10 Eylül 2016 00:55

Avrupa'da sağa kayma yarışı!

Avrupa'nın gündeminde Fransa ve Almanya'daki seçimlerde partilerin sağcı politikalara kayma yarışı var.

Paylaş

Fransa’da 23 Nisan’da ilk turu yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimleri için siyasi partiler adaylarını belirleme sürecine girdi. Hükümet partisi Sosyalist Parti ocak ayında, ana muhalefet partisi sağcı Cumhuriyetçiler Partisi ise 20 Kasım’da aday adaylık seçimleri yapacak. Sağın iç seçimleri yaklaştıkça adaylar arasında kapışma da hızlandı. Fakat hükümetin giderek sağa kaymasıyla sağ adaylar da birbirinden daha fazla sağcı önlemler sunmaya başladılar. 

Almanya’nın mülteci politikası ise aşırı sağ, ırkçı parti ve örgütler sayesinde  seçim kampanyalarını belirliyor. Yerel seçimlerde hükümetin mülteci politikasını eleştiren, Almanya’yı Almanya olmaktan çıkarmakla suçlayan Almanya için Alternatif (AfD) partisi Mecklenburg Vorpommern eyaletinde olduğu gibi ‘endişeli vatandaşların’ oylarını toplamaya aday. Merkel’in bir yıl önce söylediği ‘Biz bunu başarırız’ sözü seçimlerin kaderini belirleyen tarihi bir söze dönüştü.  Süddeutsche Zeitung’dan Heribert Prantl, Merkel’in tepki olarak söylenmiş bu sözcüğünün doğru olduğuna ancak içinin doldurulması gerektiğine dikkat çekiyor. 

Britanya’da AB referandum sonucunun yankıları halen sürüyor ve ekonomik durgunluğun kırıldığı söyleniyor. İngiltere Merkez Bankası bu sürede başarılı sınav verdiğini iddia ediyor. AB’den ayrılma yanlısı, sağcı ve göçmen karşıtı Telegraph gazetesi dönemin maliye bakanının yaymak istediği korkunun aksine, AB’den ayrılmanın Britanya ekonomisine iyi bir katkı sunduğunu, ihracatın arttığını ve Britanya’yı iyi bir gelecek beklediğini söylüyor.


CUMHURİYETÇİLERİN ADAY ADAYLIĞI KAMPANYASI: AŞIRI SAĞA KAYMA YARIŞI

Jérôme LATTA
Regards 

“SAĞ ve orta yol partilerinin aday adaylık seçimlerinin” tarihi yaklaşırken, tatil sonrası burkini üzerine tekrar alevlenen tartışmalar, eski UMP’nin büyük başları arasında adeta daha fazla sağa kayma yarışına dönüştü. Kuşkusuz “Cumhuriyetçiler” siyaset arenasındaki tektonikteki kaymaları bahane olarak gösterebilirler: ülke sağcılaşan bir sol hükümet tarafından yönetiliyor ve hiçbir şey söylemeden oylarını artıran aşırı sağ tarafından ise sağa çekiliyorlar, böylelikle öncelik verecekleri konuların üst sıralarına 3 İ’yi (identité-İslam-immigration/kimlik-İslam-göçmenlik) koymaktan başka seçenekleri var mıdır? Böylelikle 2017 seçimlerinde Sosyalist Partinin de kötünün iyisini seçme taktiğini daha da meşrulaştırmış oluyorlar.  

Öncelikle onlara esin kaynağı olan ülkenin (Hristiyan) kökenleri konusu tekrar öne çıkartıldı. François Fillon ilkokul öğrencilerine, çocuklarda eleştirel yaklaşımı hedefleyen öğretimin yerine, tekrar bu “ulusal öyküyü” öğretmek istiyor. ‘68 kuşağının sözde çarpıttığı okullardaki tarih programını eleştiren François Fillon, sömürgecilik tarihini tekrar aklamak/meşrulaştırmak istiyor, ona göre Fransa “sadece Afrika, Asya ve Kuzey Amerika halklarıyla kültürünü paylaşmak istemiş”. Bu konuda Nicolas Sarkozy de çok sevdiği geçmişe dair “sürekli pişmanlık duymaktan vazgeçme” konusunu tekrar gündeme getirdi. 

