09 Kasım 2016 00:56

Naif Bezwan: AKP, Yeni Osmanlıcı-emperyal bir okuma yapıyor

Bülent Ulus'un, Siyaset Bilimci Naif Bezwan’la Lozan-Musul tartışmasına dair röportajı

Paylaş

Bülent ULUS
İstanbul

Emperyal güçlerce ‘yeni’ bir biçim verilmeye çalışılan Ortadoğu’da ‘küresel’, bölgesel ve iç savaşların her türlüsüyle karşılaştığımız bugünlerde, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Birileri de Lozan’ı zafer diye yutturmaya çalıştı...” çıkışıyla başlayan tartışma sürüyor. * Tartışmanın alt metninde ise IŞİD’e karşı kuşatmaya alınan Musul vardı elbette. Mardin Artuklu Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi iken son KHK ile ihraç edilen Siyaset Bilimci Naif Bezwan’la yaptığımız röportaj, Lozan-Musul tartışmasına dair önemli siyasal-tarihsel perspektifler içeriyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “1920’lerde bize Sevr’i gösterdiler, 1923’te Lozan’a razı ettiler. Birileri de Lozan’ı zafer diye yutturmaya çalıştı...” açıklaması sonrası başladı tartışma. Cumhuriyet rejiminin kurucu belgelerinden biri olarak kabul edilen Lozan Antlaşması’nın bugün tartışmaya açılmasının anlamı nedir?
Bu, Türkiye’nin iktidarına talip olan egemen kesimler tarafından konjonktüre göre dönem dönem yapılan bir tartışmadır. Yeni bir şey değil ama neden bugün yapıldığı sorusu tabii ki önemli. Türk-Müslüman-Sünni çoğunluğu temsil etme iddiasında olan kesimler açısından iki temel okuma biçimi var burada: Birincisi, Osmanlıcı-Yeni Osmanlıcı ya da emperyal diyebileceğimiz bir okuma. Diğeri ise Kemalist, Türk milliyetçiliğinin Kemalizm versiyonunu esas alan, Türkiye’nin Lozan’la çizilen sınırları üzerinde mutlak Türk iktidarı öngören Kemalist bir okuma biçimi.

Meselenin bu kritik konjonktürde gündeme getirilmesi kuşkusuz bilinçli bir çabanın sonucudur. Hükümet ve Türkiye Cumhuriyeti açısından bugün Lozan tartışmasının bu şekilde gündeme getirilmesi, bir yanlışlığın, yanlış bir bölgesel dış politikanın üstünü örterek ve fakat aynı politikayı başka araçlarla sürdürme çabası olarak görülebilir. 

“Bize Sevr’i gösterdiler Lozan’a razı ettiler” açıklamasıyla da ilişkili olarak, Sevr ve Lozan Kürtler için ne ifade ediyor?
Her iki anlaşmada da yeni siyasi haritalar çizilirken, özellikle Osmanlı Kürdistanı olarak bilinen Kürdistan’ın coğrafi, ulusal ve toplumsal bütünlüğü hiçbir şekilde gözetilmiyor ve parçalanıyor. Aradaki fark; Sevr’in Kürdistan’ı, Kürdistan kavramını sınırlı da olsa, parçalanmış bir bölgede olsa tümüyle inkar etmemesi, yok saymamasıdır. Yani Kürdistan’ın bir yandan territoryal (ülkesel devlet) ve kavmi bütünlüğü parçalanmakta, diğer yandan de siyasi bir entite olarak sınırlı anlamda varlığı kabul edilmektedir. Ama iki antlaşmada da Kürdistan’ın bilinen sosyal, coğrafi, milli bütünlüğü parçalanıyor. Lozan’da Kürdistan hiçbir şekilde yer almadığı gibi Kürdistan’ı, Kürtleri çağrıştıracak bir ima dahi söz konusu değil. 

Lozan’ı anlamanın bir yolu da metinde açıkça ifadesini bulan hükümler dışında, bilinçli bir şekilde metnin dışında bırakılan; aslında Lozan Antlaşması’nın konusu olduğu, önceden, ön görüşmelerde şiddetli tartışmalara neden olduğu halde, antlaşma metninde hiçbir şekilde ifade edilmeyen meselelerdir. Yani Lozan’ı bir metin olarak ele alırsak, açıkça ifade edilenler var, bir de siyasi ve stratejik hesaplarla ifade edilmeyen bir alt-metin var. Alt-metin, metnin kendisinden daha önemli sonuçlar doğruyor. Bunların başında da Kürtlerin kavmi hakları ve Kürdistan meselesi geliyor.

