21 Kasım 2016 00:52

Kalbinin tam üzerine

İlhan Çomak, Mehmet Söğüt’ün 2015 yılında çıkan ‘Sürgün’ ‘Arıcı İbrahim’in Öyküsü’ adlı kitap ile ilgili yazdı

Paylaş

İlhan ÇOMAK 
Silivri Kapalı Cezaevi

“Derinlik, acı çekenlerin tekelinde olacaktır” diyordu Cioran, söyleşilerinin derlendiği kitabında. 
Acı, kişiye niye derinlik katar? Soru bu. Mutluluk ve sevinç değil de acı.Tartışmaya açık şekilde kişisel yorumum şu: Acı benzersizdir. Bu benzersizlik kişiler arasında farklılıklar yaratır ve kimlik edinmemizde, hayata bakışımızda bir doğrultu verir bize. Derinlik, deneyimle orantılı bir şey olmalı ki acıyla eşitleniyor, hiç olmazsa ona gereksinim duyuyor. Cioran’ın varsaydığı ve benim de katıldığım “derinlik” böyle bir gün görmüşlükle, tekamülle açıklamak yanlış olmayacaktır kanımca.

Unutmamak gerektir: Kalıcı olan mutluluk değil acıdır. Acı katıdır. Hazmı ve etkilerinin bu denli zor ve yaralayıcı olması işte bundandır. Derinliğin mutlak ve kaçınılmaz bir bedeli olacaktır!

Kudret ninem, genç yaşta vefat eden Mehmet dedemin eldeki tek fotoğrafını muskasının içine dikip boynuna asmıştı. Hiç çıkarmazdı bu muskayı, yaşanmamış veya yarım kalmış şeylerin güzelliğini tartıp hatırlamak amacıyla. Acı, özlem ve sevgiyle...

“Sürgün” kitabının bir alt başlığı var. “Arıcı İbrahim’in Öyküsü”. 2015 yılında Sınırsız yayınevinden çıkan romanda, sürgün olma halini, ülkemizde yaşanan savaş ve çatışmaların görünür yüzü olarak Arıcı İbrahim ve ailesinin trajedisiyle vermeye çalışmış Mehmet Söğüt. Kitap, sınırsız bir acıyla sınanan Gezer ailesinin yaşadıklarına odaklanmış.  Söğüt karmaşık bir kurgu, derin derin bir edebi atmosfer yaratmaya çalışmamış. Olaylardan, trajik gelişmelerden, insanın “olmaz” dediği gerçeklerden güç alarak ilerlemek çabasında olmuş. Bu da yer yer sıradanlaşan kuru bir anlatma, bir imkanın kaçırıldığı fikriyle işlenmemiş derin bir konunun ziyan olduğu hissine götürüyor. Bir ilk kitap değil Sınırsız. Daha önce “Mucizevi Hayatlar”, “Uğur’un Yaşı”, “Karanlıktaki Gölge” ve “Çöl Yalnızlığı” adlı dört kitap yayımlatan Söğüt’ün pek çok dergi ve gazetede yazıları yayımlanmış. Dolayısıyla daha iyi bir çalışma bekleme hakkımız bulunuyor.

ACI İNATÇIDIR, HÜKMÜNÜ MUTLAKA GERÇEKLEŞTİRECEKTİR

İbrahim amca ve ailesinin öyküsü az biraz biliniyor aslında. Zira “hayatta olmaz kurguda olur” dedirten yaşamı, Mano Xalil’in “Arıcı” adlı belgesel filmi ile işlenmişti. Film pek çok ödül almıştı, Avrupa’daki festivallerde. 

Şexo, Tacım, Elif, Ali, Xanım, Xanê, Ciger, Önder, Hasan, Mazlum, Nuray... Xacê ve İbrahim’in çocuklarıyla ölümün soğuk ve sıcak soluğuna karşı hayata inatla ve inançla tutunma çabasını görürüz romanda. Ailenin bütünlüğünü korumak ve sıradanlaşan ölümden uzak durmak isteği kitabın ve hayatlarının özeti aslında. Ne ki bunu başaramazlar. Ali, Tacım, Ciger tutuklanıp cezaevine konulur. İbrahim amca pek çok kez gözaltına alınır, işkence görür. Kızları Elif’in kömürleşmiş bedenini morgda teşhis etmek, onu ancak ayak parmaklarından tanımak, taşıran damla olur. Aile bir daha toparlanamaz. İstanbul’a göç edilir. yaşadıklarıyla kalbinde ve aklında birikenler, özellikle Elif’in kömürleşmiş bedeni, sürekli tehdit, eşinin ve çocuklarının öldürülme olasılığının yarattığı baskı dayanılmaz raddeye gelince dördüncü kattaki evinin balkonundan ölüme atlar Xacê. Acılarını hakkıyla yaşayamadan sürgüne yollanmak zorunda kalır aile. Kimi İsviçre’ye kimi İngiltere’ye gider. İbrahim amca Alplerde bildiği en iyi işe, arıcılığa başlar yeniden. Elbistan’ın Hasanalı köyünde başlayan hayatları kıyımla, işkence ve ölümlerle demlenerek sürgünde farklı bir yöne evrilir. Ama henüz bitmemiştir her şey. Acı inatçıdır, hükmünü mutlaka gerçekleştirecektir.

Acı yeryüzündeki en yaygın duygudur sanırım. Herkes acı çekmiştir. Başkalarının acısını hissetmek farklı bir deneyim. Ondan uzak dururuz ama başkalarının acısına ortak olmayı, onu duyumsamayı doğru şekilde bir erdem biliriz. Duygu taklidi yapmak değil de gerçekten duyumsamak... 

Gezer ailesinin yaşadıklarına ve kitaba ilgim iki sebebe dayanıyor esasta. Trajedinin büyüklüğü elbette çok geçerli bir sebep. Acıyı taşıma biçimleri, güzellikten taviz vermeden varolma çabaları... Diğeri de onlarla bir şekilde temas etmemdir. Ali üniversiteden arkadaşımdır zira. İstanbul Üniversitesi’nde okurken tanıştık onunla. Farklı fakültelerdeydik yine de tanışıklığımız vardı. Tertemiz ve sürekli gülen, ışıklı bir yüzü vardı. Güzel ama aynı oranda komik birkaç anımızı onun iyiliğiyle harmanlayarak hâlâ anlatırım. Oysa asıl tanışmamız cezaevinde gerçekleşti.

Ali benden evvel tutuklanıp cezaevine konmuştu, büyük işkenceler görerek. Ben tutuklanıp Bayrampaşa cezaevine götürülünce onun bulunduğu koğuşa verildim. O zorlu sürecin, gördüğüm yoğun işkencelerin yarattığı psikolojik travmaları atlatmamda çok büyük payı oldu Ali’nin. Benden çok tecrübeli olduğu için değil de iyiliğiyle, anlayışı ve gülüşlerinin sıcaklığını yonta yonta yaptı bunu. O iyi biriydi. İyi biri olmaya çalışmıyordu, gerçekten iyi biriydi. İyi biri olmak çabasını negatif bir yargı olarak belirtmiyorum. Sadece iyiliğin bir haslet olarak ondaki varlığına dikkat çekmek isteğindeyim.

Ali’nin Ümraniye Cezaevine gitmesinden 5 ay sonra ben de sevk oldum oraya, 1996 yılında. Bir sonraki yılın sonbaharında tahliye olana kadar beraberdik. Ben üstte o altta aynı ranzayı paylaştık. Hafif paytak yürüyüşü, sesinin incelikli tonu, gülüşünün yumuşakça yayıldığı yüzü ve babasından kendisine geçmiş, tutkuyla bahsettiği arılar - arıcılık... Elif’in akıbetini öğrenmişti. Ne ki acıyı çoğaltmamak isteğinden olsa gerek konuşmazdı pek. 

2011 yılının yaz aylarında TV’de gördüm onu en son. Pervari’deydi. Yürüyüşü Ali’nin yürüyüşüydü. Hafif paytak. Gülüşünden saçılan sonsuzlukla hâlâ oralardadır mutlaka... 

ÖNCEKİ HABER

İnsanlar rahatça gülebilsinler diye öldüler

SONRAKİ HABER

Türk Metal 3 lira zam diyor, işçi sendikacılara güvenmiyor

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa