12 Nisan 2016 00:22

Lesage son filmi Şeytanlar'ı anlattı: Huzurun içindeki korku daha ürkütücü

Şeytanlar, görünüşte her şeyin yolunda gittiği, sakin, sessiz bir Montreal banliyösünde yaşanan, tekinsizliğin gitgide arttığı bir hikaye anlatıyor. Şeytanlar’ı, sakin banliyö hayatının arkasında neler yaşanabileceğini ve belgesellerden kurmacaya geçişini konuştuk.

Paylaş

Erman Ata UNCU
İstanbul

Kuzey Amerika banliyö hayatı, sakin görünümünün arkasında sakladığı tekinsizlikle her zaman yönetmenlerin ilgi alanında oldu. David Lynch’ten Todd Haynes’e birçok isim için banliyöler, modern hayatın bastırdığı arzulara, yol açtığı yabancılaşmaya ve ikiyüzlülüğe parmak basmanın imkanlarını sundu ve sunmaya devam ediyor. Kanadalı Yönetmen Phillipe Lesage da yarı otobiyografik filmi Şeytanlar’da tam da böyle bir ortamda yetişmenin nasıl sancılı bir süreç olduğunu gösteriyor. 10 yaşındaki kahramanının hezeyanlarına odaklanan Şeytanlar, görünüşte her şeyin yolunda gittiği, sakin, sessiz bir Montreal banliyösünde yaşanan, tekinsizliğin gitgide arttığı bir hikaye anlatıyor. Lesage’la filmi Şeytanlar’ı, sakin banliyö hayatının arkasında neler yaşanabileceğini ve belgesellerden kurmacaya geçişini konuştuk.

Şeytanlar çocukluğa, arkadaş gruplarındaki zalimlik veya cinsel uyanış gibi ana akım sinemada görmeye çok da alışık olmadığımız yönleriyle bakıyor. Çocukluğun bu yönlerine nasıl ilgi duymaya başladınız?
Beni harekete ilk geçiren, kendi çocukluğuma tekrar bakmayı istememdi. Filmin kahramanı Felix, bir noktaya kadar benim çocukluğum üzerine kurulu. Çocukluğumla yüzleşip o dönemdeki saplantılarımı ve korkularımı tekrar keşfetmeye ihtiyacım vardı. Sanatçılar olarak ne kadar kendimize dönersek evrenselliğe de o kadar yaklaşabileceğimize inanıyorum. Bundan dolayı da film bir bakıma içe dönüş olarak nitelendirilebilir. Tek bir su damlasının içinde tüm dünyanın yansımasını bulabilirsiniz. Uzunca bir süre ben de, çocukluk korkuları üzerine bir film çektiğimi düşünüyordum. Ancak yakın zamanda bir arkadaşım “Bir dakika, bu çocukluk korkularıyla değil, cinsel uyanışla ilgili bir film” deyince benim de aklıma yattı. Cinsellik sadece hayatımız boyunca seçimlerimizi belirleyen bir dürtü değil, aynı zamanda, her ne kadar sonradan inkar etsek bile çocukluğumuzun da bir parçası. Felix de bir taraftan yetişkinlerin tuhaf ve gizemli cinsellikleriyle tanışırken, diğer taraftan da kendi endişelerini ve korkularını keşfediyor.

Felix’i oynayan Edouard Trembley-Grenier’le çalışmanızdan biraz bahsedebilir misiniz? Bir çocuk oyuncu olarak kendi yaşında bir karakterin bu kadar ayrıntılı ve titiz resmedildiği bir senaryoya nasıl tepki verdi?
Hayal gücü yüksek, hassas ve iyi bir çocuğu, yine hayal gücü yüksek, hassas ve iyi bir çocuktan başka kim daha iyi oynayabilir ki! Kastingi böyle basit bir mantık güderek yaptım. En uygun çocuğu bulmak için seçmelerde 800 çocuk oyuncu gördüm. Uygun çocuktan kastım, hem karakterin geçirdiği dönüşümü anlayabilecek hem de oynamak yerine doğal ve kendi gibi olmayı başarabilecek bir çocuktu. Ancak birazcık oyunculuk deneyimi olan çocuklar, seçmelerin en kötüleriydi. Halihazırda kötü bir yönetmenden, oyunculuk diye öğrendikleri mimikleri yapıyorlardı, konuşmalarında sahte bir ton vardı. Filmimde, en çok oyunculuk tecrübesi daha fazla olan oyuncularla, yani yetişkinlerle çalışmakta zorlandım. Aynı sebepten. Ama deneyimsiz bir çocuğa aynı kendi hayatında konuştuğu gibi konuşmasını söylediğinizde ne yapması gerektiğini hemen anlıyor.

Filmin hikayesi 1980’lerde geçiyor ve AIDS paniğini de dönemin haletiruhiyesinde bir dönüm noktası olarak işliyor. Sizce karakterin bu paniğe dair tepkisi, hikayeye nasıl bir katkıda bulunuyor?
Öncelikle filmin kesin olarak 1980’lerde geçtiğini söylemem güç. Ama izleyici öyle düşünürse de benim için hiç sorun değil. Eğer dikkatlice bakarsanız farklı dönemlere ait unsurları görebilirsiniz. Ana fikir, bir dönem filmi yapmadan 1980’lere dair birçok referans verebilmekti. Filmdeki olaylar şimdi de geçiyor olabilir; örneğin tüm o plaklar, sabit telefonlar, VHS, ‘hipster’ kültürüne ait unsurlar olarak da kabul edilebilir, çok umurumda değil. Ancak şunu da söylemem gerek, bugünün teknolojisine dair referansları bilinçli olarak filmden çıkardım. Filmde ne iPhone, ne Facebook ne de bilgisayar var. Bugünün filmlerindeki tüm bu unsurlar, birkaç sene sonra çok yersiz duracak ve bence tüm bunlar sinemanın romantik gücünü, sihrini, hatta belki hayatlarımızın da aynı yönlerini mahvediyor.
Ama sorunuza cevap vermem gerekirse, bence tam da bu paniği yaşadığı noktada Felix’in içinde debelendiği hezeyanları daha az ciddiye almaya başlıyoruz. Hiçbir şekilde endişelenmesine sebep yokken AIDS olduğunu düşünen bir çocukta sevimli, cana yakın bir şeyler var. Bu korkusunun altında, arkadaşı Alexandre’a hayatı dar etmesinin yarattığı vicdan azabını, suçluluk duygusunu görebiliyorsunuz. Sonrasında da hikaye hiç beklenmedik bir yöne doğru yol alıyor. Bir sonraki aşamayı seyircinin şirin bulması imkansız. Hayali korkular yerini korkutucu derecede gerçek bir şeye bırakıyor.

SAKİN BİR YAŞAMIN ARKASINDAKİ TEKİNSİZLİK

Filmde banliyö hayatını aydınlığın hakim olduğu geniş açılı lenslerle yansıtan görüntü yönetimi hikayenin karanlık unsurlarıyla çelişki halinde. Işığı ve aydınlığı bu şekilde kullanmanızın belirli sebepleri var mıydı?
Filmde konu edinilen banliyö, benim de çocukluğumun geçtiği yer aslında. Kuzey Amerika’nın tipik orta sınıf banliyölerinden biri. John Carpenter’ın Halloween’inde, De Palma’nın eski filmlerinden bazılarında, hatta Elm Sokağında Kâbus’ta gördüğümüz banliyölere benzeyen bir yanı var. Eskiden küçük burjuvaların, genç entelektüellerin, sanatçıların işçi sınıfı aileleriyle ve tüm yazı harap evlerinin teraslarında bira içerek geçiren, birbirinin benzeri taşralılarla beraber yaşadığı ilginç bir kaynaşma yeriydi burası. Benim gibi bir çocuğun tüm hayal gücünü harekete geçiren, korkularını besleyen bir mahalleydi. Ağaçlarıyla, yemyeşil çimenlikleriyle, gölgesiyle, aydınlığıyla dışarıdan bakınca oldukça güvenli ve hoş bir yerdi. Ancak tüm bu sakin görüntünün arkasında sürekli etrafımızdaki yabancılara dair karanlık, nahoş hikayeler duyardım. Pedofiller, ensest söylentileri, yakınlarda yaşayan manyaklar tarafından kaçırılıp tecavüz edilen, öldürülen çocuklar… Hatta oturduğumuz evin, bizden önce Avrupa’dan kaçan Fransız bir Nazi iş birlikçisine ait olduğunu bile duymuştum. Doğru mu, değil mi, bilmiyorum. Ama gün ışığında ya da güzel, huzurlu bir ortamda yaşanan korkunun çok daha ürkütücü olduğunu düşünüyorum. Bu noktada korku, hiç beklenmedik, büyük ve kötü bir sürpriz gibi. Güneşli bir günde parkta yürürken bıçaklanıp öldürülen bir çift ya da eve geldiğinizde güvendiğiniz bebek bakıcınız tarafından boğularak öldürülen çocuklarınızın cesetlerini küvette bulmak gibi… Ancak bütün gerilimine ve korkutucu anlarına rağmen Şeytanlar’ın tamamıyla karanlık bir film olduğunu da düşünmüyorum. Aynı zamanda ışıkla, aydınlıkla da dolu bir film Şeytanlar.

‘SİNEMA ALGIM, KURMACA OLMAYAN FİLMLERİMLE ŞEKİLLENDİ’

Kariyerine belgesellerle başlayan bir yönetmen olarak kurmaca filmlere geçmenizin arkasındaki sebeplerden bahsedebilir miyiz?
Öncelikle şunu söyleyeyim, belgeseller ile kurmaca arasında o kadar keskin sınırlar olduğunu düşünmüyorum. İkisinin de efendisi aynı: Sinema dili… Tabii ki bugün sık sık gördüğümüz belgesellerden, yani dumanı üstünde, sansasyonel bir konuyu işleyen uzun televizyon röportajlarından bahsetmiyorum. Bu tip belgesellere ne ilgi duyuyorum ne de onlardan etkileniyorum. Sözde sinemacılar, sanatla hiçbir alakası olmayan bu tarzı tercih ediyor çünkü televizyon yayıncılarından ancak bu tarzda bir şeyler çekerlerse para alabiliyorlar. Ben hayatın kendisinden ilham alıyorum. İlk filmlerim, hayatı gözlemlediğim, gündelik yaşamın içinde saklı ihtişamın ve epiğin peşine düştüğüm, kurmaca harici filmlerdi. Hayatın kendisi olağanüstü. Dolayısıyla film öğrencileri de son seyrettikleri film ya da televizyon dizisi üzerine kısa filmler çekmek yerine yaşamın ta kendisine dikkat kesilmeli, onun güzelliğini ve korkusunu ortaya çıkarmaya çalışmalı. Sinemaya dair tüm algım, kurmaca olmayan filmlerimle şekillendi, ki bunun etkisi Şeytanlar’da da gayet belirgin.

ÖNCEKİ HABER

ABD'de 100'ün üzerinde 'Demokrasi Baharı' eylemcisi gözaltına alındı

SONRAKİ HABER

İstismarın önüne geçmek için çocuğunuza kulak verin

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...