23 Kasım 2016 00:45

Dış politikada topyekün dönüşüm için gerekli irade yok

Yrd. Doç. Dr. Ceren Ergenç ile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gündeme getirdiği Çin ve Şangay Beşlisi tartışmalarını konuştuk.

Paylaş

Elif GÖRGÜ
Şerif KARATAŞ
İstanbul

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Avrupa Birliği’nin, OHAL sonrası baskılara dönük eleştirilerinin ‘Ekonomik yaptırım ve üyelik müzakerelerini dondurma’ uyarısına varmasının ardından AB’ye alternatif iması yaparak “Türkiye Sanghay Beşlisi’nde niye olmasın?” çıkışı yaparak gündem oldu.

Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Uluslararası İlişkiler Bölümü Asya Çalışmaları Ana Bilim Dalı Başkanı, Yrd. Doç. Dr. Ceren Ergenç ile asıl olarak Çin ve uluslararası ekonomik ve siyasi ilişkilerdeki güncel rolünü konuşmak üzere yola çıktığımız söyleşimiz, bu nedenle, yine Çin’in en önemli iki aktöründen biri olduğu Şangay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ)-Türkiye ilişkileri meselesine doğru evrildi.

Ergenç, ŞİÖ’nün uluslararası sistemde çok kutupluluk vaadi ve AB’nin aksine üye ülkelerin iç işlerine karışmama sözünün, Türkiye devletine cazip geldiğine dikkat çekiyor ancak uyarıyor: “Türkiye’de devlet kurumları  son yıllarda Asya bölgesi üzerinde uzmanlaşmış insan kaynağına yatırım yapmaya başlamışlarsa da, böyle bir topyekün dış politika dönüşümünü gerçekleştirecek irade henüz mevcut değil.”

Ergenç, Çin ve Türkiye’nin ŞİÖ karşısındaki pozisyon ve politikalarına dair sorularımızı yanıtladı.  

Önce Çin... Çin’in bugün ticari ve siyasi açıdan dünyada tuttuğu yer genel olarak nedir?

Çin 20. yüzyıl boyunca coğrafi ve iktisadi büyüklüğüyle kalkınmakta olan ülkeler için önemli bir örnek olmuştu. 1980’ler sonrasında liderlik değişikliği sonucu küresel iktisadi sisteme entegre olduktan sonra hızla büyüdü, 2011 yılı itibarıyla dünyanın ikinci büyük ekonomisi haline geldi. Bugün, 1997 ve 2008 krizlerinden nispeten etkilenmemesini sağlayan iktisadi büyüme politikalarıyla ve karşılıksız verdiği kalkınma yardımlarıyla, kalkınmakta olan ülkeler için bir model ya da Batı merkezli uluslararası örgüt ve politikalara alternatif bir odak oluşturuyor. Batılı ülkeler de her ne kadar Çin’in uluslararası iktisadi ve siyasi normlara uymamasını eleştirseler de kendi içinde bulundukları iktisadi darboğazda Çin’le bozuşmayı göze alamıyor.

Son yıllarda Latin Amerika ve Afrika’da Çin yatırımlarının arttığını görüyoruz, Çin bu alanı kendisine nasıl açtı ve bunun, özellikle bu iki kıtayı uzun süre yönetmiş ve hâlâ da etkili olan ABD ve Avrupa gibi ülkeleri açısından ekonomik ve siyasi anlamı ne oldu/oluyor?

Afrika ve Latin Amerika gibi tarihsel olarak ABD ya da Avrupa’nın söz sahibi olduğu bölgelere devlet yatırımları yoluyla girmeye çalışmasının Çin’in iç ve dış politikasıyla ilgili nedenleri var. Bu kıtalardaki Çin yatırımlarına baktığımızda çoğunun ya kamu iktisadi teşkilatları ya da devlet teşvikiyle yatırım yapan özel sektör olduğunu görüyoruz. Ayrıca, bu yatırımların çoğunun fiziksel altyapı inşası ve projelerinde Çinli kalifiye ve kalifiye olmayan işçi çalıştırılıyor. Bu yatırımlar sayesinde Çin, elindeki rezerv fazlasını tüketiyor ve kendi nüfusuna istihdam sağlıyor. Dış politikaya yönelik olarak ise, bu kıtalardaki hükümetlere siyasi reform şartı olmadan verdiği iktisadi destekle uluslararası toplumda kendisiyle dayanışmaya davet etmiş oluyor. Bu yeni örülen dayanışma ağları uluslararası örgütlerin karar alma mekanizmalarını değiştirecek güç dengeleri yaratabilir. Ayrıca, bu kıtaların enerji açısından zengin olmaları da, olası bir enerji kıtlığı ya da enerji kaynaklarının siyasi bir güç savaşında Çin’e karşı kullanılması durumunda Çin’e güvence sağlar.

