07 Ocak 2017 01:20

Avrupa’nın geleceği nereye?

Avrupa'nın gündemini Semra Çelik, Deniz Uztopal ve Çınar Altun derledi.

Paylaş

Almanya’da Avrupa Birliği’nin geleceği ve bu gelecekte Almanya’nın rolü tartışılıyor: AB sayesinde ekonomik gücünü arttıran, birliğin iç politikasında, ekonomisinde dominant olan Almanya, bu gücünü birleştirici olarak kullanabilir mi? Yoksa işsizlik ve yoksullukla karşı karşıya olan diğer AB ülkeleri İngiltere’nin açtığı yoldan mı gidecekler? AB’nin dünyaya müdahale eden askeri bir güç olması birliğin geleceğini kurtarabilir mi?

FRANSA’DA SAĞ VE AŞIRI SAĞ

Fransa’da ise 2017 seçim yılı olacak. Merkez sağın adayı François Fillon ultraliberal ve aşırı muhafazakar bir program üzerinden kampanyasını yürütmeye başladı. Aşırı sağcı Marine Le Pen de uzun zamandır bir yükselme içerisinde ve ikinci tura kalma ihtimali çok yüksek. İngiliz New Statesman Dergisinin Yazarı John Gray, Fransa’daki siyasi durumu geniş bir Avrupa’da yaşananlar perspektifine bağlayarak değerlendiriyor.

TÜRKİYE, KAVŞAK NOKTASINDA

Türkiye’de yeni yılın ilk saatlerinde meydana gelen Reina saldırısı, Avrupa basınında da tartışılıyor. İngiliz gazetesi Guardian, Reina’daki terör saldırısı sonrası ele aldığı yazıda Türkiye’nin Suriye siyaseti yüzünden IŞİD’in hedef tahtasına girdiğini vurguluyor. Darbe girişimi, ardından başlayan siyasi baskı süreci, mülteci sorunu ve artan saldırıların “Hepsi bir arada” zorlu bir sınav olduğuna dikkat çekilen yazıda, ciddi bir kutuplaşma yaşayan ülkenin önemli bir ‘kavşak’ noktasında bulunduğuna dikkat çekiliyor.

 

AB’NİN GELECEĞİ TARTIŞMALARI: SPİRALDE AŞAĞI DOĞRU

german-foreign-policy.com

Alman dış politika uzmanları 2017 yılında Avrupa Birliği’nin hiç de olumlu şeyler yaşamayacağını düşünüyorlar. Münih Güvenlik Konferansı yöneticisi Wolfgang Ischinger Avrupa politikasının çok kritik bir dönemde olduğunu belirtiyor. Diplomat, Hollanda, Fransa ve belki de İtalya’daki seçimlere bakarak, bu ülkelerde AB’yi eleştiren aşırı sağ partilerin seçimleri kazanabileceğini bunun da Almanya’nın başını çektiği AB’nin biçimlendirilmesi politikalarını sekteye uğratabileceğini ifade ediyor. Avrupa Birliği Dış İlişkiler Konseyi Berlin Temsilcisi Almut Möller, Avrupa Birliği’nin parçalanmasının ilk adımlarının Brexit ile atıldığını, bunun diğer ülkeler için de esin kaynağı olacağını belirtiyor. Yunanistan ve İtalya’daki krizlerin kontrol edilemez hale geldiğine dikkat çekerek 1989 yılında Avrupa ülkelerinin politik birlik için tüm enerjilerini seferber ettiklerini, 25 yıl sonra ise birliğin varlığını koruyup korumayacağı sorusuyla karşı karşıya olduğumuzu belirtiyor. Avrupa‘nın sürekli kriz içinde olduğu tespitini yapıyor.

Tartışmada AB krizinin nedeni ve çözüm önerileri Alman bakış açısıyla ve AB’de Almanya‘nın rolüyle çok açık ve net olarak ortaya konuyor. Alman Dış Politika Topluluğuna bağlı Otto Wolff Araştırma Enstitüsü  Müdürü Daniela Schwarzer, AB iç ticareti ve ortak para birimi Almanya’nın ekonomik başarısında büyük rol oynadı. Diğer ülkelerde ise ekonomik durum bizdeki gibi başarılı olmadı. Bu nedenle Avrupa’da önceki yılların ekonomik durumunu arayanların sayısının artmasına şaşmamak gerekir diyor. Gerçekten de Almanya’da elitler ihracat rekoruna bağlı olarak refah düzeylerini yükseltirken, Fransa’dan Yunanistan’a, İspanya’dan  İtalya’ya kadar Avrupa’nın diğer ülkeleri (Almanya’nın ihracat atağına bağlı olarak da)  krizin içine yuvarlandılar.

