16 Temmuz 2016 17:47

Her şeyi duyan insan ‘Harap’a değmeden nasıl yaşasın?

Şair Cenk Gündoğdu’nun güç ve gücün ilişkilerini eleştirel bir biçimle merkezine aldığı yeni şiir kitabı Harap’ta kalıcı sağlam şiirler var.

Paylaş

Eylem AYDOĞDU
İstanbul

Ülke tarihinden kırımlara, katliamlara, yangınlara işaret eden “bu kitap sana öldürülen korkusuz çocuk/ gençliğin kardeşi sesi güneşli şenlik/ bir uzun bozlakta kısa kederli ağızda/ dar sokakta geniş bir cümleyle hayata çağlayan/ kralın katı kemikleri ve haydutlara inat/taze büyük yepyeni renklerle yaşayan” dizeleriyle açılan 2000’lerin dikkat çeken üretken ve çok yönlü isimlerinden Şair Cenk Gündoğdu’nun güç ve gücün ilişkilerini eleştirel bir biçimle merkezine aldığı yeni şiir kitabı Harap aynı zamanda günümüz gerçekliğini çarpıcı biçimde ele alıyor. Dört bölümden oluşan Harap’ta Gezi’den erke, savaştan Ortadoğu’ya, şairin bireysel tarihinden ülkenin uzun hayatına kadar akılda kalıcı sağlam şiirler var.  

Bir yandan “mahvolmak” diğer yandan da “enkaz”, “yıkıntı” anlamına da gelen “harap” sözcüğünün ad olduğu kitabınızın içinde böyle bir şiirin olmaması dikkatimi çekti. Bu ismi seçmenizdeki sebep ve sizi “harap”a iten nedir?
İlk şiir kitabım Issız’da da adını taşıyan bir şiir yoktu; burada da “harap” isimli bir şiir bulunmuyor. Kitabın bütününden dışarı taşan bir metafor: Harap. Tanımlar, tarifler, tasnifler yerine duyulan şey daha değerli. Bu anlamda da şiirlerin ortaya koyduğu ruh kitabın ismini belirledi. Ve maalesef yaşadığımız zamana ve coğrafyaya baktığımızda her şey yerle yeksan. İnsanlığın harap ahvaline tanıklığın suçuyla baş başayız. Savaştan kaçan çaresiz mülteciler, ekranlardan bize bir show programı gibi sunulan katliamcı korkunç barbarlar, ülkenin yarısının oyunu alarak öbür yarısına düşmanca davrananlar, yaşam hakkı ve eşit yurttaşlık hakkını yok sayan zorbalar, çarkın son dişlisi hatta dişsizi emekçilere efelenen güçlüler, durmadan tırpanını kendine benzemeyene savuran zalimler... İşte böyle sıralanıp giden bu korkunçluğu karşılamaya kelimeler de yetmiyor. Bir başlık koyup içini o başlığı anlatmaya adayan dizelerle yapı kurmak şiir dışı bir iş olarak geliyor bana. Şiir açıklamaz, ima eder, sezdirir, duyurur, ulaştırır ama bir makale gibi bize bir şeyi açıklamaz.
Bugün kelimelerin karşılayamayacağı korkunçlukla karşı karşıya bir gerçeklik var önümüzde. Böylesi zamanda hayat üst gerçekçi kalıyor şiirin yanında. Ve bu karanlığı paylaştığımız günlerde her birimizin içinde çöken bakmaya korkulacak derin koyuluklar var. Bu hızla giden çağ, etrafımızda olup bitenlere yokmuş gibi davranmamızı sağlasa da içimizdeki yıkımlar, o koyuluklar elbet ortaya çıkacak. Binaların bombalanması, kentsel rant için her yerin yıkılması, mahallelerin yok olması... düzeltilebilir belki ama içimizde birçok değerin, erdemin yok olması düzeltilemez. Coğrafyamızda epeydir geriye işleyen bir saat gibi gün geçtikçe biraz daha insanlıktan çıkmış halde çılgınca yaşanılıyorken her şeyi duyan, duyuran insan “Harap”a değmeden nasıl yaşasın?

BUNCA ZULÜMÜ GÖRÜNCE İNSANIN RUHU BEDENİNDE MÜLTECİ KALIYOR

İki şiir kitabınız da tek sözcükten ve çarpıcı isimlerden oluşuyor. Arapça bir sözcük olan harap aynı zamanda arınmak anlamına da geliyor. Siz bu haraplığın neresindesiniz?
Kendimden referans vermekten hoşlanmıyorum ama yeridir diye söylemek isterim. Radyonun İçindekiler’de Irak’tan kaçan bir mülteci Cabir şöyle der “Bir çocuğu alıp savaştan kurtarsanız da ona yeni bir hayat sunsanız da onun acıyı gören gözlerini, duyan kulaklarını, ellerini ondan kurtaramazsınız. Onlar onunla yaşar. O acıyla kahırlanır. Savaş onun için bitmez! İçinden çıkmaz! Benim savaşım bitmedi.” Şimdi bugün bu zulmü gören çocuklar, savaş bitse de o savaşla yaşamayı sürdürecekler. O acıdan kurtulamayacaklar. Yıkılan binalar yapılınca, yollar asfaltlanınca sorunlar çözülmüyor. İnsanları yaşadıkları haraplıktan nasıl kurtaracaksınız bayındırlıkla, iskanla?
Bunca iğrençliği, düşmanlığı, insafsızlığı, vicdansızlığı, katliamı görünce insanın ruhu bedeninde mülteci kalıyor. Ruhu bedeninde yabancılaşıyor. Nasıl yaşayacağını bilemiyor! Bir çöküntünün içinde kalıyor. Bedeni ayakta dursa da ruhu ezilmiş, incinmiş, iğrenmiş halde yabancılaşıyor kendine. Ve en acısı da geçmişteki zalimliği cesaretle anlatırken bugün yaşananlara sessiz kalınması ve hiçbir şey yapılmaması. Bir filme bakar gibi dünyanın haraplığına bakmak bize kaybettiğimiz şeyleri de hatırlatmıyor...