ABD ve Çin’in özel olarak karşı karşıya geldiği alanın Asya-Pasifik bölgesi olduğunu görüyoruz... Birincisi bu alanın önemi nedir ve bu alandaki güç dengesi bugün ne durumda?

Asya-Pasifik bölgesi Soğuk Savaş döneminden beri siyasi ve iktisadi öneme sahip bir bölge. Soğuk Savaş döneminde Kuzeydoğu Asya bölgesinin önemli bir kısmının sosyalist rejimlerle Batı bloku dışında kalması, Güney ve Güneydoğu Asya’da da Bağlantısızlar hareketine yakınlaşmasıyla Batı blokunun lideri ABD, Asya’yı ‘kaybetttiği’ kaygısıyla yeni bir bölgeselleşme hamlesi başlattı.

Soğuk Savaş sonrasında da Asya-Pasifik bölgesinin önemi devam etti. 1970’li yıllarda Batı dışı bir kapitalist kalkınma reçetesi sunan (buna Asya Kalkınmacı Devleti adı verildi) ‘Asya Kaplanları’, yani Japonya, Güney Kore, Tayvan, Singapur, Hong Kong, Asya-Pasifik bölgesini küresel ekonominin önemli bir odağı haline getirdi. Bu dönemden itibaren Asya-Pasifik bölgesi küresel üretim ağlarının merkezi haline geldi. Asya Kaplanları zaman içerisinde Batılı şirketlerin üretimlerini ucuza mal ettikleri “dünyanın fabrikası’ konumunu terk edip kendileri teknoloji üretir seviyeye geldiler, ama Asya ülkeleri sunduğu ucuz iş gücü ve yabancı yatırımcıya cazip gelen esnek istihdam koşulları ve yasal yapısıyla dünya üretiminin merkezi olmaya devam ediyor.

Her ne kadar Asya Kaplanları 1997 krizi sonrası merkezi önemlerini görece olarak yitirdilerse de, bu dönemden sonra onların yerini Çin aldı. 2000’li yıllara geldiğimizde, Tokyo, Seul, Kuala Lumpur gibi, hepsi Çin’in finans merkezi Şangay’a 3 saatlik uçma mesafesinde olan Asya’nın mega kentlerinden oluştuğu  için sembolik olarak Şangay Çevresi adı verilen coğrafi bölge küresel üretim ağlarının yönetildiği finans merkezi olma özelliğini kazandı.

ABD’nin Transatlantik, Transpasifik yatırım ortaklığı ve ticaret anlaşmaları Çin açısından ne anlam taşıyor?

ABD, dünya ekonomisinin ağırlığının zamanla Çin özelinde Asya-Pasifik’e doğru kayması karşısında kah iş birliği kah yalıtma politikaları izledi. 2000’lere geldiğimizde ise, ABD’nin Ortadoğu’ya odaklanarak Asya-Pasifik bölgesinin hakimiyetini Çin’e bıraktığını görüyoruz. 2010’lu yıllarda, kendi ekonomisinin de Çin’in aldığı devlet tahvilleri yoluyla Çin’e fazla bağımlı hale gelmesinden rahatsız olan ABD Asya-Pasifik bölgesinin hakimiyetini yeniden ele geçirmek için harekete geçti. Dönemin Başkanı Obama’nın “ABD bir Asya ülkesidir ve hep öyle kalacaktır” açıklamasıyla özdeşleşen bu eksen kayması denemesi ilk önce dostane yolları takip etti. ABD’nin Çin büyükelçiliğine Çin kökenli Amerikalı bir diplomatın atanması iş birliği yoluyla güçleri yeniden dengelemeyi uman devlet kurumlarının ümitlerini arttırdıysa da, bu manevra beklenen sonucu vermedi.

