22 Kasım 2016 00:50

El koymanın ezasını halkın yüzde 80’i yaşayacak

Yeni bir el koyma sürecinin fitili ateşlendi. Ancak bu sadece Cemaatçilerden, AKP muhaliflerinden değil halkın yüzde 80’inden götürecek bir süreç.

Paylaş

DOSYA: OHAL'DE NELER OLDU?

Bülent FALAKAOĞLU

OHAL’in, Başbakan Binali Yıldırım’ın iddia ettiği gibi, hiç de devletin kendi kendine uyguladığı bir yöntem olmadığını gördüğümüz gibi... OHAL’in, hedefleri sadece siyasal ayıklama olan bir süreç olarak işlemediğini net bir şekilde gördük. Basına, aydınlara, akademisyenlere, kurumlara uygulanan baskı ve sokağa uygulanan şiddet bazı gerçekleri gözümüze soksa da... Yağma veya el koyma biçiminde hızlandırılan “ilkel birikim”in ezasını bütün emekçilere yaşatacak torba yasa OHAL sayesinde itirazsız bir şekilde resmileşti. Herkesin koca koca şirketlerin el değiştirmesine, sermaye transferine odaklandığı koşullarda Varlık Barışı, Bireysel Emeklilik Sigortası, madde 80 yasal mevzuat kapsamına girerek yeni bir el koyma sürecinin fitili ateşledi. Ateşlenen,  sadece Cemaatçilerden, AKP muhaliflerinden değil halkın yüzde 80’inden götürecek bir süreçtir!

Gözümüzün önünde gerçekleşen el koymaları, AKP’nin, siyaseten kendisi için sorunlu alanlarda sınırlayacağını düşünmek büyük bir yanılgı. Zira el koymanın kapsamı çoktan genişledi ve yayıldı. 
Mesela ağustos ayında kabul edilen ocak 2017’de yürürlüğe girecek olan ve milyonlarca işçi ve memuru yakından ilgilendiren zorunlu Bireysel Emeklilik Sistemi (BES)... Tam bir el koyma modeli.
45 yaşın altındaki tüm işçi ve kamu görevlilerinden 1 Ocak 2017’den itibaren zorunlu olarak yüzde 3 BES kesintisi yapılacak. Buna karşılık işverenden her hangi bir kesinti yapılmayacak. 
Kesintinin aktarılacağı sigorta şirketleri getiri garantisi vermiyor. Zorunlu kesinti yapan devlet de her hangi bir garanti taahhüt etmiyor. Anlayacağınız bütün risk gelirinden zorla kesinti yapılan çalışanın üzerine yıkılıyor. 
Zorunlu BES ile çalışanlara çifte emeklilik sağlanacağı müjdesi de çok temelsiz. Şu anda sosyal güvenlik sisteminde yaşlılık, malullük ve ölüm aylığı için maaş ve ücretten yüzde 20 kesinti yapılmakta. 
Yüzde 20 prim kesintisiyle ödenen emekli aylığının ortalaması asgari ücretin altında. Yüzde 20 kesinti ile emeklilere ödenen aylık yetersizken BES’ten yüzde üç prim kesintisi ile emeklilere ikinci bir maaş ödeneceği iddiası koca bir yalan!
Ailelerin borcu harcanabilir gelirinin yüzde 50’sinin üzerine çıkmış durumda. Ailelerin yüzde 70’inin taksit ödemeleri ve borçları bulunuyor. 
Böyle bir ortamda BES iki anlama gelir. Bir: Borç girdabındaki dar gelirliye zorla tasarruf ettirmek, borçlarının artmasından biraz daha yoksullaşması anlamına gelir. İki: BES’te devlet katkısı yoksuldan alıp zengine verme mekanizmasına hizmettir. 
Bu iki gerçeğe rağmen BES, OHAL koşullarında usulca  girdi hayatımıza.

YAŞAMA NOBRANCA BİR DARBE

Böylesi süreçlerde bir sermayedardan alınıp diğerine verilmekle yetinilmeyeceğinin... Ne var ne yok palazlandırılacak sermayeye aktarılacağının en somut örneklerinden biri de, ekim ayında torba yasa ile kabul edilen ve yürürlüğe giren 80. madde.
Buna göre, ‘ülkemizin mevcut veya gelecekte ortaya çıkabilecek ihtiyaçlarını karşılamak”... “Arz güvenliğini sağlamak”... “Dışa bağımlılığını azaltmak, teknolojik dönüşümünü sağlamak”... Benzeri sözlerle, “milli değerleri” gerekçe göstererek Bakanlar Kurulu 
Onay verdiği anda, kazmayı kapıp istediğinizi yapabilirsiniz. Çünkü Bakanlar Kurulunun toplumun ve hukukun üstüne geçirilmiştir artık. Binlerce yıllık deneyim sonucu oluşturulmuş koruyucu kurallar çöptür artık! 
Hukuka el konulmuştur. Türkiye’nin dereleri, kıyıları, denizleri, ormanları, ovaları, yaylaları, Bakanlar Kurulunun keyfine, her şeye para gözüyle bakanların insafına terk edilmiştir. 
Projeler çevreye zarar verecek nitelikte bile olsa, istenirse, kredi faizleri 10 yıl boyunca devlet tarafından karşılanabilecek, kurumlar vergisinden muaf tutulabilecek. Yüzde 50 indirimli fiyattan elektrik kullanabilecek. 
Paramız sermayeye bize sorulmaksızın aktarılacak. Doğamız peşkeş çekilecek. Cerattepe gibi davalar sonuçsuz kalacak. 
Plan ve şehircilik ilkelerine aykırı projeler; ruhsatsız, imar izinsiz, ÇED’siz ve yargı yolu önden kapatılmış şekilde hayata geçirilecek. Parklardan deprem toplanma alanlarına, sahillerden kültürel ve tarihi eserlere, müştereklerimiz artık birilerinin tekeline aktarılacak.
Tüm bunlar doğamıza çevremize sermaye adına el koyma olduğu kadar, börtü böceğin hayvanın mahremine, insanın hafızasına ve nefesine yapılan nobranca bir darbe değilse nedir?

KÜRTLERİN COĞRAFYASINA DA EMEĞİNE DE...

Bir diğer çarpıcı el koyma örneğine ise Kürt coğrafyasında rastlıyoruz. Kürt şehirlerinin belediyelerine kayyım atanması sadece, seçimle ortaya çıkan kentin siyasi iradesine el konulması değil! Aynı zamanda kolektif bir birikimin el değiştirmesine yönelik başlangıç adımıdır da. Kentlerde operasyonlar sürerken, “Sur’u Toledo yapacağız” sözleri eşliğinde anlatılan “TOKİ ile medeniyet kurma” iddiaları durumu özetliyordu aslında.
Ardından 23 ile, 4 yılda 140 milyarlık yatırım diye teşvik paketi açıklandı. Teşvikin esasını inşaat oluşturuyor: Toplam 67 bin yeni konut. 15 tane yeni hastane. 51 karakol. Batman, Diyarbakır ve Malatya’ya 3 yeni stadyum vb.
80 fabrikadan bahsediliyor. Üretimde emeğe dayalı olacak ürettiklerini de devlet alacak. 
Bunlar hangi sektörlerde kurulacak, ne üretecekler, projenin bir bütünlüğü var mı? Projenin bölgesel bir iktisadi entegrasyon mantığı var mı? Ve başkaca sorulara olumlu yanıt vermek mümkün değil.  
Yapılan tek şey, bölgedeki işsizler ordusunu ucuz emek olarak kullanın. Ürettiğinizi satamazsanız biz alırız.    
Görüldüğü gibi devletin değişen Kürt siyasetinin iktisadi bir veçhesi var; doğasına, tarım alanlarına, emeğine el koyan bir iktisadi akılla yoğrulmuş!

TÜM BUNLAR HEPİMİZDEN ÇALMIYOR MU?

Devletin üst bürokrasisinde yapılan tasfiyeler, 100 bini aşan sayıda kamu görevlisinin uzaklaştırılmasıyla devam etti. Bu durum iş güvencesinin gasbı kadar, kırıntısı kalmış olsa dahi, eşit bir kamu hizmetinin tasfiyesi değil midir? 
Onlarca basın yayın kuruluşlarının basın ve yayın kuruluşlarını kapatılması haber alma ve basın özgürlüğünün gasbı değil midir? 
Üniversiteler de iktidardan yana değil toplumdan yana bilim anlayışına sahip olanların üniversite dışına itilmesi toplumu aydınlatan ışığın gasbı değil midir? 
Yüzlerce derneğin kapısına kilit vurulması demokratik taleplerimizin elimizden alınması değil midir? 
Küçük birikim alanlarına müdahalenin de hızla ilerlediğini gösteren bu örnekler yandaşlar da dahil tüm emekçilerin sesinden, geleceğinden, cebinden çalınması değil midir? Haklarımızın, doğamızın, paramızın bizden alınıp sermaye sınıfına aktarıldığı bir ortamda aksini düşünmek mümkün müdür? 

OHAL EKONOMİK FATURAYI BÜYÜTÜYOR!

Bir kez daha vurgulayalım: Ülkeyi yönetenlerin iç ve dış politikada aldıkları (Olağanüstü keyfi yönetim, savaş vb.) kararlar yabancı sermayeye bağımlılıktan dolayı gelip vatandaşı vuruyor. Bugün piyasada çekler ödenmiyor, vadeler uzuyor, bankaların kaynakları daralıyorsa bunda hükümetin KHK’lerle şirketleri keyfince kapatmasının da etkisi var. 
Türkiye ekonomisinin büyüme temposu yavaş. Kredi kartıyla iç talebin canlanmasına, devlet harcamalarının artırılmasına, inşaata bel bağlanıyor. Fakat vatandaşın geleceğe dair iş, aş, tasarruf umudunu gösteren güven endeksi düşmüş durumda. Darbeyi atlatmanın coşkusu giderek yerini umutsuzluğa ve gerçeklerin kendisine bırakmış vaziyette. Yani “tüketerek büyüyeceğiz” beklentisi de boş. 
 Türkiye’nin ihracat kayıpları sürüyor. Düşen turist sayısıyla birlikte dış ticaret performansı iyice düşmüş durumda. Türkiye ekonomisinin büyüme temposu yavaş. Sanayi üretiminde çarklar yavaşlamış durumda. Kârların finans giderlerine ayrılan kısmı her geçen gün  artıyor.
İşsizlik çift hanelerde dolaşıyor.  
Tüm bu sorunlar karşısında susmayı dayatan OHAL ekonomik faturayı büyütüyor!

ÜST TAMAMLANDIKÇA AŞAĞIYA TEKME SERTLEŞİYOR!

Egemen sınıf içi mücadelenin bir sonucu olarak karşımıza çıkan darbenin emekçi sınıflara etkisinin olmayacağını düşünmek saflık olur. Hem AKP’nin dikta hamlelerine hem de sermayenin zoraki el değiştirme süreçlerine bakıp, sürecin önüne barikat kurulamaması halinde, işçi sınıfına ağır bedeller ödetileceğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Jurgen Kuczynski tarafından yazılan “Nazi Yönetimi Altında İşçi Sınıfı ve Çalışma Koşulları” adlı kitap, 1930’ların Almanya’sına bakıp günümüz Türkiye’sinde olacakları tahmin edebiliriz.
Kitapta Nazi döneminin başlıca özellikleri şöyle özetleniyor: Artan çalışma süreleri ve iş yoğunluğuna karşılık reel ücretler düşük, hastalık izinleri oldukça sınırlı. İnsanlık dışı çalışma koşulları, fabrika içi zor kullanılarak sağlanan denetim, hak gaspları. Artan iş kazaları yanında daha fazla çocuk emeği kullanılması. Ayrıca sendikal faaliyetleri tümüyle yasaklamadan önce temsilci seçimlerine müdahale edilmesi. İşçi ücretlerinden birtakım adlarla sürekli kesintiler yapılması. İşsizlik fonunda biriken paraların savaş sanayiini güçlendirmeye aktarılması.” 
Türkiye’de Varlık Vergisi uygulamasıyla gayrimüslimlerin mallarına el konulduğu yıllar da farksız. O yıllar işçi eylemleri üzerindeki baskıların daha da yoğunlaştığı, çalışma sürelerinin 14 saate kadar çıkarıldığı yıllardır.
Tarihsel deneyimler ışığında vurgulayalım: Üstteki kavga tamamlandıkça aşağıya atılan tekme sertleşiyor!

YARIN: OHAL işçi haklarını gasbetmek için bir fırsat oldu

ÖNCEKİ HABER

Noaf bebek işte böyle öldü!

SONRAKİ HABER

İzmir’in mezar taşları!

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...