Buna başka bir örnek de Ermeni meselesidir. Ermenilerin diğer azınlıklar gibi ana dilinde konuşması, Lozan’ın azınlıklarla, gayrimüslimlerle ilgili maddelerinden yararlanması öngörülmekle birlikte, 1915’in nedenlerine ve sonuçlarına dair Lozan’da hiçbir atıf yoktur. Buradan çıkardığımız sonuç şu: Antlaşmada ifade edilen, bildiğimiz metin kadar bilinçli olarak onun dışında bırakılan alt-metin de en az metin kadar önemli etkiler yaratacak mahiyettedir. Son Lozan tartışmaları işte bu alt-metin okumaları üzerinde yürütülen tartışmalardır.

Öte yandan “Musul Musulluların, Telafer Telaferlilerindir. Hiç kimsenin buralara gelip girmeye hakkı yok...” açıklaması deniyor ama ‘Rojava Kürtlerindir, kimsenin buraya girmeye hakkı yoktur” denmiyor mesela...
Biliyorsunuz Misakımilli’nin coğrafi sınırları esas olarak Osmanlı Kürdistanı ile sınırları 1923 Lozan Antlaşması’yla çizilen bugünkü Türkiye’yi kapsamaktadır. Misakımilli’de Osmanlı egemenliğinde olan Arap bölgelerinin self determinasyon gereği Arap yönetimlere bırakılacağı ifade edilmektedir. Bu topraklardaki insanların kendi geleceklerini tayin edebilecekleri, Misakımilli’de dile getirilen bir husustur. Orada, az önce ifade ettiğiniz gibi Kerkük’ün, Musul’un istenmesi, Kürtlerin çoğunlukta olması hasebiyle yapılan bir taleptir. Yani örneğin Musul vilayeti, Türkler çoğunlukta olduğu için Türkiye Cumhuriyetine verilmesi gerekiyor gerekçesiyle talep edilmiyor. 

Bugün bile Arap coğrafyasına, Osmanlı egemenliğindeki diğer coğrafyalara yönelik biraz daha itidalli, biraz daha dikkatli bir politika izlenirken, Kürtlerin çoğunlukta olduğu bölgelere hâlâ bir egemen olma, elde tutma, yayılma politikasının nesnesi haline getirme ya da siyasi olarak böl yönet politikasının nesnesi haline getirme tavrı egemen olmaya başladı. 

‘ORTADOĞU’DAKİ GELİŞMELERİ HUKUKEN İZAH ETMEK ZOR’

Uluslararası hukuk ve ilişkiler açısından bir dayanağı yokken, Türkiye’nin Musul ısrarının sebebi nedir? Bu ısrarın sonucunda neler olabilir?
Günümüzde özellikle Ortadoğu’daki gelişmeleri uluslararası hak, hukuk açısından izah etmek zor. Mesela Suriye’nin durumuna baktığınızda, devletlerin egemenlik ve milletlerin kendi geleceklerini tayin etme haklarının amir hükümler olarak görüldüğü uluslararası düzen yerine, 19. yüzyılın sonlarında egemen olan anlayış söz konusu. Büyük devletlerin belli coğrafyalarda nüfuz alanları oluşturma ve bu nüfuz alanlarını oluştururken de birbirlerinin çıkarlarını oldukça kırılgan ve hassas reel politik güç dengeleri ve mecburiyetler üzerinde gözetme politikaları söz konusudur. Böyle olduğu için Suriye’ye askeri müdahale meselesinde Türkiye’ye yönelik şöyle bir tutum öne çıkıyor: Eğer senin güvenlik ihtiyaçların varsa burada küçük bir bölgeyi kendi güvenlik ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde denetle. Şu anda biz buna göz yumabiliriz. Nitekim ABD, Rusya, İran hatta Suriye rejimi bile önemli ölçüde göz yumdu. Dolayısıyla uluslararası hukukun gerektirdiklerinden ziyade, güç ilişkileri üzerinden tanımlanan nüfuz alanları oluşturma politikaları söz konusu olduğu için ilk başta çok büyük bir itiraza neden olmadı.

Başika meselesine gelince, Irak hükümetinin bu yönlü bir karar alması, yani Türkiye’nin askeri varlığını diplomatik ve siyasi anlamda ifade edilebilecek en sert kavramlarla nitelendirmesi, olumsuz sonuçlar doğuracak. Mesele şu ki hassas ve kırılgan kuvvet ilişkileri ve dengeler üzerinde inşa edilen politikalar, bu dengeler değiştiği andan itibaren yeni krizlere ve çatışmalara neden olabilmektedir.

BİR MİLLETİN KURUCU MİTİ DİĞERİNİN KURUCU FELAKETİ OLURSA...

Erdoğan’ın Lozan’a ilişkin söylediklerinden önce, Ortadoğu’ya dair de Sykes-Picot’a atıfla ‘sınırları cetvelle çizdiler’ şeklinde karşı çıkışlar olmuştu iktidar mahfillerinden. Keza Kürtler açısından da ‘Lozan’la inkar edildik, Sykes-Picot da bizim için miadını doldurmuştur’ mealli tartışmalar var. Bu argümanlarla yürütülen tartışmalar Kürtler ve Türkiye açısından nasıl okunabilir? 
Ortadoğu’da var olan çatışmaların, problemlerin en temel sebeplerinden biri de bir milletin kendisi için kurucu mit olarak kabul ettiği bir olayın başka bir millet tarafından kurucu bir felaket olarak görülmesidir. İsrail’in 1948’de BM’de kurulmasını düşünelim. Bu Yahudi toplumu açısından binlerce yıl süren çilelerle, işte Holokost gibi korkunç bir felaketle sonuçlanan bir toptan yok olma felaketinin sonucunda verilmiş, alınmış, elde edilmiş bir haktır. Nihayet Yahudi kavmi artık asırlardır süren bir diaspora hayatından, soykırımdan sonra gelip kendi ata topraklarında rahat bir biçimde yaşayacak, böyle bir anlamı var. Ama Filistinliler için bunun anlamı tam bir felaket! Bir kurucu felaket! Aynı şey Lozan için de söz konusu. Türkiye Cumhuriyetinin resmi devlet doktrini açısından neredeyse anayasa-üstü bir öneme sahiptir Lozan Antlaşması. Kurucu bir mit. Ama bu mesele Kürt tarih yazımında kurucu bir felaket olarak algılanmaktadır. Kürdistan’ın territoryal, milli, kavmi, sosyal yapısının parçalanmasının hareket noktası olarak görülmektedir. Kürtlerin Qamişlo-Nusaybin gibi birbirine taş uzaklığında olan iki şehrinin köy köy, aşiret aşiret, aile aile bölünmesi olarak görülmektedir. Biliyorsunuz,Kürtler sınırları sınır kavramıyla ifade etmemekte, serxet-binxet olarak ele almaktadır. Yani bir hat çekilmiş, hattın ötesinde ve berisinde olanlar... Dolayısıyla aynı şeyi görüyoruz. Bir millet açısından kurucu olan bir mit, diğer millet için kurucu bir felakete dönüşebiliyor. Bu örnekler çoğaltılabilir. 

Bugünkü iktidarın Lozan tartışması yapması tamamen Yeni Osmanlıcı emperyal bir okuma. Öncelikle bunu görmek lazım. Lozan’ı bir emperyal okuma çerçevesinde hezimet olarak görmek mümkün. Eğer sizin gerçekten Türkiye Cumhuriyeti’nin mevcut sınırlarının dışında bir ülke ve toprak tahayyülünüz varsa, o zaman bu perspektiften bakıldığında Lozan bir hezimet olarak okunabilir. Zaten Türkiye’nin klasik milliyetçi muhafazakar sağının bir kısmı da bunu yapagelmiştir. Bu eski bir tartışmadır aynı zamanda. Lozan görüşmelerini konu edinen Meclis tutanaklarına baktığınızda bugüne kadar devam eden bir tartışmadır. 

Bu tartışmanın şöyle bir mantığı olabilir; memalik-i Osmanlıyı, Osmanlı egemenliği altında olan coğrafyayı kaybedilmiş topraklar olarak, egemenlik kaybı olarak gördüğünüzde ve yeniden tesis edilmesi gerekli bir hak olarak gördüğünüzde, Lozan ve Musul’u tartışmanız gayet normal!

HAK EŞİTLİĞİNE DAYALI ORTAK BİR MÜCEDELE

ABD ve Rusya’nın özellikle Suriye üzerinden hegemonik bir savaş yürüttüğünü görüyoruz. Sykes Picot’tan Lozan’a ve bugünkü Suriye savaşına kadar, Ortadoğu yüz yıldır paylaşım mücadelesinin merkezinde yer alıyor. Bölge halkları için bu politikanın yol açtığı sonuçlar konusunda neler söylenebilir? Hukuki normların dikkate alınmadığı bu ortamdan çıkış yolu nedir?
Tartışmamızın hareket noktası Lozan meselesine ve I. Dünya Savaşı’na baktığımızda ne vardı: I. Dünya Savaşı aynı zamanda çok yönlü, çok büyük çapta rejim değişikliklerinin olduğu, sınırların değiştiği ve nüfus yapılarının/demografilerin zorla değiştirildiği bir savaş oldu. Ülkelerin sınırları, nüfus yapıları değişti. Mesela Türkiye’nin bazı yerlerinde nüfusun neredeyse yarısını teşkil eden Rum, Ermeni ve diğer nüfuslar birden yok oldu! Dolayısıyla rejimlerin, sınırların ve nüfus yapılarının değiştiği bir süreç yaşandı. II. Dünya Savaşı’nın Sovyetler Birliği ve Amerika’nın, Batı müttefiklerinin zaferiyle sonuçlanmasından sonra Birleşmiş Milletler kuruldu. BM dört temel ilkeye dayanıyor: Devletlerin toprak bütünlüğü ve hükümranlık hakları; milletlerin kendi geleceğini tayin etme hakkı; kolektif güvenlik politikası; barış içinde bir arada yaşama politikası. Bu temel normların hepsinin şu anda tartışmalı ve belirsiz hale geldiği bir süreç yaşanıyor Ortadoğu’da. 

1989’da Sovyetler Birliği’nin de dağılmasıyla bu bahsettiğimiz süreç başladı. Ama şu anda Ortadoğu’da en kesif, en yoğun, en zor haliyle bu süreci görüyoruz. Bahsettiğimiz dört ilke de geçerli olmaktan çıktı. Tamamen güç ilişkileri, değişen menfaat ilişkileri üzerinde inşa edilen geçici koalisyonlar ve buna dayalı politikalar var. Tabii ki bunun etnik ve mezhep boyutu var. Suriye’de, Irak’ta olduğu gibi...

DAHA GÜÇLÜ OLARAK BİR ARAYA GELİNMELİ

Bu durumdan nasıl çıkılır? Değişik kesimlerin, bu coğrafyada yaşayan halkların, demokratik güçlerin, barıştan yana olan, birlikte yaşamaktan yana olan güçlerin kafa yorması gereken ana problem budur kuşkusuz. Şu anda gördüğümüz durumda belki birtakım temel ilkelerden söz etmek mümkün. Bu, birlikte yaşama kültürünü hak eşitliği üzerinden savunanların, savaşla sorunların çözülmeyeceği yaklaşımını benimseyenlerin çok daha güçlü olarak bir araya gelmesi, ortak bir söylem geliştirmesi, ortak çalışmalar yapması, birbirini daha yakından tanıması şeklinde olabilir. 

En başta da her ülkede mücadeleyi yürüten insanları çok daha güçlü bir şekilde, demokratik bilinç ve hak eşitliği üzerinden, mesela milletlerin eşitliği üzerinden, barış üzerinden bir araya getirmek... 

Yine şu azınlık şu çoğunluk demeden hak eşitliğini öne alan, çoğulculuğu, demokratik barışçıl bilinci ve direnişi eksen alan bir yaklaşım sonuç verebilir. Şu soruyu rahatlıkla sorabiliriz: Bugün bahsettiğimiz şeyler sahada ne kadar geçerlidir? Doğrusu bundan çok emin değilim. Ama hak eşitliği, demokratik değişim, hiçbir kesimin diğer kesimi azınlık olduğu için ezmemesi burada temel bir meseledir. Böyle bir yönelimin vazgeçilmez hareket noktalarının, barış ve demokratik direniş kültürü etrafında bir araya gelmek, ortak çabalarda bulunmak olduğunu düşünüyorum. 
 

*Bu röportaj 675 sayılı KHK ile kapatılan Tîroj dergisi için yapılmıştır 

ÖNCEKİ HABER

Cemil’in Hatay’a gönderilmesi eziyetten başka bir şey değil

SONRAKİ HABER

Kamuran Yüksek: Çözüm umudunu korumak istiyoruz

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...