04 Kasım 2016 11:03

Leyla Çiçek: Çocukken belediye başkanı olmak istiyormuş

10 Ekim Ankara Katliamı'nda hayatını kaybeden Leyla Çiçek anısına...

Paylaş

Ertan Altan

Üç yaşında bir kızım var; adı Leyla. Annesi Mardinli bir Kürt… İnsan soyunun anneden devam ettiğine inandığım için, Leyla benim küçük Kürt kızım.

Neredeyse bütün hayatımı Kürtlerle birlikte geçirdim. Onların bu ülkede yaşadığı acılara yakından tanıklık ettim. Şimdi yeni bir acıya, bu kez kızımla aynı adı taşıyan genç bir Kürt kızının arkasında bıraktığı acıya tanıklık etmek için Tarsus’a doğru yola çıkıyordum.

Leylaların oturduğu yoksul mahallesi Mithatpaşa, Tarsus’un antik kalıntılar ve müzelerle dolu şehir merkezine genişçe bir düzlük ve bir kanalın arkasından bakan bir göçmen yerleşimi. Tuhafiye dükkânı işleten babası Hüseyin Çiçek’in evi mahallenin, yoksul Türklerle Kürtlerin bir arada yaşadığı girişinde. Daha ötelerde sadece Kürt mahalleleri varmış.

Çiçek ailesi, Diyarbakır Kulp’tan Tarsus’a 1987 yılında göç etmiş. Henüz köy boşaltmaların başlamadığı o yıllarda işsizlik ve fakirlik nedeniyle Çukurova’nın yolunu tutmuşlar. Kemal Tahir’den, Orhan Kemal’den defalarca okuduğumuz bildik hikâye… Göç ettikleri ilk yıllarda tarım işçiliği de dâhil pek çok işte çalışan aile, Tarsus’ta tutunmak için büyük çaba harcamış.

Baba Hüseyin Çiçek’le, mahalleye adını veren Mithatpaşa Kanalı’nın başında buluştuk. Ara sokakların yolunu tutarken, çoluk çocukla dolu kalabalık bir Kürt evine gideceğimizi düşünüyordum ama kederli bir anayla, içine kapanmış bir ağabey karşıladı beni. Bir de, iki katlı evin merdiveninin altına yapılmış kümesteki keklikler…

Ne zamandır keklik beslediklerini sordum. Daha bir yıl olmamış. Hüseyin Çiçek, evden ayrılırken kekliklerin fotoğrafını çekmemi istedi. Bu garip istek beni şaşırtmadı. Leyla gitmiş, ev boşalmıştı. İki ablası yıllar önce evden ayrılmış. Leyla da Ankara’dan dönemeyince, kalabalık Kürt evi tenhalaşmıştı. Hüseyin Çiçek evi keklikle doldurmaya karar vermiş.

Leyla’nın evi bahçe içinde. Sokak kapısından girişte dar bir koridor, arkaya doğru genişleyen bir bahçe…

Leyla bu evde dünyaya gelmiş. Ailesi Kulp’tan göç ettikten altı yıl sonra… 1993, Kulp’u da içine alan yangının bütün bir coğrafyayı yuttuğu yıl. Dağlarda kentlerde yirmili yaşlarda gençlerin ölüp gittiği, “doksanlar” diye adlandırılan döneme rengini veren esas tarih…

Çiçek ailesi doksanların cehenneminde Tarsus’ta olsa da ilçelerinin, köylerinin dağıldığına, akrabalarının ocaklarının söndüğüne tanık olmuş.

Leyla’nın ilk adımlarını attığı, ilkokula başladığı evi işte böyle bir atmosferle kaplıydı… Yılda bir kez gördüğü Diyarbakır, Kulp yani bölge, akrabalardan, tanıdıklardan, televizyondan gelen haberlerle Tarsus’un Mithatpaşa mahallesini baştan başa çevreliyordu.

Leyla, göçle geldiği bir Türkiye kentinde yaşasa da, Kürtçeyi çarşıda pazarda değil, sadece evinin içinde konuşsa da memleketinde olanlar onu kuşatıvermiş. Hem de bütün ailesinde en çok onu.

Liseyi bitirdikten sonra hem üniversiteye hazırlanmaya hem de babasına dükkânda yardım etmeye başlamış. Makaralar, düğmeler, dantel ipleri arasında hukuk fakültesi hayalleri kuruyormuş. Ama yalnızca iki kez sınava girme fırsatı bulabilmiş.

Çiçek ailesinin küçük kızı, Tarsus’un Diyarbakırlı Leylası, sessiz sedasız büyüyüvermiş. Ülkesini yangın yerine çeviren felaketler evini ve mahallesini de etkisi altına aldığı için ergenlik, genç kızlık gibi büyüme çağlarının fırtınalarına hiç yakalanmamış. Diyarbakır’daki akranlarıyla birlikte Leyla’nın kaderi de ailesinin kopup geldiği coğrafyayla erkenden birleşmiş.

İlkokul, ortaokul, lise sıraları, sınavlar, arkadaşlar, tuhafiyeye gelen müşteriler, sıcak Tarsus gecelerinde kapı önünde sohbetler… Leyla’nın sıradan hayatı, bir çırpıda geçip gidivermiş. Türkiye’nin diğer kentlerindeki yaşıtı milyonlarca genç kıza göre hiç de sıradan olmayan yirmi iki yıllık hayatı şimdi tarihte iz bırakan bir trajedinin konusu… Çiçek ailesinin evde yapayalnız kalan üyeleriyle, Leyla’nın annesi babası ve ağabeyiyle evin girişindeki küçük odada oturduk. Odada iki duvarının önüne çekilmiş üzerleri örtülü birer kanepe, ortada bir halı ve perdeler vardı. Leyla’nın bıraktığı boşluğu belirginleştiren bu sadelik içinde anneyle karşı karşıya geçtik. Türkçe bilmediği için Leyla’yı daha çok babası ve ağabeyiyle konuştuk. Ama gözlerim hep annenin yüzünde.

Neden Leyla için orada olduğumu tam olarak bilmiyordu. Oğlu ve kocasının yaptığı Kürtçe açıklamadan sonra, kaybettiği kızının geride bıraktığı anılarının konuşulacağını anladı. Yüzündeki hüzün bir kat daha arttı.

Türkçe sohbetimizden yakaladığı kelimeler olduğunda araya giriyor, söyledikleri bana tercüme edilirken, acıyla başını sallıyordu.

Ben, Leyla çocukken ne olmak istiyordu diye sorunca atıldı; belediye başkanı olmak istiyormuş. Diyarbakır, Şırnak, Cizre, Hakkâri… Bu illerden biri olabilirmiş. Babası, Diyarbakır’dan başka yere gitsin istemezdim diyor.

Annesinin gözünde Leyla bütün hayallerini gerçekleştirebilecek bir kız. Hukuk kazanacağına da belediye başkanı olacağına da emin. Babası içinse Leyla’nın çocukluktan genç kızlığa geçtiği sonra da siyasi parti yöneticisi olduğu evre bir parça belirsiz. O hâlâ babasının küçük kızı.

Leyla ne tür müzik severdi, en sevdiği şarkıcı kimdi? Tarsus’ta kimlerin konserine gitmişti? Onu ne duygulandırır, ne öfkelendirirdi? En sevmediği ders hangisiydi? Hiç okuldan kaçmış mıydı? Hiç âşık olmuş muydu, evlenmek istiyor muydu?

Hayatının son yıllarında politik kimliğiyle özdeşleşen Leyla Çiçek ile ilgili bu soruların cevaplarını, ne ailesinde ne de partideki arkadaşlarında bulabildim. Onu tanıyan herkese göre en belirgin özelliği inatçı olmasıymış. İnat ve kararlılıkla barış için hayatının sonuna kadar çalışmış. Onları Ankara’ya götürecek otobüslerin önü polis tarafından kesilince, yolu açmak için ilçeyi ayağa kaldırmış.

Bir de partinin en çalışkan yöneticisi oymuş. Yüz kişiyle birlikte hayatını kaybettiği o mitingin Tarsus’taki hazırlık çalışmalarına kadar, hiç yorulmadan oradan oraya koşturup durmuş.

Hiç kimse, “barış şehidi” Leyla’yı partili kimliğinin dışındaki özellikleriyle anlatmak istemedi. Ya da bu özelliklerini kimse bilmiyordu.

O korkunç terör eyleminin olduğu barış mitinginden bir hafta önce Leyla’nın annesi Keziban Dilber Çiçek’in Ankara’da guatr ameliyatı olması gerekiyormuş. Ankara’ya parti ile birlikte gitmek için ameliyatı bir hafta ertelemişler. Leyla annesiyle birlikte binmiş parti otobüsüne… Mitingden bir gün sonra ameliyat varmış. O sabah annesini hastaneye yerleştirmiş, Ankara Garı’nın yolunu tutmuş. Ağır yaralanan Leyla’nın haberi akşam gelmiş. Hastanedeki yaşam mücadelesini kaybetmiş.

Hüseyin Çiçek ne yaşadığının farkına bir süre varamamış. Bir görevi de annesine refakat etmek olan küçük Leylasının bir barış aktivisti olarak can vermesi, hastanede kalan karısının çaresizliği, onu derinden etkilemiş.

Ama Hüseyin Çiçek’i en çok Leyla’nın Tarsus’taki cenazesi şaşırtmış. On binden fazla insan Leyla’yı uğurlamak için Tarsus’u doldurmuş o gün. Sağın egemen olduğu ilçede bu kadar büyük bir kalabalık hiç kimse için toplanmamış.

“Leyla için dünya yıkıldı” dedi babası. Galiba küçük Leylasının büyüdüğünü o miting gibi cenazede anladı.

Fotoğrafını istedim, getirdiler. Aile resimleri yoktu. Kim bilir hangi resmî iş için çektirdiği bir vesikalık fotoğraf. Gözlerinin üstüne doğru rengi solmuş. Hafif tebessüm etmiş bir dudak, siyah gözler, arkada toplanmış siyah saçlar, açık bir yüz… Diyarbakırlı genç bir kız. Kürtlerin partilerinde, sivil toplum örgütlerinde, evlerinde duvarlara asılan kayıp yüzlerden biri. Ailesi bu fotoğrafı hayatlarının sonuna kadar saklayacak. Onlardan da Leyla’nın doğmuş ya da doğacak akrabalarına geçecek.

Fotoğrafı verip kalktım. Vedalaştık. Kapıdan çıkarken son bir kez kekliklere baktım.

Kaynak: http://101015ankara.org/leyla-cicek-2/

ÖNCEKİ HABER

Meltem Mollaoğlu: Kısa çöpün de hakkını alabileceğine inanır

SONRAKİ HABER

DW: AB’den Türkiye ile ilgili en olumsuz ilerleme raporu

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...