Bir araştırmanın da gösterdiği gibi Avrupa’da işsizliğin krizin başlangıcından bu yana  dengeli şekilde azaldığı tek ülke Almanya. İşsizlik yüzde 8.6’dan 4.2’ye indi. Diğer ülkelerde ise hızlı şekilde yükseldi. Bu, yoksulluğun da rekor düzeye çıkmasını beraberinde getirdi. İspanya’da yoksulluk ya da toplumsal dışlanma tehlikesi içinde olan insanların oranı 2008’de yüzde 23.8 iken 2015’te 28.6 oldu. İtalya’da aynı zaman diliminde yüzde 25.5’ten yüzde 28.7’ye çıktı. Hele de Yunanistan’da yüzde 7’den fazla artarak  2008’te yüzde 28.1 iken 2015’te yüzde 35.7 oldu. Sadece İtalya’da 17.5 milyon insan yoksulluk tehdidi altında.

Almanya’nın AB içindeki ekonomik dominantlığından vazgeç(e)meyeceğini bilen uzmanlar, AB‘yi birlik ruhuna geri döndürmek için saldırgan bir dış politika izlenmesi önerisinde bulunuyorlar. Münih Güvenlik Konferansı Yöneticisi Ischinger; Almanya’daki halkın yüzde 74’ünün Avrupa’nın dünyada güçlü bir rol oynamasını istediğini iddia ederek dış dünyaya yönelik askeri saldırgan bir politikanın AB ülkelerinin ciddiye alındıklarını hissederek  kendine güvenlerini tekrar kazanmalarına ve kaynaşmalarına yol açacağını söylüyor. “Böylece AB, problem değil çözüm olduğunu göstermiş olacaktır” diyor.

Avrupa Birliği Dış İlişkiler Konseyi Berlin Temsilcisi Almut Möller’e göre, Almanya çoktan beri dışa yönelik saldırgan politikayı AB ülkelerini uyumlu hale getirecek bir fonksiyon olarak görüyor ve o doğrultuda davranıyor. Bilinçli olarak dış ve güvenlik politikalarında inisiyatifler üstleniyor ve bunu AB’ye taşıyor. Möller, AB’nin Avrupa ülkelerinin iç güvenliğinde görev alabileceğini naiflik olarak görenlerin değişimi anlamadıklarını iddia ederek onları uyarıyor.

Berlin’in politik elitleri dünya politikasında kazanılacak yeni etki gücünün AB ülkelerini birbirine bağlayacağına, AB’yi dağılmaktan kurtaracağına iki kere ikinin dört ettiği gibi inanıyorlar. Bu sayede halkın içinde  inanılırlıklarını arttıracaklarına, güven tazeleyeceklerine de eminler. Hamburg’daki Körber Vakfının yaptırdığı bir araştırmaya göre Alman halkının büyük bir kesimi (yüzde 74’ü) güçlü ya da çok güçlü bir dış politikadan yana tavır alıyor. Federal Almanya’nın atak bir dünya politikası olması gerektiğine inanan insanların sayısı da 2014’te yüzde 34 iken 2016’da yüzde 41 oldu. Bu zaman dilimde Alman politikacıları sürekli olarak dış politikada etkin olma propagandası yaparak kamuoyunu hazırlamayı esas aldılar. Özellikle de Cumhurbaşkanı Gauck her konuşmasında  saldırgan bir dış politikanın zorunlu olduğunu vurguladı.

Tüm bu çabalara rağmen bazı gözlemciler AB’nin derin bir kriz içinde olduğunu ve parçalanmaktan kurtulamayacağını ileri sürüyorlar. ABD’li Think Tank (beyin takımı) Stratfor, AB’nin dağılmasının kaçınılmaz olduğunu ancak önümüzdeki yıl bu yöndeki ilerlemenin hangi boyutta olacağının  henüz bilinemeyeceğini belirtiyor.

