07 Eylül 2016 00:51

Yıkıldı yıkılacak evlerden ölüm şantiyelerine

Memleketlerinden İstanbul’a gelen inşaat işçilerinin hayatı, ölüm tehlikesinin olduğu şantiye ve kaldıkları yıkık dökük evden ibaret.

Paylaş

Uğur ZENGİN
İstanbul

Yıkıldı yıkılacak evlerden birinin bodrum katında memleketten beraber gelen 10 kişi kalıyorlar. Hayatları 150 bin metrekarelik şantiyeyle bakışan 60 metrekarelik evden ibaret. Şantiye büyük, kocaman. Şimdiye kadar 2 işçinin canını almış. Ev ise küçücük, ev de denmiyor, adı koğuş. Ranzalar yerleştirilmiş eve, 5 tane. Ufak bir banyosu var. Mutfak, dolap hak getire. Duvarlara çakılmış çiviler, bu çivilere asılmış baretler, kıyafetler. Çantalar ranza altında. 21. yüzyıldan eve kalan, ufak bir televizyon, çay makinesi, telefonlar ve çamaşır makinesi. Memleketin ahvaline bu küçük ekrandan bakılıyor, iş çıkışlarında belki bir okey oynanıyor. Bin liraya tutulmuş burası. Camlara teller çekilmiş, yerde kirli halılar var. Komşuları da var, orta yaşlı tütüncü bir kadın. 2 çocuğuyla sigara sarıyor, 20’li paketlere ayırıp 2.5 lira’dan satıyor. Çok sigara içen inşaat işçileri bu kadın için ‘ekmek kapısı’, kendisi böyle söylüyor. Sadece onun için değil, pantolon satan, meyve satan, çorap satan seyyara, kahveciye, börekçiye ekmek kapısı.

İSTANBUL’U İNŞAATTAN TARİF ETMEK

Evdekilerin neredeyse hepsi bu işe 15’inde el kapısına gelerek başlamış. Bu yüzden İstanbul’u inşaatlardan biliyorlar. Nerede oturduğumu, nerede çalıştığımı, nerede okuduğumu sorduklarında yanıtımı alır almaz kendilerine özgü biçimde tarif etmeye başlıyorlar: “Orada da çalıştım. Soyak’ın hemen orada huzurevi var orada onun az yukarısında... Okulun yurdunda da çalıştım, şu benzinliğin hemen orada. İstanbul’un her yerinde çalışmışız. Emin ol en az yüzde 80’inde. Avcılar’dan tut Kadıköy’e, Sarıgazi’den Yenidoğan’a kadar. Bazen inşaatta, bazen kamplarda, bazen çadırda kalmışız... Her neresi varsa...”

GURBET

İstanbul Anadolu Yakası’nda bulunan bir şantiyede çalışan binlerce işçi ekmek için el kapısına geliyor. 30 Yaşındaki Ali bunlardan biri, bahsi geçen evde babasından sonra en büyük o. Ailesiyle beraber her 3 ayda bir memleketi Van’dan İstanbul’a gelmek zorunda. “Gurbet hayatı yaşıyoruz” diyor: “ 3 ay ya da 70 gün burada çalışıp memlekete gidip bir daha geliyoruz.” Sordum, “Neden öyle yapıyorsunuz?”, “Geçim sıkıntısı” dedi: “14-15 yaşlarından bu yana buralardayız. İnşaat sektöründe yapmadığımız şey yok. Girmediğimiz iş kalmadı. Okumadık, okuyamadık. Durumlarımız iyi olsaydı zaten buralara gelmezdik. Biz Doğu’da zaten hepimiz yoksullukta yetiştiğimiz için ya inşaata gideceksin, ya okuyup bir yerlere geleceksin. Ailenin bütçesi yetersizse direkt inşaata yöneliyorsun. Ailene bir nevi katkın oluyor yani. Babam da inşaatçıydı, alçı boyacıydı. Babam da şu anda yanımda çalışıyor. Kardeşim de burada Mimar Sinan Üniversitesinde mimarlık okuyor. Hâlâ burada işçi olarak çalışıyor yani. Alçı boya işi yapıyor. Ne için? Geçim için.”
- 14-15 yaşında inşaat işçiliği zor değil mi?
- Zor olmaz olur mu? Ben ilk inşaata, İstanbul’a gelmiştim. Aile Van’da kalmıştı. Ailemi tekrar gördüğüm zaman babama sarılarak ağladığımı hissettim. Hıçkıra hıçkıra. Özlem var. Düşünsene o yaşta aileden ayrılıp gurbet ellerine geliyorsun. Kimseyi tanımıyorsun. 2000-2001 yıllarından bu yana buralardayım.

‘BİTTİKTEN SONRA BURAYA GELSEK ACABA ALIRLAR MI BİZİ?’

Ali, alçı-boya ustası. Yanında çalışan çırak harcını veriyor, o uyguluyor. Zımparalıyor. Boyuyor. Olmadı bir daha yapıyor. Banyo tavanını bantlıyor. Ufak temizlik yapıyor. Bir günde burada 1 daire bitiremiyor. “Daireler özel daireler” diyor, depreme dayanıklıymış. Deprem esnasında betonun kırılmaması için özel sistem geliştirilmiş. “Fugalı-mugalı” diyor: “O fugaların içini yapmak da biraz zordur. Bir dairenin satışı 1 milyondan başlıyor. Ufak daireler. Yabancılar geliyor oturuyor bizim için değil. Biz çalıştığımız sürece içindeyiz. İş bitti mi güle güle. İş bittikten sonra buraya gelsek acaba alırlar mı bizi? Ne biz onları tanırız ne onlar bizi tanır.”

ÜCRET YETER Mİ?

Tüm bu çalışmanın karşılığında aylık ellerine geçen ücret 2 bin 500-2 bin 600 lira. “Ücret düşmesin” kaygısı yaşanıyor. Ücret düşmesin ki eve daha çok ekmek göndersinler. Bunun bir bedeli var. Yorgunluk, bitkinlik, dalgınlık, iş kazası, iş cinayeti, sosyal hayatın olmaması ve dahası... “Yorgunluk, bitkinlik, dalgınlık... Çalışırken hissediyoruz. Düşünsene 8 saat sen ayakta çalışıyorsun. Eğer taşeronluk sistemi olmasaydı, belli bir şirkette güvencen olsaydı en azından 1 ayda 4 gün istirahat etmiş olsaydın insanın kendisi de yorgun olmazdı. İş hevesi olurdu. Daha ne bileyim dirençli olurdu. Taşeronluk sisteminde hem fazla çalışma hem de çalışmadığın zaman yevmiyenden gidiyor. Biz kalkmışız ta 2 bin kilometrelik yoldan gelmişiz, 3 ay 4 ay çalışmak için, ayda 4 gün (pazar günleri) yatmış olursak -zaten kazancımız yok- 400 lirayı çıkarttığın zaman 2 bin 500 liradan 2 bin seviyesine düşersin. Bu zaten senin sigara parana yetmez. Faturana yetmez. İnsanlar daha çok çalıştırılıyor, istirahat almadan 3 ayda sadece 1-2 gün dinlenebiliyor. En fazla 1-2 gün dinleniyor.”

DİNLENEBİLSİN DİYE...

“Ne yapıyor 1-2 günde? Nasıl geçirir? Nasıl dinlenir?” Ali’nin kardeşinden dinleyelim: “Çok yorgun olur ya da hastalanır. O gün de dinlenmeye çalışır yani. Gezme bizim gibi inşaat işçileri için yok. Tabii ki çıkar bir hava alır ama gidip de para harcayacak, gezecek keyfine bakacak bir durum yok. Bazen bir sahile gideriz, bir çay içeriz. İnsan tatilinde koğuşta geçirmek ister zamanını. Dinlenebilsin diye.”

ASIL SIKINTI TAŞERON SİSTEMİ

İşçilerin kaldığı koğuşta bir televizyon, çay makinesi, telefonlar ve çamaşır makinesi ve ranzalar bulunuyor.

İşçilerle konuştuğumuz gün de pazardı, ‘resmi tatil’. Akşam mesaiden çıkmışlar, yorgunlar. Pazar çalışmalarının, sigortaların eksik yatırılmasının, işten atmaların sebebini “taşeron” diye açıklıyor işçiler: “Sıkıntı aslında bakarsan taşeronluk sistemidir. Evde 10 kişi var. Hepimiz aynı taşerondayız. Biz bir ekibiz. Taşeronluk sistemi çözülmediği sürece pazar da çalışırız, hakkını savunamazsın. Misal günde 100 lira alıyorsun. Aylık 3 bin lira yapıyor doğru mu? Sigortamı 1300 gösteriyor mesela. Halbuki 3 bindir. Oradan çalıyor. Çalışmadığım gün de sigorta yatmaz. Oradan da çalıyor. Hastalandığım zaman o da benden kesilir. Hakkımı savunduğum zaman benden kesilir. Bu işten nasıl çıkacağız? Taşeron sistemi kötü. Ana firma, yüklenici firma, onun altında çalışan binlerce taşeron firma. Taşeronun taşeronu var. Taşeron taşeron taşeron... Nasıl diyeyim kepçeyle alıyorlar taa çay kaşığına gelene kadar. İşçiye gelene kadar damla damla. Kemal Sunal’ın filmlerinde var ya gülüyoruz. Aslında gerçeği odur. Sen hakkını savunduğun zaman işten çıkartıyorlar. Hakkını istediğin zaman bırakmazlar. İkincisi, bir şey söylediğin zaman önem vermiyorlar. Mesela pazar günleri bizde çalışmak yasaktır. Türkiye genelinde kanunda var. Cuma günü öğleden sonra olmaması lazım. Bunların hepsini biz yapıyoruz. Çalışmazsak yevmiyemizden gider. Onlar bize vermez. Normalde pazar günleri şirketler parayı verir. Artı tazminatlar var. Ama taşerondan bunu talep edemezsin. Ettiğin zaman diyor ki kardeşim sen bende yevmiye ile çalışıyorsun. Adam bugün senin performansını beğenirse seni 5 ay idare eder. Beğenmediği gün işten çıkartabilir. Mesela 2-3 ustayı bir daireye koyuyor. ‘Sen bana bu daireyi bitireceksin’ diyor. Zorunlu hale getiriyor. 2-3 kişinin bitiremeyeceği işi verince ya o adam kendisini zorlar, ya da bırakır gider.”
- Taşeronun kaldırılacağı söylenmişti. Vaatler verilmişti?
- Kaldırılmaz. Adamların daha çok işine geliyor. Daha çok kazanıyor. Taşeronluk sistemi bizim gibileri çökertir, onları da yükseğe çıkartır. Köle sistemi oluyor. İnsanı yıpratır. Senin çoğu yerde bir sosyal hakkın, güvencen, belli başlı yatacağın bir yerin yok... Biz 8’de işe çıkıyoruz ta 5’e kadar sadece bir öğle istirahatimiz var. 8 saat çalışıyoruz, 1 saat dinleniyoruz. Halbuki kanunca yarım saat dinlenmesi var. Çay molası var. Bizde bunlar yok.

‘LODOS ALIR GÖTÜRÜR’

8 saat çalışıp, 1 saat dinlenen işçilerde yaşanan dikkatsizlik, dalgınlık iş cinayetlerinin bir başka sebebi oluyor. Daha önce burada bir işçi iş cinayetinde hayatını kaybetmişti. Bir işçi anlatıyor: “O işçi dalgın mıydı, ailevi sorunları mı vardı bilmiyoruz. Daha önce de otel in-şaatında rüzgar adamı attı. Gece mesaiye kaldı adam. Tam iş çıkışında lodos birden geliyor, adamı aşağıya atıyor. Burası yeni, kalıp halat falan yok. Korksan da yapacak bir şey yok. Korkusu olan zaten çalışamıyor.”

‘SEN OLSAN RAHATSIZ OLMAZ MISIN?’

Şantiyeye uzanan ana cadde boyunca her yerde işçi var, her sokakta işçi var. Sarı baret ve fosforlu yelekle yürüyen binlerce işçi sokağın parçası gibi. İçlerinden biri, “Burada bütün esnaflar, burada oturanlar, daire sakinleri işçilerden şikayetçi” diyor. Aramızda bir diyalog gelişiyor, soruyor:
- Sen olsan rahatsız olmaz mısın?
- Olmam.
- Niye?
- Niye olayım?
- Sen burada oturuyorsun mesela. Çoluk çocuğun var. Sen dışarıda oturmak istiyorsun mesela. Evin bahçeli. Ama her yerde işçi var. Onlar da orada oturmuş. Bir de sana bakarak.
- Olsun bana ne zararı var?
- Onların rahatsızlığı biraz da ailesinden kaynaklanıyor.
- İşçilerden mi korkuyorlar?
- Herkes değil. Ama çoğu kişi burada işçilerin kalmasını istemiyor. Irkçı tavırlar var. Milletin yolunu kesiyorlar. Sigara isterler, vermediğin zaman kavga çıkarıyorlar. Olay çıkartıyorlar. Sağ-sol davası nedeniyle. Buranın yüzde 90’ı Kürt. Diyarbakır, Şırnak, Hakkari, Van, Bitlis... Her yerden var. Kaç arkadaşımız saldırıya uğradı. Bir bahaneyle tartışıp kavga ediyorlar. Bizim bir Kürtçe konuşmamıza bile tahammül etmeyen insanlar var. Burada Kürtler yoğun olduğu için öyle kolay olmaz. Ama tek tük yakaladıklarında linç girişimleri olur. Batı illerinde Kürt gençleri maruz kalmıştır. İnşaatlarda olsun, çarşıda olsun, ATM’de olsun, telefon kulübelerinde olsun... Değişmiyor yani.
İstanbul’da neler yaptıklarını, sosyal yaşantılarını öğrenmek için “İstanbul sizin için nasıl?” diye soruyorum. Onlar için ‘iyi’ olan yer en az saldırıya uğradıkları yermiş, onu anlıyorum: “Bazı illere göre iyi. İç Anadolu’ya göre, Karadeniz bölgesine göre iyi. İnsan burada kendini daha rahat hissediyor. 15-20 ile gitmişimdir. Sen telefonda ailenle Kürtçe konuştuğun zaman adam lak diye kavga çıkarabiliyor.”

AİLEMİZİ SENEDE 3-4 AY GÖRÜYORUZ

“İnsan özlemez mi? Özlüyoruz. Kızım diyor, ‘Baba özlüyoruz seni, gel.’ Ne diyeceksin? ‘Tamam kızım’ diyeceksin. Halbuki imkanlar el vermiyor. Birisi 7 yaşında, ufağı 1 yaşında. 3 ay kalıyoruz İstanbul’da, 1 ay kalıyoruz köyde. Senede ailemizle 3-4 ay ya kalıyoruz ya kalmıyoruz. Eve gittiğimde saatlerce senin kucağından çıkmıyor çocuğun. Oturuyor öyle. Seni yalnız bırakmıyor hiçbir yere. Eşim de istemiyor ama nasıl diyeyim bir yandan da haklı. Geçim derdi, çocuk derken gelmemizi istiyor. Biz gelmesek orada aç kalırız. Çünkü geçim yok orada. Gelir kaynağı yok. Hayatımız bu. İşçi hayatı ne kadar değersiz. Ne kendimize huzur buluyoruz ne çoluğa çocuğa. Halbuki çok yanlış bir şey. Hem orada imkan el vermiyor hem burada.”

ÖNCEKİ HABER

Keleşoğlu: Türkiye, bekle-gör politikasına dönecek

SONRAKİ HABER

'Hocamızın yanındayız'

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...