2012 yılı itibarıyla Obama yönetimi daha saldırgan bir tutum takındı. Çin’in Doğu Asya’daki ASEAN ya da Asya Bölgesel Forumu gibi bölgesel örgütlerde giderek artan yönlendirici gücünü dengelemek amacıyla Çin’in dahil edilmediği bir serbest ticaret anlaşması ağı kurdu. Çin aynı yıl içerisinde Trans-Pasifik Partnerliği (TPP) adı verilen bu ağa Bölgesel İktisadi Dayanışma Partnerliği (RCEP) adını verdiği bir serbest ticaret anlaşması ağı kurarak yanıt verdi.

ABD açısından, TPP istenen sonucu vermedi çünkü amaç Soğuk Savaş yıllarında olduğu gibi Çin’i dışlayan bir iktisadi bölgeselleşme süreci yaratmaktı; oysa ki, bölgedeki iki büyük güç arasında taraf tutmak istemeyen bölgenin küçük ve orta güçleri hem TPP’ye hem RCEP’e dahil olarak bir dengeleme politikası güttüler. Buna ek olarak, Çin 2012 yılında ‘Bir Kuşak, Bir Yol’ (Kuşak & Yol, OBOR) adını verdiği bir ticaret ve altyapı yatırımı projesi ve bu projenin kaynaklarını yönetecek olan Asya Altyapı ve Yatırım Bankasını (AİİB) 2016’da ilk kurduğunda 57 ülke kurucu üye olmak için başvurdu ki bu sayı Çin’in bile umduğundan fazlaydı. AİİB oluşumu çoğu Avrupa ülkelerini dahi içine alırken, dışarıda kalmayı tercih eden iki ülke ABD ve onun bölgesel destekçisi Japonya oldu.

TRUMP SONRASI ABD-ÇİN İLİŞKİLERİ NASIL İLERLER?

Donald Trump’ın başkanlık döneminde Çin ile ilişkilerinin nasıl ilerleyeceğini ön görüyorsunuz? Trump seçilir seçilmez bir gümrük uygulaması açıklamasıyla bir gerginlik yarattı bile...

Trump’ın başkanlığı döneminde Ortadoğu’dan çekileceği ve Çin özelinde Doğu Asya’ya odaklanacağı söylemlerinin ABD açısından iç ve dış nedenleri var. Trump’ın ağırlıklı seçmen kitlesi ABD’nin güneyi ve ortasında pazar payını Çin’e kaptırmış olan küçük ve orta ölçekli sermaye sınıfı ve bu yerel sermaye sınıfının batmasıyla işini ya da iş güvencesini kaybeden ve sınıfsal düşüş yasama tehlikesi olan mavi yakalı işçiler ve prekaryalaşmış beyaz yakalı işçiler. Trump’ın bu seçmen kitlesine, Çin’in küresel iktisadi gücünü tehlikeye atacak korumacı politikalar sözü vermesi doğal. Başkanlığı devraldıktan sonra bu sözleri ne kadar tutabilir, bekleyip görmek lazım. Her ne kadar Cumhuriyetçi Partinin Senatoda sayısal üstünlüğü olması Trump’ın başkan olarak karar almasını kolaylaştıracak olsa da, devlet bürokrasisindeki devamlılık, ılımlılık ve istikrar kaygısı Trump’ın seçim kampanyası dönemindeki söylemlerini yumuşatıcı bir rol oynayabilir.

Örneğin, Çin yatırımını ABD’ye çekmek kamuoyu tepkilerine rağmen bürokrasinin gündeminde. Kısa vadede, Trump TPP’yi iptal edebilir, ama bu anlaşmalar ağının Asya-Pasifik bölgesinde umulan etkiyi yaratmadığı daha Obama döneminden belli olmuştu, o yüzden ABD’nin Asya-Pasifik bölge siyasetinde bir kırılma olup olmadığını anlamak için daha uzun vadeye bakmak gerekir.

Aynı şekilde, Trump seçim kampanyası boyunca Çin’e odaklanabilmek için Ortadoğu’da çekileceğini iddia etti. Geçmiş Başkan Obama’nın da ilk iktidara geldiğinde niyeti buydu ama Cumhuriyetçi Parti yönetimindeki senato ve bürokratik kurumlar bu dış politika değişikliğine izin vermedi. Trump, Cumhuriyetçi Partinin adayı olmasına rağmen kurumdan yetişmiş olmadığı için Partinin iç dinamiklerine hakim değil, bu yüzden o da önceki başkan gibi  yaşama sürecinde kendi partisinin, yürütme sürecinde ise bürokratik kurumların engellemeleriyle karşılaşabilir. Dış politikada eksen kayması siyasetçilerin hoşuna giden bir kavram olsa da, dış politikanın iç siyasete kıyasla devamlılığın daha zor kırıldığı bir alan olduğunu unutmamak gerekir.

ENERJİ SIKINTISI ÇEKEN ÇİN İÇİN ORTADOĞU ÖNEMLİ

Çin, Suriye krizine insanı yardım adı altında müdahil olacağını açıkladı. Rusya ve bölge ülkeleriyle ilişkileri açısından da Çin’in Ortadoğu’da bugünkü rolü nedir ve yakın/uzak gelecekte nasıl bir pozisyon alacak görünüyor?

Çin, geleneksel olarak Rusya’yla birlikte uluslararası örgütlerde insani yardım amacıyla dahi olsa uluslararası müdahale karşıtı oy kullanmış bir ülke. Bu tutumunu 1990’lı yıllardaki katliamlar sırasında bile değiştirmemişken, Ortadoğu’da Arap Baharı sürecinin ilerleyen aşamalarında bu tavrını yumuşattığını gözlüyoruz. Libya’ya uluslararası müdahaleye izin vermesinden sonra Devlet Başkanı Kaddafi’nin öldürülerek rejimin değiştirilmesinden Çin, eğer uluslararası müdahaleye onay verecekse kendisinin sürece doğrudan müdahil olması gerektiği dersini çıkardı. Suriye’deki aktif tutumunun nedenlerinden biri olarak bunu gösterebiliriz. Çin’in uluslararası müdahalelere karşı olmasının ana nedeni, bu müdahalelerin toplumsal güvenliği sağlamak ve istikrarı korumak değil varolan rejimleri Batı yanlısı olanlarla değiştirmek olarak görmesi.

Bunun yanı sıra, Ortadoğu’ya uluslararası müdahalelerin ABD kontrolünde ilerlemesi bölgesel dengeleri korumak açısından Çin’i, bölgesel güçler Rusya ve İran’la iş birliği yapmaya itiyor. Enerji açığı bulunan Çin’in yüksek büyüme oranlarının devam edebilmesi için enerji kaynaklarının devamlığını siyaseten sağlamlaştırması gerek ve Ortadoğu bu anlamda birincil öneme sahip.

TÜRKİYE’NİN ŞANGAY BEŞLİSİ’NE KATILMASI NE KADAR MÜMKÜN?

Peki Türkiye Çin ilişkileri bugün hangi noktada? Hangi ticari ve siyasi konularda ortaklaşılıyor ve ilişkilerin nasıl bir rotada ilerlemesini öngörüyorsunuz?

Türkiye ve Çin’in ilişkileri Soğuk Savaş döneminde diplomatik ve iktisadi olarak donmuş durumdaydı ve diplomatik ilişkiler 1970’li yıllarda başlamasına rağmen 1990’lı yılların sonuna kadar iktisadi ilişkilerde Çin’in yükselişiyle doğru orantılı bir gelişme yaşanmadı. 2000’li yıllarda iki devlet arasında yatırım ve ticareti teşvik edici anlaşmalar imzalandıysa da, bu zaman zarfında Çin’in yerel sanayileri öldürücü ihracatları Türkiye piyasalarını çoktan ele geçirmişti. Çin hakkında yeterince bilgi sahibi olmayan devlet kurumlarının, örneğin Almanya devletinin 1980’lerden beri yaptığı gibi, özel sermayeyi Çin’de yatırım yapmaya teşvik etmek için danışmanlık hizmeti veremeyişiyle Türkiye sermayesi Çin’in kalkınmada öncelikli bölgelerine giremedi. Bu iki unsurun sonucu olarak Türkiye ve Çin arasında, Çin lehine olan ve kolay kolay kapanmayacak gibi görünen ticaret ve yatırım açığı var.

Çin-Türkiye iktisadi ilişkilerine Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu siyasi süreç de etkisini vurmuş durumda. Hükümetin özellikle enerji alanında Çin’le yakın ilişkiler geliştirme gayretinde olmasını bu sürecin istikrarsızlaştırıcı etkisini azaltmak gayretinde olması olarak yorumlayabiliriz. 2015 yılında dikkat çekici bir şekilde artan ve bankacılık ve ulaşım sektörlerinde yoğunlaşan Çin yatırımıyla, Türkiye-Çin ilişkilerinde devletlerin doğrudan müdahil olduğu bir döneme girdiğimizi söyleyebiliriz.

Bu hükümetler arası diyalog, Ortadoğu bölgesel siyasetinde, özellikle Suriye sorunu konusunda, karşıt konumlara düşülmüş olan Çin’le hem iktisadi hem de siyasi ilişkileri yeniden düzenleme niyeti olarak da okunabilir. Çin-Türkiye ilişkilerine son zamanda Türkiye’nin Suriye konusunda müdahaleci tutumunun gölgesi düşmüştü. 2015 yılında Çin-Türkiye ticaret hacmindeki kayda değer büyüme bu siyasi sorunların ekonomik yollarla aşılmaya çalışıldığına işaret ediyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın AB’ye karşı ‘Şangay Beşlisi’ne katılırız’ açıklaması son günlerin önemli gündemleri arasında. Türkiye, Çin’in önemli aktörü olduğu Şangay İşbirliği Örgütü’ne girer mi?

Şangay İşbirliği Örgütü, 1996 yılında Rusya, Çin, Kazakistan ve Kırgızistan’ın Şangay Beşlisi olarak kurduğu, 2001’de Özbekistan’ın katılmasından sonra bir daha genişlememiş olan bir örgüt. 2017 yılında Hindistan ve Pakistan’ı diyalog partnerliğinden tam üyeliğe geçirerek ilk defa Orta Asya’dan olmayan üyeler kabul etmiş olacak. Kuruluş amacında genişleme yer almayan ve sekretaryası çoklu karar alma mekanizmalarıma uygun olmayan bu örgüt için oldukça radikal bir karar. Nedeni, genişlemeye karşı olan Çin’in Orta Asya’daki Kuşak&Yol politikasının Rusya’nın geleneksel etki alanına girmiş olması karşısında Rusya’ya verdiği bir ödün olarak görülebilir.

Türkiye 2012 yılında diyalog partneri olmuş ama sonrasında örgüt toplantılarına aktif olarak katılmamıştı. ŞİO, Türkiye kamuoyunun gündemine ilk defa 2013 yılında dönemin Başbakanı Erdoğan’ın Putin’e hitaben söylediği  “Şangay Beşlisi’ne alın AB’yi unutalım” sözleriyle gelmişti. Dış politika önceliklerinde Türkiye’yi ‘bölgesel önemli güç’ olarak sınıflandıran Çin Türkiye’nin tam üyeliğine o dönemde soğuk bakmıştı. Aradan geçen zamanda, gerek Çin ve Rusya arasında gerekse Ortadoğu’da değişen dengeler, her iki ülkenin de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 19 Kasım 2016’daki açıklamasına ilk etapta olumlu tepki vermesini getirdi.

Her ne kadar ŞİO’nun uluslararası sistemde çok kutupluluk vaadi ve AB’nin aksine üye ülkelerin iç işlerine karışmama sözü günümüz Türkiye devletine cazip geliyorsa da, dış politikada ‘eksen kayması’ ancak eksenin kayacağı yöne dair yeterli bilgi birikimine sahip bürokratik kadroların yetişmesiyle ve devlet kurumlarının politika yapım süreçlerini dönüştürmesiyle gerçekleşebilir.

Türkiye’de devlet kurumları  son yıllarda Asya bölgesi üzerinde uzmanlaşmış insan kaynağına yatırım yapmaya başlamışlarsa da, böyle bir topyekün dış politika dönüşümünü gerçekleştirecek irade henüz mevcut değil. Üst yönetim kademelerinde bu yönde açıklamalar görülse de, Türkiye ŞİO’ye tam üyelik sürecini başlatmış değil - ki Rusya temsilcisinin açıklaması da buna vurgu yapıyor.

ÖNCEKİ HABER

Fillon'a kürtaj ve cinsel ayrımcılık eleştirisi

SONRAKİ HABER

Ya madende çalışacaksın ya ekmeksiz kalacaksın

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...