SANAT YENİ BİR ŞEY DİYEBİLME CESARETİDİR

Mülteci meselesini ilk kez ele alan Radyonun İçindekiler adlı oyununuz yakın zamanda sahnelendi. Ve farklı sanatlarla hukukunuzu gözeterek sizi sadece şair olarak adlandıramayız sanıyorum. Oyununuza ve 17 yıldır yayımladığınız derginiz Edebiyatta Üç Nokta’da ele aldığınız konulara, politik tavrınıza bakınca hep gerçeklikle çarpışıyoruz. Sanıyorum şiirinizdeki gerçeklikle kurduğunuz ilişkiyi Harap’ı kastederek Haydar Ergülen şöyle diyor: “Tam zamanımızın şiirleri ya da tam zamanında şiirler” dergicilikten oyun yazarlığı ve şairliğinize gerçeklikle kurduğunuz ilişkiye dair neler söylersiniz...
Farklı sanatsal disiplinlerde kurduğum ilişki daima gerçeklik üzerinden olmuştur. Buradaki gerçekliği sadece zamana tanıklık, olan biteni kayıt altına alma ya da verili duruma itiraz değil etik ve estetik bir yaklaşımla yeniden ele almak olarak düşünüyorum. Üzerinden zaman geçen ve pek çok yorumla değerlendirilip ‘yerli yerine’ konulan tarihsel bir olayı farklı boyutlarıyla irdeleyip ele almak ve buradan sanatsal bir üretimde bulunmak ile içinde yaşanılan bir gerçekliği yeniden üretmek aynı şey değildir. Geçmiş, tarif ve tasnif edilip bir yere konularak ‘riskler’den uzaklaştırılmış bir sahadır. Ve bu yönüyle tehlikesizdir. Yani tarihsel bir olayı, kişiliği, felaketi bugüne gelen algı ve birikimle kesip biçip yorumlamak görece sağlamlık taşır. Oysa sanatsal üretim riskle vardır ve esas tekin olmayan bugüne, yaşanana dair yeni bir şey diyebilme cesaretidir. Bu cesaret, yaşananın kurulan mesafe ile sıcaklığından serinliğe geçilerek sağlanabilir.

DÜNYA YALAN OLMAYA DEVAM EDİYOR

Bugünün gerçekliğini eleştirel dille ortaya koyduğunuz “Arkadaşım Yalan” şiirinizi şöyle bitiriyorsunuz: “Üzümü ezen ile şarabı içen elin birbirine değmediği bu dünya gerçek arkadaşım yalansın yalan” burada kastettiğiniz nasıl bir dünya, bu dünyadan bahsedebilir misiniz, böyle bir dünyanın varolmasındaki sebep nedir? İtiraz eden “Arkadaşım Yalan”da esas yalan nedir?
Yaşadığımız dünyayı sürekli “yalan” diye tarife gidiyoruz. Ama hırslarımız, arzularımız, egolarımız yalan dediğimiz dünyayla kurduğumuz ilişkimiz hiç de bu yalanlığı pekiştirmiyor. Dünya gerçek ve sürüyor yalan olan biziz, geçip gidenler. Burada söylemeye çalıştığım şey kaderci bir yaklaşımla verili olanı kabul değil. Aksine bu dünyanın mahvına dinamit koyanlar, insanın faniliğini durmadan duyuranlar, gücün hükümranlığına tapanlardır. Ama benim bu dizede esas vurgum emek sömürüyle şekillenen dünyanın haline, tarihsel, üretim ve toplumsal eşitsiz ilişkileredir. Dünya bu eşitsizliğiyle gerçek, yalan değil; onu kendi gerçeğimize vardırmak için mücadele etmemizi işaret ediyorum. Ve bu dizenin altında bir kapitalizm eleştirisi var.
Çok çok az paralara, sigortasız çalışan, Suriyeli işçilerin çaresizliğini sömüren patronların yaptırdığı trilyonluk binalarda oturan insanlar, o binanın hangi koşullarda, hangi işçilerce yapıldığını bilmiyor! Tıpkı Brecht’in “Nereye gitti dersin/ Çin seddi bittiği gece duvarcılar” dizesi gibi soru soruyorum, sorduruyorum, sordurmak istiyorum, çarpıklığa dikkat çekerek, doğrudan olmasa da soruyorum. Birbirlerinden habersiz o eller ne zaman birbirine değerse  yani eşitlenirse işte o zaman tam anlamıyla bu dünya gerçek bir dünya olur. Oysa dünya yalan olmaya devam ediyor; sigortasız çalışan avukatın sigortasız emekçinin dava dilekçesini hazırladığı, “taşerona hayır” afişini taşeron işçinin söktüğü, köylünün dağından akan suyu sağlıksız ambalajla satın aldığı, üretimle herkes doyacakken verimi döküp insanları aç bıraktığı haliyle.

ÖNCEKİ HABER

Tarihi yıkarak mı Sur’u turizm cenneti yapacaklar?

SONRAKİ HABER

Almanya’dan Erdoğan’a fren

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa