12 Haziran 2016 05:45

Nusaybin’e son bakış: Evet, ‘çember daralıyor’

Bu fotoğraftaki tablo Muhammed Ali'nin cenaze törenindekine benzer bir çaresizliğin resmini gösteriyor.

Paylaş

Hakkı ÖZDAL

Efsane boksör Muhammed Ali’nin cenaze töreni Cuma günüydü. Ama perşembe gündüz saatlerinde, cenaze için Türk cumhurbaşkanının uçağına “iliştirilmiş” olarak ABD’de bulunan gazetecilerin telefonuna, “toplanın geri dönüyoruz” mesajı düştü. Muhammed Ali isminin etrafındaki “protest” imgeden içte ve dışta yararlanmak ve giderek derinleşen yalnızlığını, bir gayrıresmi ABD ziyaretiyle en azından “görüntü itibarıyla” bulanıklaştırmak için çıkılan yolun hazin dönüş çağrısı, artık Somali, Uganda gibi, yoksulluğuyla kamçılanan ülkeler ve dizginsiz bir baskı-şiddet uyguladığı kendi hükümranlık alanı dışında, asgari nezaketi gerektiren, biçimsel bir itibarının da kalmadığının teyidi oldu. Türk cumhurbaşkanı, cenaze programını yarıda bırakarak “evine” dönecekti. “Varlığına” hakaret edildiği iddiasıyla binlerce insanın mahkemelere çekiştirildiği, hatta hapislere atıldığı, kan, şiddet ve gözyaşı dolu ülkesine…

Ülke içinde baştan beri bir kolay manipülasyon malzemesi olarak kullandığı “Müslümanlık” mefhumuna bir kez daha sığınarak ve dünyanın başka bir noktasındaki Müslümanlar tarafından da “sırf dindaşlar diye” bağra basılacağını ümit ederek atılmış bir adım, tam tersi bir etkiye yol açmıştı. Daha gitmeden önce, cenazede bir konuşma yapmak istediği ama Muhammed Ali’nin ailesinin buna izin vermediğini öğrendik. Uçağı geriş dönüş için havalanmadan da, orada karşılaştığı ve apar topar geri dönmesine yol açacak kadar fütursuzca yapılmış terslemelerin detayları duyuldu. Afro-Amerikalılar, boyunlarından zincire vurulup ölüm gemileriyle kıtaya taşınmalarından itibaren, maruz kaldıkları insanlık dışı muamelelere karşı çeşitli yollarla direniş gösterdiler. Onların arasından çıkan ‘starlar’ da, türlü biçimlerde halen sürmekte olan bu eşitsizliklere karşı tutum aldılar genellikle. Muhammed Ali bunlardan biriydi ve etkilenip kendisini ait hissettiği gelenek, tüccarca bir “dindaş dayanışması” değil, ezilenlerin kardeşliğini esas alan bir protest gelenekti. “Siyah ve Müslüman” da olsa bir ABD pop ikonu olan ve tüm diğer starlar gibi endüstrileştirilen Muhammed Ali’nin “isim haklarını” –dolayısıyla da cenaze organizasyonunu– “elinde bulunduran” bir şirket vardı ve Türk heyetin taleplerini geri çevirenin bu şirket olduğu da öne sürüldü. İster Muhammed Ali’nin “marka değeri” ile Haziran 2016 Türkiyesinden gelmiş “yetkili”lerin imgesinin örtüşmediğini düşünen endüstri cambazları karar vermiş olsun, ister Muhammed Ali’nin ailesinin, arkadaşlarının, onu tanıyan ve sevenlerin doğal alerjik reaksiyonu… Cenaze için ABD’ye giden Türk heyetinin maruz kaldığı muamele, imajından yararlanmak istedikleri o protest gelenekle aralarındaki uçurumu bir çırpıda açığa çıkardı.

Gerçeklikle bağını tamamen kopartmakta beis görmeyen ve ülke içindeki –ya tamamen ele geçirilmiş ya da teslim alınmış– “yaygın medya” aracılığıyla sayısız yalan, çarpıtma ve inkarı pişkince dolaştırmış bulunan zevat, bütün bu olan bitenin üstünde durmaksızın konuyu geçiştirdiler ve Ahıska Türkleriyle açılan iftara odaklandılar. Hatta bazıları, sanki cenaze törenine dahi katılamadıkları gözümüzün önünde olmamış gibi, yazılarına, “Muhammed Ali bayrağı Erdoğan’a devretti” diye başlık attılar.
Ama Ali’nin cenazesine katılanlar da onları unutmamıştı. Cenazede konuşma yapan bir Musevi din adamı, İsrail’e, ABD yönetimine, ülkedeki zengin azınlığa eleştiriler yönelttiği sözleri arasında Türkiye’ye de değindi ve Türk yetkililere, “Kürtleri öldürmeme çağrısı” yaptı. Bir imaj gösterisi umuduyla uğruna okyanus aştıkları ama katılmayı bile başaramadıkları cenazede suçları okunuyordu. Tam bir nakavt…

Bu konuşmaya da yol açacak kan ve barut dolu sürecin en çarpıcı fotoğraflarından biri de geçen hafta ortaya çıktı. Tamamıyla yerle bir edilmiş, bir moloz yığınına dönüştürülmüş olan Nusaybin’de, elde ettikleri bu “zaferi” kutlamak için toplanan güvenlik güçlerini, gerçek üstü bir filmden alınmış gibi görünen o yıkım resminin tam ortasında gösteren bir marifet belgesi… Çökmüş, tuzla buz olmuş binaların üstüne “milli birlik ve parçalanmaz bütünlüğün” simgesi olarak asılmış ay yıldızlı bayraklar…  Daha birkaç ay önce 100 binden fazla insanın yaşadığı, binlerce yıllık ticaret rotası İpek Yolu’nun kadim durağı olarak başka yüzbinlerin gelip geçtiği, “ekmeğini aradığı” bir kenti haritadan silmeyi kutlayan “güvenlik” güçleri…

Bu fotoğraftaki tablo, evet, belki devletin “yok edici gücünü göstermekten kaçınmayacağı” mesajını da taşıyor. Ama onunla aynı anda, aynı zarfta ve daha da çok, o cenaze törenindekine benzer bir çaresizliğin resmini gösteriyor. Kürtlerin siyasal ve askeri olarak genişledikleri bir dönemde, yıktığı Kürt kentlerinin enkazına astığı bayrakların görüntüsüyle “birlik ve bütünlük” arayan bu “güvenlik konsepti”, kendi hayal dünyasının tamamen dışında gelişen gerçekliğe karşı “delirme” noktasında davranıyor. Tüm türdeşlerinin yaptığı gibi, çare umduğu şiddetin dozunu artırıp bunu sergilemekten kaçınmayarak, çaresini değil, er geç verilecek hesabın dosyasını büyütüyor. Hani nasıl diyorlardı, “çember giderek daralıyor”. Nusaybin’den gelen o korkunç fotoğraf “çemberin” gerçekten de daraldığını gösteriyor.

ÖNCEKİ HABER

Değinmeler

SONRAKİ HABER

Bir ‘muhalefet’ parodisi olarak diploma tartışması

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...