarına geçelim. Belki de 2011 yılı boyunca hükümet, her ay açıklanan ihracat rakamlarıyla yeni bir rekor töreni yapıldı. Ancak 2011 yılı sonunda ilk defa ithalat gerçeğini itiraf etmek durumunda kaldı. Bunu yaparken Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan, “Evet, ithalat yüksek, ama ithalatı babam yapmıyor” diyerek kendini savundu. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şöyle anlamak lazım: Cari açık GSMH’nin yüzde 10’u civarında. Dünya standartlarında kabul gören üst sınır yüzde 7’dir. Yani Türkiye, bu konuda üst sınırı çoktan aşmış durumda. Yani, hipertansiyon var diye düşünürken şu an Türkiye’nin tansiyonu 25’lere çıkmış durumda ve ortalıkta dolaşıyor. Nerede düşecek belli değil ama düşeceği kesin. Türkiye için 2011 yılı kendi krizinin başlangıç yılıdır. Nasıl 2008 krizi 2006 ile başladıysa adım adım, Türkiye 2011’den itibaren kendi krizini yaşamaya başlamıştır.

Yüzde 8.5’lik büyümeye rağmen mi?

Ona rağmen. Yüzde 8.5’lik büyüme Türkiye’deki istikrarsız yapıyı anlatır. Çünkü kriz sonrasında uygulanan teşvik programlarıyla, yeni çalışma yasalarıyla, sosyal güvencesizleştirme adımlarıyla sermaye kesimine ciddi gelir transferleri yapılmıştır.

Böyle bir büyüme...

Dolayısıyla bu sürdürülebilir değil. 2012 için tahminler yüzde 2 ile 4 arasında. En iyi tahmin yüzde 4, kötümser tahmin ise yüzde 1.5’e kadar iniyor. Bu da büyümenin sürdürülebilir olmadığı, sağlıklı olmadığı anlamına gelmektedir. Burada ithalatın artıyor olmasının en önemli sebebi ihraç edilen mallarda yoğun biçimde ithal girdi kullanılmasıdır. Bazı alanlarda yüzde 85’lere kadar çıkıyor bu oran. Bu nedenle Türkiye ihracatını arttırıyor, evet, ama her ihracat artışı için daha hızlı bir ithalat artışı gerçekleşiyor. Bu birinci sebep. İkinci sebep de şu; Türk lirasının dolar karşısında göreli değerli kalması sonucunda, ihracatçı konumdaki küçük üretici, ithalatçı konuma gelmeye başladı. Bunu özellikle konfeksiyon ve tekstilde yaşadık. Yani, dışarıdan girdi kullanacaksın, borçlanacaksın, sonra bunu satmaya çalışacaksın; fakat rakipleriniz var Çin gibi, ya da sizden daha kaliteli üreten Avrupa ülkeleri var. Bunlarla rekabet etmeye çalışacaksın, bunun yerine dışarıdan mal getirip bunu yurt içinde sattığınızda daha çok kâr elde edebiliyorsunuz. Bu birçok ihracatçıyı ithalatçı durumuna getirdi. Bunun ötesinde hem yabancı sermayeyi çekme hem de ihracatı arttırmayla ilgili politikaların ikisinin de ortak bir paydası var. Bunlar ancak ücretlerin baskılandığı ve çalışma koşullarının ağırlaştığı koşullarda gerçekleştirilebilir. Dolayısıyla Türkiye hızla, yeni bir Çin, yeni bir Hindistan olma yolunda adımlar atmaktadır. Bakın, bunun en son örneğini Mısır’da yaşadık. Mısır, ‘90’lı yıllardan itibaren yabancı sermayeye bir cennet olarak sunulmaya başlandı. Ücretler baskılandı, sendika hakkı yok denecek kadar az, diğer sosyal güvenlik hakları tırpanlanmış durumda, burası yabancı yatırımcı için bir vahaya dönüştürüldü. Ve gelinen aşamada gördük işte Mısır’da olan şeyi.

Sosyal patlama...

Sosyal patlamanın itici gücünü sınıfsal çelişkiler oluşturmuştur. Mısır için, Tunus için bunu söyleyebiliriz ama tamamı için bunu söyleyemeyiz.


Sonuçta uzun zamandır tartışılıyor. Çeşitli raporlarda da Türkiye ekonomisinin kırılgan olması temel olarak cari açığın yüksek olmasına bağlanıyor. Kriz olasılığında başta gelen ülkelerden biri Türkiye oluyor cari açık nedeniyle. Cari açık nasıl bir tehlikedir ki, ekonomiyi böyle bir riske sokuyor?

Gelişmekte olan ülkelerde, belli bir oranda cari açık olabilir. Dünya ticaretine baktığımızda da çok uzun zaman ABD 700 milyar dolar ortalama yıllık cari açık vermiştir. Çin’e baktığımızda yine 400 milyarlar düzeyinde cari fazla vermiştir. Yani burada cari açığın olması ya da fazlanın olması ya da dengenin olması tek başına bir gösterge değildir. ABD 700 milyar civarında cari açığı uzun yıllar sürdürebilmiştir. Çünkü bunun karşılığı Amerikan hazinesinde vardır. Çünkü neyle var? Matbaası var, kağıdı var ve yeşil mürekkebi var. Ve dünyada geçer akçe. Ama Türkiye’nin böyle bir durumu yok, ABD doları basacak durumda olsaydı, cari açığı problem olmazdı. Dolayısıyla cari açığı kapatmak için dolar elde etmesi lazım. “Cari açığımız var yola devam edelim”, böyle bir şey yok. 60 milyar dolar cari açığınız varsa, bunu devlet olarak hazinede tutmanız gerekiyor. Merkez Bankasının kasasında bu parayı gösterebilmesi gerekiyor.

Neden?

Çünkü, ticari işlemlerin garantörü devlettir. Özel sektör dışarıda ticaret yaptığında bunun garantörü Türkiye Cumhuriyeti’dir. Onun için bu direkt şu anlamına geliyor: 5 kişilik bir pasta yapalım. Ama dışarıya borcunuz var, bu borcun devletin ya da işçi Ahmet’in, Fatma’nın borcu olması gerekmiyor. Özel kesim sermayenin borcu diyelim. Bu pastanın 2 kişilik kısmını kesip dışarıya gönderiyorsunuz. Pastayı biz 5 kişilik pişiriyoruz ama 3 kişilik yiyoruz. Sonuç şu; geniş halk kesimleri çalışıyor, daha fazla çalışıyor, değer yaratıyor ama yediği pasta, ekmek, somun gün geçtikçe  azalıyor.


KAPİTALİZMDE TOPLUMSAL REFAH OLMAZ

Bu sorunu (cari açığı) çözmek üzere gündeme getirildiği söylenen Sanayi Stratejisi var. İddia şu; orta ve yüksek teknolojili, katma değer üreten bir üretim yapısına yoğunlaşılacak, böylece dışarıdan ithal edilen ürünler de Türkiye’de üretilmeye başlanacak. Bu sanayi stratejisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Çok eklektik. Türkiye’de 1960-80 arası planlı dönem olarak adlandırılıyor ve temel özelliği ithal ikameci bir üretim stratejisinin benimsenmiş olmasıdır. Amaç, dışarıdan aldığımız malları, dışarıdan almayalım ve içeride üretelim. Ancak dönem sonuna baktığımızda Türkiye’nin yabancı girdi bağımlılığı daha da artmıştır. Yani dönem tam anlamıyla bir başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Stratejide benzer bir yöntemle yüksek teknolojili ürün üretiminin arttırılmasından bahsediliyor. Türkiye’nin bu dünya yapısında, yüksek teknolojili ürünlerde uzmanlaşabilmesi için öncelikle tasarımda uzmanlaşması gerekir.

Ama bu da uluslararası tekellerin kontrolünde.

Evet. Türkiye bu konuda da patent yasalarını çok ağır bir şekilde işletiyor, çok korumacı. Tekelci sermayeyi, korumaya yönelik bir mekanizma işletiyor Türkiye. Bu tip anlaşmalarda en çok başlığa imza atan ülke konumunda. Ama bunlara gerek yok. Başkasının kurallarıyla hareket ederken, ‘Biz bilim ve teknoloji alanında şöyle gelişeceğiz’ derseniz bu gerçekçi olmamış olur.

Peki, bu anlattıklarınızdan, olası bir halk iktidarında, emekçi sınıflar iktidara geldiğinde; dünyadaki ilişki ağı gereği, ‘Başka bir iktisadi politika başarı olamaz’ gibi bir sonuç mu çıkıyor? Kendi ekonomisini ayakta tutabilecek bağımsız bir politika izleyemez mi, böyle bir şansı yok mu?

Var tabii ki... Buradaki temel problem zaten kaynak yetersizliği değil. Temel problem, kaynakların sermaye birikimini arttırmak için kullanılıyor oluşu ve bu birikimin de belli bir zümrenin hizmetinde kullanılıyor olması. Yani, toplumsal refah için üretim yapılmıyor, çünkü kapitalist üretim ilişkileri geçerli. Ürettiğimizi tüketemiyoruz, kendimiz için üretim yaptığımız anda, bu tabii, başka bir üretim ilişkileri bütünü gerektiriyor, o zaman Türkiye kendi ayakları üzerinde durabilecek ve dışarıyla da ilişkilerini daha dik ve onurlu bir biçimde geliştirebilecektir. Böyle bir potansiyelimiz mevcuttur. BİTTİ

ÖNCEKİ HABER

Kürtçe rock 40 yaşında

SONRAKİ HABER

Kuvvetler ayrılığı tartışılmıyor

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...