Avrupa Birliği’nin dağılmasının sonuçlarının ne olabileceği ise tartışılmaya başlandı bile: Brüksel’deki Elcona Royal Enstitüsü kıdemli araştırma görevlisi Ulrich Speck, “AB’nin dağılmasıyla Avrupa yine birbirleriyle rekabet eden ulus devletlere geri döner. Ekonomik olarak bir dev, askeri olarak bir cüce olan Almanya ise ya bağımsız bir dünya gücü olmak için çaba harcar ya da diğer süper güçlerin pingpong topu olur. Ve böylece Alman sorunu ve ona bağlı olarak Avrupa’nın kaderi muğlaklığını sürdürür” saptamasını yapıyor. (Çeviren: Semra Çelik)

 

FRANSA; KITA’NIN ZAYIF HALKASI MI?

John GRAY
New Statesman

Avusturya seçimleri ya da İtalya’daki referandumun sonuçlarını değerlendirmek için şimdilik çok erken. Norbert Hofer belki cumhurbaşkanlığı seçimlerini kaybetti fakat FPÖ (aşırı sağcı Özgürlük Partisi) oyların yüzde 47’sini aldı ve böyle bir halk desteği ile eylül 2018’de planlanan, fakat erkene alınma ihtimali yüksek olan genel seçimlerde birinci parti olabilir. Avrupa’da aşırı sağın yükselişinde bir durgunluk dönemi başlamış olabilir fakat tehlike daha geriye düşmüş değil.

Bu şema Fransa’da da yaşanabilir. Sosyalist Parti ocak ayında ön adaylık yarışması gerçekleştirecek fakat tüm aday adayları Hollande’un bilançosunda sorumluluk taşıdıklarından dolayı vahim bir durumdalar. Cumhurbaşkanlığının 2. turunda iki sağcı aday karşı karşıya kalabilir: Ulusal Cephe’nin (FN) Adayı Marine Le Pen ile Cumhuriyetçilerin Adayı François Fillon. FN’nin, başkanının iddia ettiğinin tersine, artık saygı değer parti olduğuna inanmayanlar, ikinci turda François Fillon seçimleri kolaylıkla kazanabilir diye kendilerini teskin ediyorlar. Fakat işler o kadar da basit değil, üstelik Fillon’un seçimleri kazanması da Avrupa’ya istikrar getirecek bir unsur değildir. Kazanan aday kim olursa olsun, uluslararası durum düzelmeyecek.

Fillon kendisini Katolik bir muhafazakar olarak tanıtıyor, taşra burjuvazisini kendine çekebilme yeteneği gösterdiği gibi, tahribat görmüş Fransız ekonomik modeline Thatcher tipi bir şok terapi uygulamak istiyor. (...) Bu stratejinin başarısız olacağını öngörmek için falcı olmaya gerek yok. Dünyanın diğer yerlerinde hayata geçirilen neoliberalizm gibi, Birleşik Krallık’ta uygulanan Margaret Thatcher’in politikaları orta sınıfların önemli bir kısmının kanını emdi. İş güvencesinden, onurlu bir emeklilik garantisinden yoksun bırakılan orta sınıflar, artık biraz para biriktirebildiği ve geleceğe yönelik planlar yapabildiği dönemi çoktan unuttu. Fillon’un önerileri de Fransız orta sınıfının yaşam koşullarını büyük tahribata uğratacaktır. Zira, eğer Thatcherizm (İngiltere’de) mümkün olabildiyse ve kendi ekonomik yasalarına göre başarılı da olabildiyse, bunun nedeni deflasyon tarafından yavaşlamayan bir ülkeye dayatılmış olmasıdır. Kuşkusuz kamu hizmetinin parçalanması işsizliğin geçici olarak yükselmesine neden oldu, fakat bu ne ekonomiyi param parça etti ne de ülkeyi uçuruma sürükledi. Fransa’da ise bunun olma ihtimali yüksek, zira bu politikaların sonuçlarını azaltabilmesine olanak sunabilecek esnek ulusal bir parası yok. Bu argüman ve durum, Fillon’un ezmeye söz verdiği ama hâlâ güçlü olan sendikalar içinde olduğu kadar, muhafazakar orta sınıflar içinde de etkili olacaktır.

Diğer yandan iki ülkenin siyasi yaşamı da büyük oranda farklıdır. Thatcher’in karşısında ciddi bir muhalefet yoktu, oysaki Fillon, Le Pen tarafından tehdit altında ve aşırı solda bu politikaları ekonomik Vandalizm olarak mahkum edecektir.

Fransızlar çok partili sistemin ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinin iki turlu olmasının aşırı sağın iktidara gelmesini engel olacağına inanıyorlar. Diğer yandan Le Pen ailesinin ve birçok taraftarlarının olumsuz ününün Cumhurbaşkanlığı önünde engel olacağını da var sayıyorlar. Fakat bir neoliberale karşı ve kemer sıkma politikaların giderek daha fazla teşhir edildiği siyasi koşullarda, sonucun bu kadar kesin olacağını kimse ön göremez. Eğer Marine Le Pen, Fillon’un ultraliberal programının ne kadar tehlikeli olduğu konusunda geniş bir seçmen kesimini ikna edebilirse, 2017’de iktidara tehlikeli oranda yaklaşabilir ve 2022 seçimleri için inanılır ve güvenilir bir aday olabilir.

Diğer yandan Fillon’un kazanması uluslararası liberal düzeni de tartışma konusu edecektir. Cumhuriyetçiler Partisinin adayı Moskova’ya yakınlaşmak istediğini gizlemiyor, (Rusya’ya karşı) ekonomik yaptırımların kaldırılması, Ukrayna’nın parçalanması ve Rusya’nın Suriye’ye müdahalesini destekliyor. Avrupa’ya tehdidin, Vladimir Putin’den değil, İslamcılıktan geldiğini ima ediyor ve bu söylediği Fransa’da ve Avrupa’nın önemli bir bölümünde de yanlı buluyor. Fillon-Le Pen yarışmasının sonucu ne olursa oldun, kesin olan bir şey varsa o da Rusya’nın Avrupa kıtası üzerinde etkisinin artacağıdır.

Avrupa siyasetindeki bezginlik hâlâ anlaşılmamaya devam ediyor. “Post gerçek politika” ya da “popülizm” gibi kavramları esas olarak liberaller dillendiriyor, fakat bunlar kendi ideolojilerinin aşırıya kaçmasının yıkıcı yönünü görmek istemiyorlar. Sınırları muğlak, ulusal kimliklerin yeterince dinlenmediği bir Avrupa’da, iktidardaki elitlerin ultraliberal projelerinin devam etmesi umduklarının tam tersi sonuçlara yol açıyor.

Avrupa uzun bir süreye yayılmış türbülanslı bir döneme girdi. Kendi kendinize hükümetimizin büyük yıkımlara yol açmadan bizi Avrupa’dan nasıl çıkartacağını mı soruyorsunuz? Bu daha kıtada yaşananların yanında bir hiçtir. (Çeviren: Deniz Uztopal)

 

ÇOK YÖNLÜ TRAVMAYA KARŞI BÜYÜK CESARET

The Guardian 
Başyazı

Yeni yılda, Reina gece kulübünde, 39 kişinin hayatına mal olan ve IŞİD’in üstlendiği saldırı Türkiye’yi yeniden derin bir yasa ve tedirginliğe boğdu. Kasım 2015’te Paris’de Bataclan’da gerçekleşen saldırıya benziyordu. Dans edenlere ve eğlenenlere otomatik tüfekle ateş açıldı, neşeli bir gece kan gölüne döndü. Aynen Fransa’da olduğu gibi, dünya bu saldırıya karşı güçlü bir şekilde sesini yükseltmeli ve mağdurlarıyla dayanışma içerisinde olmalı.

Fakat Türkiye çok yönlü travma yaşamış bir ülke. İçişlerinde karmaşa ve Ortadoğu’dan gelen savaş ve kaos ortamıyla boğuşan ve sarsılan bu ülke, 2017’de daha fazla şiddet yaşanacağından korkuyor. Terör saldırılarının getirdiği travmanın yanı sıra, temmuzda yaşanan darbe girişiminin ardından gelen geniş çaplı politik baskı ve son yıllarda tahminen 3 milyon mültecinin ülkeye sığınmasıyla baş etmenin getirdiği gerginlik ortamında bu gelişmeler yaşanıyor; üstelik önemli derecede sığınmacılara karşı insancıl bir yaklaşım sıkça görülüyor. Tabii bu güçlerin hepsi bir birinden biçim ve öz olarak farklı; otomatik olarak bunları birleştirmek ya da aralarında bağlantı kurmamak lazım. Ama yine de Türkiye’de vatandaşların taşıdığı büyük yükü anlamak için, bunların hepsini göz önünde bulundurmak lazım. Her hangi bir ülkede bu sorunlardan bir tanesi bile zorlu bir iken, hepsi bir arada olunca çok nadir görünen bir sınav aslında; yani ciddi kutuplaşma yaşayan bir ülke içi bu belki de belirleyici bir an, önemli bir kavşak.

Reina gece kulübü saldırısı zengin, kozmopolit bir tarihe sahip, birçok turistik merkezi olan ve yaşamını yitirenlerin 14 farklı ulustan olduğu bir şehirde gerçekleşti. Yaşananlar olayın önemini uluslararası camiada arttırdı. IŞİD, “kahraman hilafet askerinin, dinsizlerin Hristiyan bayramını” hedef aldığını söyledi. IŞİD, saldırganın “Tanrının dini için intikam” aldığını çünkü Türkiye’nin “Çarmıha hizmet ettiğini” iddia etti. Bu saldırılar gerçekleşirken Türk ordusu Kuzey Suriye’de hem IŞİD hem de Kürtlerle savaşmakla meşgul.

Türkiye’nin Ortadoğu’da politikalarındaki değişiklik, özellikle de muhaliflerin kontrolündeki Halep’in düşüşünü kolaylaştıran ani Rusya yakınlaşması, kendisini, Sünni Müslüman nüfusun koruyucusu olarak adlandıran ama aslında onlara zulmeden bu grubun hedef tahtasına koydu.

IŞİD tehlikesi Rusya yakınlaşmasından önce başlamıştı. Ankara için temel motivasyon Kürtlerin bölgedeki hedeflerinin önüne geçmek oldu.

İstanbul’daki saldırı, onlarca katliamın ardından yaşandı. Türkiye son yıllarda, Batı ülkeleri içinde en çok terör saldırısına maruz kalan ülke haline geldi. 2015’in ortasında itibaren, IŞİD ve Kürt grupların üstlendiği saldırılar sonucu, 400 kişi yaşamını kaybetti. IŞİD’in oluşumundan bu yana Fransa, Belçika, Almanya ve ABD’de bu kadar yüksek ölü sayısı görmedi. Bazı gerçeklerde göz ardı edildi. Son bir aydır Türkiye ile ilgili yorumlar doğal olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın muhalif gruplara karşı katı yönetim biçimini ele aldı, siyasi baskılar darbe girişiminden sonra daha kötü boyutlara ulaştı.

Türkiye’nin paranoyak, otokratik cumhurbaşkanı ve yönetimi hiç bir sempatiyi hak etmiyor. 140’dan fazla yazar, gazeteci ve aydın insan hapishanede tutuklu. Sosyal medya kullanıcıları hızla büyüyen bir şekilde araştırılıyor. Ülke çapında 80 binden fazla kişiye karşı yasal işlemler başlatıldı. Geçen hafta, sanığın Yazar Aslı Erdoğan olduğu bir siyasi mahkeme daha başladı. Türkiye’nin Batılı ittifak ülkeleriyle ilişkileri, Cumhurbaşkanının insan hakları sicili ve Ortadoğu’daki siyasi farklılıklar yüzünden gergin.

Otoriter bir yönetim içinde sıkışmış bir ülkeye bakınca, o ülkedeki milyonlarca farklı vatandaş ve onların umutlarını görmek yerine sadece bir despotu görmek kolay. Bir adam tüm ilgiyi toplayabiliyor çünkü çok şeyi kontrolü altında tutuyor, hatta gücü oldukça acımasız. Fakat bu ülke ölenlerin yasını halen tutarken, dayanışma içerisinde olduğumuzu göstermek için bu baskılara rağmen hatırlamak gerekiyor ki, Türkiye’de cesaretli bir şekilde -nefret ve bölünmeyi değil- demokrasi, açıklık ve toleransı  savunan hareketli bir sivil toplum var.  Ülkenin yaşadığı eş zamanlı ve çok sayıda travma bu direniş ruhunu daha da takdir edilir kılıyor, özellikle de böyle felaketler olduğu zaman. Bu vatandaşların yürekliliğine karşı sadece empati duymak değil, aynı zamanda aktif olarak destek olmamızı hak ediyorlar. (Çeviren: Çınar Altun)

ÖNCEKİ HABER

Sur'da kentsel dönüşüme tepkiler artıyor

SONRAKİ HABER

Üniversite öğrencisi HDP’li diye linç edilmek istendi

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa