02 Haziran 2012 12:17

Piyasa, Eros’un okuna el koydu

Aşka veda.’ Dündar’ın daha önce aşka, yalnızlığa, ‘modern’ kadın-erkek ilişkilerine dair yayınlanmış yazılarından oluşan bir derleme. Dündar daha önce hazırladığı ‘Yüzyılın Aşkları’ adlı belgeselde Çiğdem Talu-Melih Kibar, Adnan Menderes-Ayhan Aydan’ın aşklarını anlatmıştı. Türkiye&rsqu

Piyasa, Eros’un okuna el koydu
Paylaş
Sevda Aydın

Can Dündar son kitabı ‘Aşka Veda’da piyasaya tahvil edilmiş zamane aşklarından bahsediyor. ‘Söylenmemiş iki sözcük yüzünden heba olup gitmiş aşkların mezarlığı’ olarak tanımladığı ‘70’ model aşkların karşısına tek gecelik ilişkiler, hatırlanmayan isimlerle tanımlanan günümüz aşklarını koyuyor.
Kitabına aşk hakkında konuşmakla başlıyor Dündar; aşkın yüceliğini, sınır tanımazlığını, kudretini, devrimciliğini övgülüyor... Sonra da bu devrimci durumun ezeli düşmanından yani düzenden bahsediyor. Körkütük aşık olanların, dolu dizgin sevenlerin bugünkü acınası hallerine, sevginin emek istediğini hoyratça unutuşlarına hayıflanıyor.
Şehvetsiz sevdaların soğuk yüzlerinin piyasada çok satarlılığının şaşırtıcı cazibesine bakıyor. Aşk tanrısı Eros’un elindeki ok aşkı gösterirdi nicedir, Dündar’ın kitabında reklam afişleri arasında kaybolmuş bir Eros görüyoruz. Eros’un Elindeki okun kırılmış ucu bu sefer can çekişen aşkı gösteriyor.
Kitabın ismi aşka veda edilebileceğini, Dündar’ın buna inandığını düşündürtmesin sakın. Zira şöyle diyor kendisi kitapta ‘Veda etsek de biliriz ki aşk her daim ihtimal dahilindedir.’

‘Aşka Veda’ adlı son kitabınız, daha kapak resmiyle başlıyor anlatmaya... Kot pantolonun arka cebine sokulmuş prezervatif ‘şefkatsiz şehvetin’ fotoğrafı mı?
Gündelik ilişkileri simgeliyor diyelim… İlişkinin ertesi günü “İsmi neydi unuttum” diye soran bir kuşağın fotoğrafı… Evet, “şefkatsiz şehvet” de denebilir; Shakespeare’in tabiriyle “ruhu ezip geçen, acıkmış şehvet” de…

PAZARDA BOLLAŞAN MAL, KIYMETTEN DÜŞÜYOR

Kitabınızda aşkın nitelik olarak eksilmesini pek çok şeye bağlıyorsunuz. Değişen ekonomi, sosyal yaşamlar, medya, moda vb. peki daha bütünlüklü bir eleştiri yapmak gerekirse nedir aşkı eksilten?
Piyasa…
Piyasa mantığının özel hayatlara hakim olması… Herkesin bir ilişkiye girerken getiri-götürü hesabı yapar hale gelmesi… İşe girer gibi ölçüp biçerek ilişki kurması… Haz, çıkar, gösteriş amaçlı ilişkiler kurarken acı çekmeyi, emek vermeyi, riski göze almaması… Bir gün öğleden sonra bir saatinizi ayırıp bir televizyonda evlilik programı izlerseniz, ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız.

