10 Aralık 2016 00:45

Avro projesi dağılıyor mu?

Avrupa'nın gündeminde bu hafta avro var.

Paylaş

İnglitere Dışişleri Eski Bakanı William Hague, The Telegraph gazetesine ortak para birimi ‘avro’nun yanlış bir proje olduğunu ve dağılma riskiyle karşı karşıya olduğunu yazdı. İtalya’daki referandumda çıkan sonucun, olumsuz bir gelişme olduğunu ve avronun İtalya gibi ülkeleri yoksulaştırdığını belirti, “Avro, en kötü tahminlerimizi bile aşarak, bazı ülkeleri zenginleştirirken, İtalya ve Yunanistan gibi diğer ülkeleri fakirleştirdi” dedi.

VALLS, CUMHURBAŞKANI ADAYI

Fransa’da 23 Nisan Cumhurbaşkanlığı Seçimleri yaklaşırken sağcı Cumhuriyetçiler Partisinin adayının François Fillon olmasından sonra gözler bu sefer de iktidar partisi olan Sosyalist Partiye döndü. Emek düşmanı politikalarla büyük tepkilere neden olan Cumhurbaşkanı François Hollande’ın aday olmayacağını açıklamasından sonra Başbakan Manuel Valls adaylığını ilan etti ve başbakanlıktan istifa etti. Fakat Hollande’a duyulan tepkiler Valls’a da duyuluyor ve son 5 yılda yürütülen tüm politikalarda onun sorumluluğu da yüksek. Politis Dergisinin Başyazarı Sieffert, Valls’ın bu çelişkisine dikkat çekiyor.

ALMANYA’DA MÜLTECİLER TARTIŞILIYOR

Almanya’da Freiburg’da bir öğrencinin 17 yaşındaki Afganistanlı mülteci tarafından öldürüldüğü iddiası mültecilere yönelik kampanyaya dönüştürüldü. Der Spiegel dergisi, Almanya’da 2015 yılında 331 kadının eşleri tarafından öldürüldüğüne dikkat çekilerek kadına yönelik şiddetin zanlılar göçmen veya mülteci olduklarında gündeme getirilmesini eleştirdi.


İTALYA GİBİ ÜLKELER BAŞARISIZ BİR AVRO PROJESİ YÜZÜNDEN ÇIKMAZDA

William HAGUE
The Telegraph

Matteo Renzi’nin anayasa referandumu yenilgisi, Avro Bölgesi ve İtalyan banka sistemi için kötü bir gelişme oldu. İtalya’da gerçekleşen referandumla, güçlü bir senato tarafından, engeller ve gecikmeler olmadan, daha güçlü bir hükümetin kurulabilmesi amaçlanıyordu.

Bu referandum, seçmenlerin önemli siyasi reformları nasıl destekleyeceğini ve avro yürürlüğe girdiğinden bu yana, sürekli başarısız olan ekonomik performansa tahammül sınırını ölçen bir sınavdı.

En kötüsü de, referandumu kazansaydı bile, Renzi’nin İtalyan ekonomisini canlandırmak için yapabilecekleri yine yetersiz olacaktı ve avronun dağılmasını engelleme olasılığı çok azdı.

Avro yürürlüğe girmeden önce, bazılarımız bunun ne kadar yanlış bir proje olduğu konusunda uyarı yapmıştık. Ancak, bu projenin ne kadar büyük bir hata olduğu daha yeni anlaşılıyor. Üstelik avronun etkilerinin beklenenden daha da kötü olduğu zamanla daha da net görülüyor. Avroyu en çok eleştiren bizler bile sonuçlarının bu kadar kötü olacağını tahmin etmemiştik.

1999’da avroya geçiş ilk açıklandığında herkes çok heyecanlanmıştı. Akıllı insanlar, bu projenin daha kenetlenmiş bir Avrupa yaratacağını ve bütün ülkelerin zamanla aynı oranda zenginleşeceğini düşünüyorlardı.

(…)

Avroya şüpheyle bakan bizler ise; parasal birliğin, vergi ve kamu harcamaları konusunda ülkelerin, ortak kararlar almasını gerektirdiğini, bu yüzden daha yakın siyasi birliğin kaçınılmaz olduğunu ve bunun bir parçası olmak istemediğimizi söyledik.

Bu konuda haklıydık; beklediğimizden daha büyük sorunlar çıkaran avro, o kadar zararlı ve ayrıştırıcı oldu ki, halk daha fazla siyasi yakınlığı kabul etmeyecek hale geldi. (…)

Avro, en kötü tahminlerimizi bile aşarak, bazı ülkeleri zenginleştirirken, İtalya ve Yunanistan gibi diğer ülkeleri fakirleştirdi.

Bütün üye ülkelerin, aynı faiz oranını ve döviz kurunu kullanmasının problemli olduğunu hep söyledik. İrlanda ve İspanya örneklerinde olduğu gibi, bazı ülkeler büyük çıkışlar yaparken; bazılarının büyük düşüşler yaşayacağını da söylemiştik. Daha olumlu düşünenler, bu durumların geçici olacağını ve zamanla ülkelerin ekonomik durumlarındaki farkın azalacağını savundu.

Yine biz, yani şüpheci yaklaşanlar haklıydık. Daha da iddialı olabilirdik bu konuda. Su anda, Avro Bölgesi’ndeki ülkeler yakınlaşmanın aksine, gittikçe dağılıyor. (…)

Avrodan ayrılmak Avrupa Birliği’nden ayrılmaktan çok daha zor. (...) Tıpkı çıkış yolları kapalı, kaçmanın mümkün olmadığı yanan bir bina gibi. Ayrılmayı düşünen bir ülke, sadece kendine ait bir para birimi ve basılmış parasının olmadığı gerçekliği ile yüzleşmekle kalmayıp,  aynı zamanda yeni para biriminin değerinin düşmesini, borçlarının reel değerinin yükselmesi, banka sisteminin çökmesini de göze almak zorunda kalacak.

Güney Avrupa’da ön milyonlarca insan artık Avro Bölgesi’nde kalmak istemediğini fark edecek, fakat büyük bedeller ödemeden ayrılmanın da mümkün olmadığını görecek.

Gittikçe bu kızgınlık ve kin büyüyecek.

Asıl soru Avrupa’nın liderleri bu kadar başarısız bir projeye ısrarla tutunup tutunmayacağı, yoksa büyüklük gösterip, çıkması gerektiğine karar verenlere bir yol açabilecekler mi?

Avronun finansal bir 50’inci maddeye ihtiyacı var. Ayrılmanın masraflarını paylaşan ve hiç katılmaması gereken ülkelere, ayrılırken uluslararası yardım verilmesi gerek. Tabii böyle bir şeye ihtiyaç duymak, ortak para birimine olan güveni sarsar.

Böyle bir yolun izlenmesi, 1990’lara dönüş demektir. Bu yüzden yetkililer, Avro Bölgesi’nden ayrılmayı mümkün kılan bir yol gerektiğini kabul etmek istemeyecek. Bu durum onların fikirlerine ters düşer ve inançlarını yerle bir eder. Fakat başarısız bir proje içinde ülkeleri hapsedenler, bu ülkelerin istediklerinde, çıkmalarına da yardımcı olmakla yükümlüler.

(Çeviren: Çınar Altun)


HAYALET VE PİŞMAN*

Denis SIEFFERT
Politis/Başyazı

Sosyalizm kelimesini duymak bile istemiyordu, çünkü bu kavram eskimişti. François Fillon’dan çok daha önce “haftalık 35 saat çalışma süresini” dağıtmak istemişti. (Patronlar örgütü) MEDEF’in bir kardinaller toplantısında şirketlere aşkını ilan etmişti. “Geçmişçi solu”, yani emekçilerin hak ve sosyal kazanımlarını savunan solu yok etmek istiyordu. Cihada katılan gençleri “anlamaya” çalışan sosyologlara karşı, onları “affetmek istiyorlar” diye, Çingeneleri savunanlara karşı ise “Tekrar geri gönderilmeleri gerektiğini” anlamadıkları için en ağır sözleri kullanıyordu. Notre-Dame-des-Landes şehrinde havaalanı inşasına karşı çıkan çevrecilere karşı öfkesini kusuyordu.

Kim olduğu kuşkusuz anlaşıldı: Manuel Valls.

Meclisi baypas eden Anayasa’nın 49/3. maddesinin kullanıcısı ve başbakanlığı süresinde en antisosyal yasasını (iş yasası) dayatan kişi. Mecliste kabile şefi olarak sol iç muhalefete karşı sürekli savaş yürüten kişi aynı zamanda. Ve nihayetinde cumhurbaşkanlığı için adı “sosyalist” diye adlandırılan bir adaylık yarışmasına aday ve bugüne kadar parçalamak istediği sol giysileri acelece giymeye çalışıyor.

Başbakanlık koltuğunda geçirdiği 3 yıl içinde Manuel Valls geleceğe hakaret etmek için hiçbir fırsatı kaçırmadı. Ve artık gelecek “şimdi” diyor. Tam da bu nedenden dolayı pazartesi akşamı Evry Belediyesinde sergilediği pişmanlık nutku anlamlaşıyor. Onun ağzından çıkan “uzlaştırma”, “barıştırma”, “saygı”, “dinleme”, “bir araya gelme” sözlerine inanmak imkansız. Tıpkı kendi cephesinde yarattığı bölünmeleri basit ve saf “tartışmalar” olarak nitelendirmesi gibi. (...) Daha hassas olan başka bir konu eski başbakanın, sol açısından savunması birbirinden zor olan, iki bilançoyu savunmak zorunda olması. Bir yandan François Hollande ile paylaştığı bilanço: kemer sıkma politikaları, iş yasası, vatandaşlıktan çıkartma, işsizlik.... Diğer yandan, toplumsal sorunlarda gerilime dayanan, demokrasiye kaba davranmalardan oluşan kendi şahsi bilançosu. (...)

Adaylık yarışması her şeyden önce bir televizyon programı, medyatik bir macera. Bu davada Manuel Valls’ın en azından bir müttefiki var: François Fillon. Artık siyasi arenada kendisinden daha kötü birisinin olduğunu söyleyerek iyi rolü üstlenebilir. Üstelik rakipleri de yarışmanın sonunda aynı şeyleri söylemek zorunda kalabilirler.

Bu kampanyayı yürütebilmek için Manuel Valls başbakanlığı terk etti ve yerini Bernard Cazeneuve’e bıraktı. Artık geçici bir başbakanla geleceği olmayan bir cumhurbaşkanından oluşan hayali bir iktidar olağan işleri halletmekle yükümlü olacak. (...)

François Hollande aday olmayacağını açıklayarak başarısız olduğunu kabul etmiş oldu. Fakat konuşmasında hiçbir zaman bunun nedenlerini anladığını göstermedi. Saydığı bilançoda, sadece vatandaşlıktan çıkartma dışında, her şey onun için “olumluydu”. Karşımızda sanki bir haksızlık yaşamış ve uğursuzlukla boğuşan birisi vardı. Değersizleşmesi, kamuoyu yoklamalarında sadece yüzde 7 destek alıyor olması sanki üzerine çöken bir kader gibiydi. Her şeyi iyi yapmıştı ama buna rağmen tekrar aday olamıyordu.

Fakat Manuel Valls ve François Hollande’un konuşmaları, aradaki tiyatrosal farklılıkları bir kenara bırakırsak, ikisinin de neoliberal politikaları hiçbir zaman sorgulamadıkları gibi bir ortak yana sahipti. François Hollande anlaşılamamasından dolayı sahneyi terk ediyor, Manuel Valls ise görmezlikten gelerek devam ediyor. Eğer “sol seçmen” ikisini de terk ettiyse, bu sol kitlenin suçudur. Ne körlük! Öyle ki Manuel Valls’ın pişmanlığı her şeyden önce taktiksel, belki de seçimsel demek daha doğru olur, bir geri adımdır. Belli ki zor ama olması gereken geçici bir süreçtir onun için. Ama kesinlikle siyasi bir iflasın ciddi bir tahlilini yapmak anlamında değildir. Artık ona sadece inanmak isteyen inanabilir.

*Hayalet Hollande, Pişman Valls

(Çeviren: Deniz Uztopal)


KADINLAR HER GÜN ÖLDÜRÜLÜYOR

Margarete STOKOWSKİ
Der Spiegel

Freiburg'da öldürülen genç kadının katil zanlısının yakalanması sonrası öfke büyük oldu. Çünkü zanlı bir mülteciydi. Aslına bakarsanız Almanya’da her gün bir kadın erkekler tarafından öldürüldüğü için öfkenin sürekli olması gerekirdi.

Freiburglu öğrencinin ölümü sonrası büyük bir öfke ve yas çığlığı haklı olarak yükseldi. Bu ölümle ilgili olarak ‘Ne yazık ki tam da...’ ile başlayan birçok cümle sıralayabiliriz. ‘Ne yazık ki tam da mültecilere yardım etmek için büyük çaba harcayan bir kadın...’, ‘Ne yazık ki tam da zanlı, ailesinden bağımsız ülkemize gelen ve bir aileye yerleştirilen genç bir mülteci.’, ‘Ne yazık ki tam da çok kültürlü yaşama açık olan Freiburg’da...’

Ana akım medyanın mülteci tartışmasını kışkırtmamak için olayı gündeme getirmediği, örneğin Alman ARD televizyon kanalının zanlı mülteci diye önceleri olaydan söz etmediği iddiasını ortaya atmak da durumu değiştirmiyor. 

Tartışma mültecilerin zanlı olduğu tüm olaylarda her zaman yapıldığı gibi sürdürülüyor: İnternette polis raporları, medya haberleri ve ırkçı düşünceli insanlar tarafından (Haberler ana akım medyadan alınmasına rağmen) ana akım medyanın neden konuya ilgi duymadığı sorusu ortaya atılıyor. Irkçı olmayanlar, bu konu üzerine tartışma sürdürmenin önemli olduğunu ama zanlıların etnik veya dini yapılarını öne çıkarılarak sürdürülen tartışmaların ırkçılığa hizmet ettiği suçlamasını yapıyorlar. Irkçıların buna: ‘Görüyor musunuz siz olayı görelileştiriyor ve küçümsüyorsunuz’ cevabını veriyorlar.

Alman Polis Sendikası Başkanı Rainer Wendt;  “Aileler ağlar, kurbanlar da anlatılamayacak acılar içinde kalırken ‘Hoş geldiniz Kültürü’nün sözcüleri susuyorlar. Acının paylaşılması, yanlış yapıldığının kabul edilmesi üzerine tek söz etmiyorlar. Sadece haklı olduklarını tekrarlayıp duruyorlar” dedi. Bu, küçümsemeden daha ağır bir suçlamaydı. Mültecilere yardım için canla başla çalışan insanlara son söylenebilecek şey olan taş kalpli oldukları suçlaması yapılmaktaydı. 

Yeşiller partisinden olan Freiburg Belediye Başkanı Dieter Salomon ise, “Olay, zanlı bir mülteci olduğu için daha kötü olmuyor” açıklamasını yaptı. ‘Kötü’, nerede kullanılacağı belirlenmemiş göreli bir kavram. Öksürük de savaş da kötü olabilir. Bazı insanlar için mülteciler tarafından işlenen bir suç aynı suçu bir Alman işlediğinden daha ‘kötü’ olabilir. Bazıları ise Almanların böyle bir suç işleyebileceğini akıllarına bile getiremeyecek durumdadırlar.

Freiburg’daki cinayet, zanlının yakalanması ve bir mülteci olduğunun ortaya çıkması sonrası ülkeyi ilgilendiren bir olay haline getirildi. Özel bir olaydı, çünkü aynı şehirde üç hafta sonra insanları korkuya sokan yeni bir cinsel şiddete dayalı cinayet gündeme gelmişti. Ancak dikkat çekici olan, kadınlara yönelik şiddetin zanlı mülteci olduğunda hak ettiği değeri alması, önlem çağrıları yapılması, aileyle empati kurulması boyutuna yükseltilmesiydi.

Federal Kriminal Dairesinin kasım ayı sonunda yayınladığı istatistiklere göre 2015 yılında cinsiyete dayalı 127 bin 500 şiddet olayı kayıtlara geçti. Bunlar yaralama, tecavüz, taciz, tehdit, stalking (sürekli takip), öldürmeye teşebbüs ve öldürmeydi. Zanlı erkekler, Alman, göçmen ve mülteciydi. Kurbanların yüzde 82’si kadın, zanlıların yüzde 72’si de Alman pasaportu sahibi erkekti. Bu sayılar, suç işleyen göçmen ve mültecilerin aklanması için değil, aralarındaki Almanların çokluğunun gözlerden gizlenmesini engellemek açısından önem taşıyor. Gösteriyor ki kadına yönelik şiddet sadece mültecilerin işlediği bir suç değil.

2015 yılında Almanya’da 331 kadın eşleri tarafından öldürüldü. Hemen hemen her gün bir kadın öldürüldü. Her akşam haberleri dinlediğimizde haklı olarak kadına yönelik şiddetin salgın haline geldiği bir ülkede yaşadığımız duygusuna kapıldık. (Buraya ayrımcılık yapmamak için 2015 yılında 84 erkeğin eşleri tarafından öldürüldüğünü de ekleyelim.)

Kadına yönelik şiddet eğer bir erkek sadece eşini öldürdüyse  televizyonların ana haber programlarında yer almıyor. Haber olması için erkeğin cinnet geçirip birkaç kişiyi birden öldürmesi gerekiyor. Federal Kriminal Dairesinin (BKA) raporu da pek de ilgi çekmeyen şiddet istatistiği olarak değerlendirildi, medyada ilgi görmedi, ARD’nin haber programında ise belki de kanala yönelik son eleştirilere bağlı olarak küçük bir haber olarak yer aldı. Maalesef yer almasaydı da kimse hesap sormaz, kadın kurbanlarla empati kurulmadığı, önlem alınmadığı suçlamasını yapmazdı.

(Çeviren: Semra Çelik)

ÖNCEKİ HABER

Papaz 'FETÖ'den tutuklandı

SONRAKİ HABER

Sinemanın gizli kahramanı: İhsan Yüce

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...