Fakat bu sefer eline bir de çakmak almış: “Kazanacağız çünkü Fransa’nın canlılık ateşini tekrar alevlendirmeye kararlıyız.[…] Bizleri aydınlatan, onurlu ve mükemmel  Fransa ateşi asla hiçbir zaman sönmeyecek”.  […] Eski cumhurbaşkanı, Bonapartist bir mirası üstlenerek kendisini her şeyi kapılar arkasında hazırlayarak sunanlara karşı, “yönetici bir azınlığa karşı”, bir “elite” karşı “Fransa halkının adayı”olduğunu lanse ediyor.  

İmparatorluk ile otoriter bir cumhuriyet arasında kıl payı fark var: Sarkozy “18 yaşında işsiz ve eğitim sisteminin dışında olan tüm gençlere” “Erken kalkmayı, disipline saygı göstermeyi, hatta Fransızca konuşmayı öğretmek için” askerliği tekrar zorunlu kılacağını belirtiyor. 

Diğer adaylardan biri Jean-François Cope ise okullarda “herkese önlük, her sabah bayrağa saygı ve istiklal marşını” söyleteceğini savunuyor. […] Küçük adaylardan Geoffroy Didier ise […] okullarda “nezaket, cumhuriyetin değerleri ve Fransız kültürü” üzerine dersler verdirmek istiyor.[…] 

[Sağcı partinin yöneticilerinden] Eric Ciotti parti aday adaylarının önerilerine dair durumu şöyle iyi özetliyor: “Gelecek seçimler Fransızların nasıl korunacağı ve bir savaş şefi olabilme kapasitesi üzerinden oynanacaktır. Bu sorun, işsizlik sorunundan da önce, en temel sorun olacaktır”. 

Sarkozy bu uyarıyı iyi duydu: “Savaş savaştır, kazanmak gerekiyor, düşmanlarımızı ezmemiz lazım”. Ve “Fransa, Fransa kalmalıdır” diyor. […] Bunun için Christian Estrosi’nin ağzından düşmeyen “beşinci kolu” ezmek gerekiyormuş. 

Aday Nadine Morono’nun önerisi ise şu: “Tamamen kapalı türbanı giyenlerin aile yardımını keseceğim, eğer yabancı ise yurt dışı edeceğim”. 

Jean-François Cope ise ulusal cömertliğe karşı öfkeliymiş. Ona göre “Milli gelirin yüzde 30’u sosyal işler için harcanıyor, güvenliğe sadece yüzde 3 ayrılmış. Bunu terse çevirmek lazım” mış. Nicolas Sarkozy ise “Devlet sağlık yardımını AME’yi” yok etmeyi ve “5 yıldır burada bulunduğunu kanıtlamayan hiçbir yabancıya sosyal yardım vermemeyi” öneriyor. Ona göre “Göçmenlerle sorunu olduğunu söyleyen Fransızlar göçmen düşmanı” değilmiş.

Bruno Le Maire ise yabancıların “Okul yardımını kesmeyi” öneriyor. Belirtmek gerekiyor ki, bu yarış içinde Alain Juppe diğerlerine göre biraz daha farklı. “Bordeaux” belediye başkanı cumhurbaşkanlığının merkez sağda kazanılacağına inanıyor ve ona göre davranıyor. Fakat ekonomik önlemler üzerinden kazanılacağına inanmıyor ve programında o da diğerleri gibi otoriter önlemleri öne çıkartıyor: Suçlulara karşı daha kesin mücadele, cezaevlerinin kapasitesini 10 bin arttırma, toprak hakkının çerçevesinin daraltılması, Schengen Antlaşması’nı tekrar kaleme alma… Onu hedefleyerek rakibi Nicolas Sarkozy, “Biraz sağdan, biraz soldan önerileri olan bir aday olmayacağım, orta yolun adayı değilim” diyor. Bu itiraf diğer rakipleri için de geçerlidir.  

(Çeviren: Deniz Uztopal)



İNSANLIK İÇİN ÜÇ KELİME

Heribert PRANTL
Süddeutsche Zeitung 

BAŞBAKAN Angela Merkel‚ “Wir schaffen das-Biz bunu başarabiliriz!” yerine başka bir şey de söyleyebilirdi. Örneğin: “Çocukların gözyaşlarına teslim olmayacağım.”

Avusturya İçişleri Bakanı Johanna Mikl-Leitner mülteci politikasını böyle dillendirmişti. Almanya’da da devleti koruduğunu söyleyen bazıları aynı düşüncede, “Dozu ayarlanmış insanlık dışılık, dozu ayarlanmamış mülteci kabulü politikasından daha iyidir” ahlak anlayışıyla savunmaktaydılar. 

Angela Merkel, bir yıl önce kalpleri ve sınırları mültecilere kapatmalı mıydı? Sınır koruma polisini mültecilerin önüne salıp politikasını biber gazı, cop ve TOMA’larla mı ortaya koymalıydı?

Mültecileri şiddetle durdurup ölüm ve yaralanmaları göze almalı mıydı? Mülteci çocukları Türkiye’de Bodrum’da değil de Almanya sınırında Passau’da mı ölmeliydiler?

Televizyonda Başbakan Yardımcısı Gabriel ve İçişleri Bakanı Thomas de Maizière ile birlikte kararlı bir suratla sert çizgisini mi açıklamalıydı? “Sevgili yurttaşlarım, görüntüler hiç hoş değil. Bize de acı veriyor. Ama dünyanın tüm acısını biz yüklenemeyiz, oldukça fazla. Ülkemiz uzun süre cömert davrandı ama sınırımıza eriştik. Bu nedenle sınırlarımızı kapatıp ülkemizi koruyacağız. Bunu sağlamak için başvuracağımız yöntem bizim de hoşumuza gitmiyor. Ne yazık ki başka bir yol yok. Bu resimlere, bu sefalete hep birlikte bakacağız ama ülkemizin ve Avrupa’nın dengesini korumak için sınırlarımızı kapatacağız. BM’den mültecilerle daha yakından ilgilenmesini isteyeceğiz. BM mülteci yardım örgütüne yaptığımız mali yardımı arttıracağız.”

Böyle bir açıklama ve böyle bir politika ile Almanya şimdi başka bir ülke olurdu. Örneğin Macaristan’a benzerdi. 1. madde Anayasa’dan kaybolurdu ve nerede olduğunu araştırmak için komisyonlar kurulurdu. Ama Merkel böyle bir politikayla şansölye olarak kalırdı. AfD olmazdı, çünkü hükümetin politikası AfD’nin politikası olurdu. Mecklenburg-Vorpommern eyaletindeki seçimler hiç kimseyi ilgilendirmeyen ‘normal’ seçimler olurdu. Şimdi ise bambaşka bir durumla karşı karşıyayız. Mecklenburg-Vorpommern’de 1.3 milyon seçmenin beşte biri aşırı sağcı, yabancı- mülteci düşmanı AfD’yi seçti. “Wir schaffen das-Biz bunu başarabiliriz!”in birinci yılında mülteci politikası çerçevesinde sürdürülen seçim kampanyasıyla parlamentodaki tüm partiler oy kaybettiler. Koparılan fırtınaya rağmen Şansölye Merkel az oy kaybetti ama seçimler sembolik anlam kazandı.  

“Wir schaffen das-Biz bunu başarırız!”, bu cümle bir yıl boyunca kullanıldı, sarsıldı, takla attırıldı, dalga geçildi. Bu söz Avrupa’ya, Almanya’ya cesaret vermek için söylenen bir cümle miydi? Mültecilere açık davetiye miydi? Boş bir vaat miydi? Hayır. Bu küçük cümle Heidenau’da ırkçıların dalga geçmesine tepki olarak söylenmiş bir cümleydi. 27 Ağustos 2015’te Avusturya sınırında bir kamyonun içinde ölü bulunan mültecilere tepki olarak söylenmiş bir cümleydi. Akdeniz’de kitlesel ölümlere tepkiydi.

Bu 14 harften içi doldurulmamış, kalpten gelen bir cümle oluşturulmuştu. Ardında ne uygulanacak bir politika, ne de bir program vardı. Mülteci politikası olabildiğince sertleştirilmesine rağmen kullanılmaktaydı.

Merkel, cümlesinin ardında durmadı ama bu cümle birçok mülteciye umut verdi, bir çok Alman’a ‘Mülteciler hoş geldiniz’ dedirtti. Aşırı ölçüde tepkiye de neden oldu. Köln tren istasyonundaki olaylar, birkaç yerde ortaya çıkan terör eylemleriyle halk içinde mülteci ve iltica politikası düşmanlığı, mültecilere yönelik korku yaygınlaştırılmaya çalışıldı.

“Wir schaffen das-Biz bunu başarırız!” bir yıl boyunca toplumun içine korku yayılması için kullanıldı. Şimdi ise 15 harflik bir cümleye ihtiyacımız var: “Entängstigt euch!- Korkularınızdan kurtulun!” 

Bu söze uygun politika Anayasa’nın değerleri üzerinde kurulu bir kültürle uygulamaya sokulabilir. Pratikte ise mültecilerin korkmadan, kendilerini yeni vatanlarında huzur içinde hissetmeleriyle kendini gösterir. Düşünün Almanya’da yaşayanların onda biri mülteciler için karşılıksız bir şeyler yapıyor.Ama medyada aşırı sağcılar, ırkçılardan söz ediliyor. “İyi insanlar” AfD ve PEGIDA gibi aşırı sağ örgütlerin propagandaları arasında görünmez hale geldiler. 

Merkel’in cümlesi tarihi anlam kazandı. Bunun içini doldurmak ise 21. yüzyılın en önemli görevi. Her şey istediğimiz gibi olmayabilir “biz bunu başarabiliriz’in yerini Türkiye ile mülteci pazarlığı ve iltica yasasının sertleştirilmesinin alması bunun göstergesi. 

Yine de, her şeye rağmen biz bunu başarabiliriz. Willy Brandt’ın tarihi “Mehr Demokratie wagen- Daha fazla demokrasiye cesaret” sözündeki gibi. 

Üç kelime, bir söz ve bir tarihi görev bizi bekliyor...

(Çeviren: Semra Çelik)


BRİTANYA’NIN AB DIŞINDA GELECEĞİ PARLAK

Telegraph
Başyazı

MAYIS ayında maliye bakanlığının AB’den ayrılmanın etkileri konulu resmi analizinde, George Osborne şöyle demişti “AB’den ayrılmaktan yana bir seçim ekonomiye ani ve derin bir şok etkisi yapar. Bu şok ekonomimizi düşüşe sürükler”.

Yayınlanan bir anket ağustosta Britanya sanayi sektörünün çeyrek asırdır en büyük aylık yükselişini yaşadığını gösterdi. Bu anketten önce de tüketici güveninin ve perakende satışların AB referandumundan bu yana yükseldiğini belirten anketlerde yayımlanmıştı.

Birleşik Krallığın ekonomisindeki hareketliliğin nedeni biraz AB referandumun ardından sterlinde yaşanan düşüş, ve bunun ihracatlarımızı daha ucuz yapması ve uluslararası yatırımcılar için Britanya’nın daha çekici bir yer olması. Sterlindeki bu düşüş sanki olumsuz bir olaymış gibi yansıtılıyor, özelliklede BBC ve diğer AB’de kalmaktan yana olan medya unsurları tarafından. Fakat verilerin gösterdiği gibi, AB’den ayrılmanın gerçek faydaları da olabilir.

Tabii ki bu veriler üzerinden Birleşik Krallığın ekonomisi hakkında sabit sonuçlar çıkarmak mümkün değil. Aynı zamanda AB’den ayrılmak bir seçenek olduğunu hatırlamalıyız ve faydalarının bir kaç ay üzerinden değil, on yıllarca sürecek etkileri üzerinden ölçülecek.  Yinede Osborne gibilerinin sürekli uyardığı korku hikayelerine ihtiyatla yaklaşmayı tercih etti seçmenler, ve toplumsal aklın gelecek olaylarda sözde uzmanlardan daha iyi kılavuz olabileceğini kanıtladı.

Britanya’nın geleceği konusunda halkın dirençli ve iyimser beklentilerinden siyasetçilerin hepsi ders çıkarmalı. Bir çok aile AB dışında bir gelecek konusunda olumlu hissediyor kendisini. Siyasi liderlerimiz de böyle hissetmeli.

(Çeviren: Çınar Altun)

ÖNCEKİ HABER

Birlik olmazsak nerede çalıştığımız fark etmez

SONRAKİ HABER

‘Dayanışma kazandı, haber yapmaya devam edeceğiz’

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...