‘70’li yıllar için ‘söylenmemiş iki sözcük yüzünden heba olup gitmiş aşkların mezarlığıdır’ diyorsunuz. Bugün ise bu söylenmemiş sözler ‘Bebek’te üç beş tur’ attıktan sonra unutuluyor. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz bu retrospektifi?
Piyasa mantığı içinde düşünürsek, pazarda bollaşan mal, kıymetten düşer. “Seni seviyorum”un itibarsızlaşması da öyle bir şey olsa gerek…

Hazır ‘70’lere dönmüşken aşka dair nostalji güzellemelerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tarih geri yürümez. ‘70 model aşklar, kadın-erkek ilişkilerinin kısıtlandığı, kadının erkekten soyutlandığı, mesafenin aşkı harladığı, vuslat ihtirasının aşk sanıldığı bir dönemin ürünüydü.
O devrin yürek yangınları özlense de, ‘70’lerin kıstırılmışlığının da sağlıklı olmadığını belirtmek gerek.

YASAKLANDIKÇA FİLİZLENEN BİR ŞEY Mİ AŞK?

Erkek ve kadının düne göre daha çok ‘yakınlık’ kurabildiğini düşünürsek, neden aşk bu yakınlaşmadan uzaklaşıyor?
Galiba aşk, mesafeden besleniyor. Aşık Veysel’in tabiriyle “Kavuşamayınca aşk oluyor”. Zihindeki tasavvur, yakına gelip ete kemiğe büründükçe, etten ve kemikten ibaret kalıyor.

Ciklet reklamında bile aşk var. Reklamlarda aşk olmasa piyasa çökecek adeta… Aşk bu kadar albenisi olan bir şeyken neden yaşayamıyoruz sizce?
3. sayfalarda hep “yasak aşk cinayetleri” okuyoruz. Acaba Adem ve Havva’dan beri yasaklandıkça filizlenen bir şey mi aşk? İmkan dahiline girdikçe yürek haricine mi çıkıyor?

‘ERKEKLİK’, HEM PRATİK HEM DE İDEOLOJİK OLARAK ÇÖKÜYOR

Kadının iş hayatına girdikten sonra erkeklerden beklentisinin değiştiğini, bunları başaramayan erkeklerin de mutsuz olduklarını söylüyorsunuz. Bunu açar mısınız?
Erkek egemen toplumun gerileme ve çöküş devrine tanıklık ediyoruz aslında… Kadın hareketi sonuç alıyor. “Erkeklik”, sadece gündelik pratikte değil, ideolojik olarak da çöküyor. İtiraz eden kadınların sesi yükseldikçe kapı altlarından aile içi şiddetin kanı sızıyor. Yıllardır fiziki şiddetle, maddi güçle, devlet desteğiyle hükmetmiş erkek, güçlü kadın karşısında ezilmeye başlıyor. İşyerindeki kariyer savaşına kadın da ortak oluyor. Erkeğin, sadece mutsuzluğunun değil, tırmanan öfkesinin ve artan şiddetinin kökeninde de bu iktidarsızlaşma sürecinin acısı var.


MAHİR İÇİN KOLLARI SIVADIK

Biyografi çalışmalarınızda en son Deniz Gezmiş ve arkadaşları için hazırladığınız ‘Delikanlım’ belgeselini izledik. Denizlerin hatıranızdaki yerine dair neler söylemek istersiniz?
Herkesinki gibi: Hayran olunan bir kahramanlık öyküsüydü onlarınki benim zihnimde… Tanıklarla konuşup biraz daha öykünün içine girdikçe hayranlığım arttı. Bugünkü sinmişlik havası, onların meydan okuyuşunu daha da kıymetli ve elzem hale getiriyor.

Önümüzdeki dönemde belgesel olarak ne tür çalışmalar hedefliyorsunuz?
Deniz’leri izleyen birçok izleyici “Çok güzel olmuş, ama Mahir’ler nerede? Ulaş neden az? İbo niye yok” diye sordu. Haklıydılar belki, ama biz o belgeseli Denizlerin idamının 40. yılı için hazırlamıştık. Üstelik neredeyse tamamen gönüllülük esasıyla ve büyük oranda cebimizden harcayarak yapmıştık. DVD çok ilgi görünce ve Kalan Müzik’te bir miktar telif geliri birikince, bu birikimi bir yere bağışlamak yerine, “Mahir belgeseli” için başlangıç fonu olarak değerlendirmeyi düşündüm. Ve “Mahir” için kolları sıvadık.
Onun DVD gelirleriyle de belki Ulaş’ı, İbrahim’i, Sinan’ı belgeselleştiririz. Böylesi bir fon yaratmanın benzeri var mıdır bilmiyorum, ama beni heyecanlandıran, simgesel bir anlamı var:
İzleyici, aldığı DVD ile bir sonraki ismin belgeseline destek vermiş olacak. Böylece 40 yıl sonra bile o “Delikanlılar”ın ismi,  tabandaki bir dayanışmaya zemin hazırlayacak.


AŞKA VEDA’DAN

‘Kuyruğu dik tutmak’
‘Küçücük bir dokunuşta gardı düşen ve  ölümcül yaralara açık hale gelen sarmanların kaderinde kendi aşk hayatımızın hülasasını buldum.
Bizde Eros’un şefkatine sığınıp sevdalanınca en mahrem zaaflarımızı ele vermiyor muyuz?
Yıllar yılı ardına sığındığımız barikatların anahtarını gönüllü teslim edip tırnaklarımızı içeri çekmiyor muyuz?
Sevginin bizi kollayacağına, sarıp sarmalayacağına dair ön kabulümüz yüzünden koruma duvarlarımızı gönüllü yıkıp yaralarımızı açık hale getirmiyor muyuz?
Sonra ne oluyor?
Sevdamız en büyük zaafımıza dönüşüyor.
Saçımızı okşayan elin, bizi ilelebet kollayacağına inanıyor,tatlı sözlere kanıyoruz. Taklalar atıp cilveler yapıyoruz.
Ve ummadığımız anda, en korunaksız halimizle yakalanıyoruz aşkın hoyrat yüzüne...
Şefkatimiz katilimiz oluyor.’(s. 36)

‘Kavuştuk işte niye hâlâ mutsuzuz’
‘İlişkiler serbestleşti.
Aşk, özgürleşti mi peki?
Hayır!
Çünkü ‘Aile ve mahalle baskısından kurtulduk’, sananları daha büyük bir servetin duvarları sarmaladı:
Aşk ‘piyasa’ya düştü!
Hangi laflarla onun kalbine girebileceğimiz, hangi hediyeyle tavlayabileceğimiz, yemeğe nereye götürüp yatakta hangi pozisyonda kulağına ne diyeceğimiz ezberletildi.
Yanında ne giyeceğimiz, hangi müziği dinleyeceğimiz, ne kadarını gösterip, ne kadarını gizleyeceğimiz, nikaha dek elde tutmak için ne kadarını ‘vereceğimiz’ kıstasa bağlandı.
Dizilerdeki gibi tanışır, reklamlardaki gibi konuşur, filmlerdeki gibi sevişir olduk.
Sevdalılar, aynı yatağın içinde soyunukken bile, bu rolleri kuşanıp yabancılaştılar birbirlerine...’ (s. 185-186)

‘Aşkın değişim yılları’
‘Bir gün Semiha Yankı, ‘Sevmek bir ömür boyu sürer, sevişmek bir dakika,’ diyerek yeni çağı müjdeledi.
Bir dakika mı?
Hepimizin yanağını al bastı.
Geçen 10 yıl içinde anneler, kızlarının iffet ve tahsil sayesinde hayırlı kısmet bulabileceğine dair umutlarını yitirmişti galiba...
Dil bilen ve patronuyla gezilere de ‘çıkabilen’, ‘prezantabl asistan’lar daha çabuk iş bulup daha iyi para kazanabiliyordu.
‘Konuşma’ böylece ‘çıkma’ evresinden ‘sevişme’ devresine terfi etti.
Çok değil 10 yıl sonra da ‘Yakalarsam mucuk mucuk’a dönüştü.’(s.113)

ÖNCEKİ HABER

Osmanlı’nın son savaşı

SONRAKİ HABER

Kentsel dönüşüm yasası kapınızı çalarsa?

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa