11 Şubat 2016 15:04

DTK’nın özyönetim deklarasyonu, neoliberal yerelleşme ve özerklik*

Paylaş

Arif KOŞAR

Kürt ulusal hareketi içerisinde 2007, Türkiye kamuoyunda Diyarbakır’da özerkliğin ilan edildiği Temmuz 2011’den beri “Demokratik Özerlik” ya da başka bir ifadeyle “özyönetim” kavramı tartışılıyor.
Son olarak; devletin Türkiye Kürdistanı’na yönelik düzenlediği askeri operasyon ve katliam koşullarında, DTK Genişletilmiş Olağanüstü Genel Kurulu 26-27 Aralık 2015 tarihinde Diyarbakır’da toplandı. Cizre, Silopi, Sur, Nusaybin, daha pek çok il ve ilçede tank dahil ağır silahlarla yürütülen saldırılarda 3 aylık bebekten 70 yaşındaki dedeye kadar onlarca Kürt katledildi. Kürt ulusunun, ulusal demokratik haklarını savunma ve kendi kendini yönetme talebinin “hendek”-“barikat” eksenine indirgendiği, Türk halkının milliyetçi-ırkçı şoven propagandanın hedefi haline getirildiği bir dönemde Kürt ulusal hareketi, DTK Genel Kurulu vesilesiyle kendi talepleri ve projesini anlaşılır bir şekilde anlatmak istedi.
Sonuç bildirgesinde “Özyönetim ilan edilen yerlerde bir yıldır sakız gibi çiğnenen ‘kamu güvenliği’ adı altında seçilmişlere, sivil halka, siyasetçilere ve gençlere yönelik tutuklama ve infazlara” gidildiği, buna karşı Kürt halkının “meşru direniş, özünde kendi kendini yerelden yönetme, yerel demokrasiyi inşa etme talebi ve mücadelesi” içinde olduğu vurgulandı. “Sorunun esas olarak bir demokrasi ve özgürlük sorunu olduğuna” işaret edilen bildirgede, “Demokrasi ve özgürlük talepleri özünde siyasi statü talepleridir” denildi (DTK, 2015). PKK Lideri Abdullah Öcalan ile gerçek bir müzakere sürecinin başlatılması talep edildi.
Bildirgede “özyönetim ilanları” sahiplenilirken, “Bu açıdan daha önce DTK’nın kamuoyuna sunduğu, HDK, DBP ve HDP’nin de programlarına aldığı demokratik özerkliğin içeriğini doldurarak kamuoyuna deklare etmek istiyoruz. Böylece özyönetim ilan eden halkımızın amacı ne, ne istiyor soruları daha iyi anlaşılacaktır.” denildi (DTK, 2015).
“Demokratik özerklik sorumluluk alanlarının tespiti çerçevesinde sadece Kürt sorununun değil; siyasi, toplumsal ve idari birçok sorunun çözümüne” kapı aralayacağı öngörülen 14 maddelik deklarasyon yayınlandı. Deklarasyonun ilk maddesi “ülke genelinde kültürel, ekonomik, coğrafi yakınlıkları dikkate alınarak bir veya birkaç komşu şehri kapsayacak biçimde demokratik özerk bölgelerin oluşturulması” talebi oldu. Böylece ülkenin idari yapısının, yetkilerin merkezden yerele aktarıldığı bölgeler temelinde yeniden yapılandırılması önerisi getirildi. Deklarasyonda genel olarak, bu idari yeniden yapılanma kapsamında, eğitim, sağlık, yargı, toprak, su, enerji kullanımı, çevre, ulaşım, bütçeleme ve güvenlik hizmetlerinin merkezden yerele aktarılması gerektiğini savunuldu.
“Özyönetim” deklarasyonunda Kürt halkının siyasi statü talebi açıkça ifade edilirken, Türkiye’nin idari anlamda ciddi bir “yerelleşme” reformundan geçmesi öngörüldü. Bu kapsamda Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Özerklik şartındaki çekincelerin kaldırılması çağrısı yapıldı, “yönetimlerin meşruiyeti[nin], artık her sokağı, her mahalleyi, her il’i ve ilçe’yi merkezden yönetmekle değil, yerellerden özyönetimleri tanıyarak” sağlandığı ifade edildi. “Yerinden yönetimi sağlayan yasal demokratik adımların atılmasının” demokratikleşme, yerel demokrasi ve farklı kimliklerin özerkliğinin gerçekleşmesi açısından yasal bir zemin sağlayacağı belirtildi.
Bu açıdan deklarasyonun iki temel yönünden bahsedilebilir. Birincisi, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın açtığı yoldan ilerleyerek Türkiye’de yerelleşme politikalarının etkili bir şekilde uygulanması, “özerk bölgeler” temelinde yeni ve “demokratik” bir idari yeniden yapılanmaya gidilmesi önerisidir; ki bu AB müktesebatının önemli bir kısmını oluşturan neoliberal yerelleşmeyi hatırlatan, hatta içeren bir yaklaşımdır. Çünkü DTK’nın sonuç bildirgesinin dışındaki kaynaklarda da AB mevzuatına sık sık atıf yapılmakta, neoliberallerin temel sloganlarından birisi olan “devletin küçültülmesi” gündeme getirilmekte, liberal “yerelleşme politikaları” ve “ademi-merkeziyetçilik” Türkiye’nin demokratikleşmesinin önünü açan bir platform olarak görülmektedir. İkincisi, Kürt ulusu ve Kürdistan coğrafyası için yerel özerkliğin bir statü olarak tanınması talebidir. Bu Kürt ulusunun, ayrı bir devlet kurma hakkını da tartışmasız bir biçimde içeren, kendi kaderini tayin hakkı çerçevesinde iradesini Türkiye’nin diğer halklarıyla birlikte yaşam temelinde kullanmasıdır. Elbette, Kürt ulusunun temel bireysel/kolektif haklarının tanınması ve bölgesel özerkliği öngören statü talebinin yaşama geçirilmesi temelinde.

DTK’NIN 14 MADDELİK DEKLARASYONU
DTK’nın Özyönetimlerle İlgili Siyasi Çözüm Deklarasyonu’nda, Türkiye’nin idari yapılanmasına ilişkin 14 maddelik bir model sunulmuştur. Buna göre; Türkiye 20-25 civarında yerel yönetim bölgesine ayrılacaktır. 2008 yılında DTP’nin hazırladığı çözüm önerisinde ve HDP’nin çeşitli belgelerinde ifade edildiği gibi; bu idari yapılanma Türkiye’nin “üniter yapısı”na bir engel teşkil etmemektedir. “Üniter devlet” vurgusu nedeniyle, modelin ABD ya da Almanya’daki federasyon modelinden çok İspanya ve İtalya ya da daha zayıf bir formül olan Fransa’daki bölgeler modeline yakın olduğu söylenebilir.
Deklarasyonun ilk üç maddesinde, bölgeler düzeyinde yerel yönetim birimleri ve bunların merkezle ilişkileri açıklanmaktadır:
“1. Ülke genelinde kültürel, ekonomik, coğrafi yakınlıkları dikkate alınarak bir veya birkaç komşu şehri kapsayacak biçimde demokratik özerk bölgelerin oluşturulması,
2.  Tüm bu özerk bölgelerin ve kentlerin demokratik esaslarla seçilmiş meclisler ve meclisler içinden seçilmiş özyönetim organları tarafından Türkiye’nin yeni demokratik Anayasasının temel prensipleri  çerçevesinde yönetilmesi. Özerk Bölgelerin halk iradesinin ayrıca TBMM ve merkezi yönetimde de demokratik esaslar temelinde temsil edilmesi.
3. Demokratik özerk bölgeler ve diğer idari birimlerde merkezi yönetimin seçilmişler üzerindeki her türlü vesayetine son verilmesi, seçilmişleri görevden alma yetkisinin kaldırılması. Merkezi yönetim organlarının, yeni demokratik anayasa ilkelerine uyulması doğrultusundaki denetimleri dışında bölgesel ve yerel yönetimler üzerindeki her türlü vesayetinin son bulması” (DTK, 2015).
Buna göre; yeni oluşturulacak idari bölgelerin yönetimleri seçimle işbaşına gelecek, merkezin idari vesayetinden bağımsız ve özerk olacaktır. Kürt ulusal hareketinin yine başkaca belgelerinde ifade edildiği gibi “Avrupa demokrasileri”ndeki genel eğilim de, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve yerel özerkliktir. ABD ve Almanya gibi federal devletlerdeki federe devletlerin güçlü hakları bir yana İtalya, Portekiz ve İspanya gibi “üniter” devletlerde de aynı şekilde merkezi yönetimin yetkilerinin azaltıldığı, yerel yönetimlere devredildiği görülmektedir. Fransa ise, 28 Mart 2003 tarihinde bir dönüm noktası olarak değerlendirilen anayasa değişikliğini gerçekleştirerek, 1982 yılında başlayan bölgeler  temelinde yetki devrini ve yerelleşme (desantralizasyon) reformunu geri dönülmez kılmıştır. İrlanda, 1991’de Yerel Yönetim Yasası (Local Act Government) ile yerel yönetimlere genel yetki alanı ve güçlü yetkiler tanımıştır. Yunanistan 1994’te il yönetimlerini il yerel yönetimlerine çevirmiştir. Portekiz ve İsveç’te yeni bölge rejimlerine ilişkin denemeler yapılmıştır. Belçika iki düzeyli yerel yönetimli bir federe devlet haline gelmiştir. İspanya ve İtalya bölgesel özerk yönetimlere yasama yetkisi verilmesini öngörerek yerel özerkliğin arttırılması konularında düzenlemeler yapmıştır (Demircan, 2007: 152). İfade edildiği gibi Avrupa, hatta dünyadaki eğilimin neoliberal yerelleşme politikaları olduğu doğrudur, ancak bunun demokratik bir içerik taşıyıp taşımadığı ise tartışmalıdır.
Kürt ulusal hareketi, merkeziyetçi, özellikle Kürdistan’daki yerel yönetimlerin mevcut yasalar çerçevesindeki haklarını dahi kullanmasını engelleyen devlet politikasını zayıflatmak için uzun zamandır yerelleşme politikalarını savunmaktadır . Bunu, sadece Kürdistan’daki belediyelerin ulusal özgünlüğü ya da bir ulusun kendisini yönetmesinin olanaklarını güçlendirecek bir araç olarak değil giderek tüm Türkiye’nin demokratikleşmesinin gereği olarak görmektedir.
PKK Lideri Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu’nda yerelleşmeyi demokratikleşmeye yönelik bir süreç olarak yorumlarken, bütün bu neoliberal yerelleşme uygulamalarını Avrupa’nın baskıcı politikalardan çark etmesi olarak okumaktadır. Bu çerçevede “Günümüzde yaygınlık kazanan sivil toplum, insan ve azınlık hakları, yerel yönetim sorunları ve klasik tüm ulusal sorunlar demokrasi ve özyönetimlerin merkezî ulus-devletçe bastırılmasından kaynaklanmış olup, bu sorunların çözüm yoluna girmesi de ancak ulus-devletin gerçekleştirdiği hak gaspı zemininin aşılmasıyla mümkündür. Gerek ABD’nin federal karakteri, gerekse AB’nin kendisini gasp edilen demokratik değerleri azar azar da olsa yeniden sivil topluma, bireyler ve azınlıklara ve yerel yönetimlere aktarma temelinde geliştirmesi, üç yüz yıllık ulus-devletçi teori ve taktiklerden çark ettiklerini göstermektedir.” (Öcalan, 2013: 35) demektedir.
Avrupa ve Amerika’da gündeme gelen yerelleşme politika ve uygulamaları, geçmiş baskıcı politikalardan vazgeçmenin değil tersine neoliberal kalkınma paradigması doğrultusunda tekelci sermayeye yeni yatırım, kâr ve kontrol alanları sunma, idari yapıyı piyasa ilkeleri çerçevesinde yeniden yapılandırma sürecinin bileşeni olarak işlemektedir. Bu açıdan AB’nin emekçilere her alanda “yerelleşme” politikalarını dayattığı 1980 sonrası dönemi demokratikleşme süreci olarak tanımlamak mümkün değildir. Sadece 2000 sonrası döneme bakıldığında bile tersinin geçerli olduğu kolayca görülebilir. Örneğin 2001 yılında 11 Eylül saldırılarının ardından sadece ABD’de değil Avrupa’da “terörizme karşı mücadele” kapsamında “güvenlik” önlemleri arttırılıp bireysel ve kolektif haklar kısıtlanırken, Fransa’da 2005’te banliyö isyanının ardından polis baskısı ikiye katlanırken, ABD’de polisler hiçbir ceza almadan siyahları öldürmeye devam ederken, Yunanistan’da kemer sıkma önlemlerine karşı yapılan referandum “demokratik” AB tarafından reddedilirken, “demokratik uygarlık” hep bir elden Irak, Afganistan, Mali ve Libya’yı işgal edip Suriye’de radikal İslamcı terör örgütlerini, Suudi Arabistan’da krallık rejimini desteklerken, mültecilere sınırlar kapatılıp Ege sularında ölüme terk edilirken aynı zamanda yerelleşme reformları büyük bir hızla devam ediyordu. AB komisyonunun halkla en ufak bir bağlantısı kalmamış anti-demokratik yapısı, AB içinde Almanya’nın merkezi konumu, halk taleplerinin yükseldiği ülkelerde tepeden atanan teknokratik hükümetler gibi daha bir çok olgu, Avrupa’nın genel eğiliminin demokratikleşme değil mevcut kazanılmış hakların gaspı, işçi sınıfı ve halk mücadelelerinin düzeyine göre bireysel/kolektif özgürlüklerin kısıtlanması yönünde olduğu söylenebilir.
Avrupa devletlerinin genel yaklaşımı bir yana; zaten yerelleşmeci paradigma, demokrasiyi “devletin küçültülmesi” ve piyasa mekanizmasının önündeki engellerin kaldırılması olarak görmektedir. Buna göre piyasa; halkın doğrudan katılım sağladığı, herkesin eşit olduğu, bağımsız bir biçimde tercihte bulunabildiği, özgürlüğün somutlandığı ve yaşama geçtiği bir alandır. Eşitliğin, özgürlüğün, katılımın ve demokrasinin mekanıdır . Öyle ki, Afrika, Asya ve Ortadoğu’daki çeşitli ülkeler piyasa mekanizmalarını hayata geçirdikleri, kendi kaynaklarını uluslararası tekellere/piyasaya açtıkları ölçüde “demokratik”, bunu yapmadıkları oranda “anti-demokratik” olarak sınıflandırılmaktadır. Birçok işgal, askeri darbe ve dış müdahale, piyasa ekonomisini geliştirmek böylece “demokrasiyi kurmak” üzere gerçekleştirilmiştir. Bu açıdan günümüz liberallerinin yerelleşmeyi, “devletin küçültülmesi”, “piyasanın etkinliğinin artırılması” ve aynı anlama gelmek üzere “halkın yönetime katılması” olarak değerlendirmesi kendi içinde tutarlı bir sonuç olarak görülebilir .
Bu açıdan neoliberal yerelleşme politikalarının gerekçesi; kıt olan kaynakları en optimal şekilde kullanarak en az kaynakla “en fazla faydayı” sağlayabilmeleridir. “Bu özellik belediyelerin kendi bölgelerindeki ihtiyaçları merkezi yönetime oranla daha akılcı bir biçimde saptayabilme” ve yerel kaynakları “etkili bir biçimde harekete geçirebilme olanağından” gelmektedir. Tam da bu “rasyonel” piyasacı hedeflerinden dolayı yerelleşme, 1980 sonrası neoliberal kalkınma paradigmasının önemli bir bileşeni olmuştur. “Devletin küçültülmesi” yerelin öne çıkmasını getirmiştir. Sınırlamacı ve korumacı önlemlerinin kaldırılması, yerel yönetimlerin bölgelerini sermaye yatırımları için uygun hale getirmesi ve “karşılaştırmalı üstünlükler”ini kullanarak rekabet kapasitelerini arttırmalarına neoliberal kalkınma modeli açısından özel bir önem verilmiştir (Demircan, 2007: 139, 146).
Kürdistan’ın ayrıksı durumunu bir kenara bıraktığımızda; DTK’nın deklarasyonu Türkiye’nin batısı için de genel bir yerelleşme ya da “yerel özerklik” önerisi sunmaktadır. Bildirge Avrupa Yerel Yönetim Özerklik Şartı’na atıf yapmakta, Şart’a ilişkin hükümetin koyduğu çekincelerin kaldırılmasını talep etmektedir. Avrupa Yerel Yönetim Özerklik Şartı’ndaki, özyönetim deklarasyonuyla büyük oranda uyuşan maddelerdeki amaç, birçok kaynak ve araştırmada ifade edildiği gibi çeşitli kamu hizmetlerinin piyasaya açılması, ulusal koruma önlemlerinin bölgeler temelinde ortadan kaldırılmasıdır. AB’nin bu hedefi “Bölgeler Avrupa’sı” formülü ile dile getirilmektedir. “Özyönetim bildirgesi”nde olduğu gibi Şart’ta da, belli başlı kamu hizmetlerinin merkezi yönetimden yerel yönetimlere devri öngörülmektedir. Şart’ın 4. maddesinin 4. paragrafında “Kamu sorumlulukları genellikle ve tercihan vatandaşa en yakın olan makamlar tarafından kullanılacaktır. Sorumluluğun bir başka makama verilmesinde, görevin kapsam ve niteliği ile yetkinlik ve ekonomi gerekleri gözönünde bulundurulmalıdır.” denilmektedir. Bu “devletin küçültülmesi” sloganı altında yürütülen yerelleşme politikalarının gerçek niteliğini yani hizmetlerin yerellere devredilerek piyasaya açılması işlevini göstermektedir. Bu hedef, Şart’ın 9. maddesinin 8. paragrafında “Yerel makamlar sermaye yatırımlarının finansmanı için kanunla belirlenen sınırlar içerisinde ulusal sermaye piyasasına girebileceklerdir.” (Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı, 1985) ifadeleriyle açıkça vurgulanmaktadır.
Somut örnekler vermek gerekirse;
Örneğin Türkiye’de, ilkokulların merkezi olarak örgütlenmesiyle, kağıt üstünde kalmış olsa da parasız olma niteliği söz konusudur. Ailelerden alınan bağışlar ve okul alanlarının ticarete açılması ile “kamusal” eğitim giderek ticarileştirilmektedir. Ancak eğitimin “yerelleştirilmesi”, “yerele devri” ve yerel yönetimler tarafından örgütlenmesi; ilkokulların –kimi modellerde öğretmen maaşlarına kadar- finansmanının sorumluluğunun “yerellere” bırakılmasını öngörmektedir. Bunun anlamı, yereller piyasanın etkinliğini de artırmak üzere okulların finansmanını sermaye piyasasından ya da müşterilerden (öğrenciler ve aileler) karşılayacaktır.
Keza, sağlık sisteminin “parasız” olması ve “merkezi bütçe” tarafından finanse edilmesi; neoliberal yerelleşme politikacılarına göre tam bir “adaletsizlik” örneğidir. Çünkü, hastaneler, bulunduğu yerelin halkına “hizmet” sunmaktadır. Dolayısıyla ‘yerel’in kaynakları tarafından finanse edilmeli, “mali özerklik” sağlanmalıdır. Sağlık alanındaki neoliberal piyasa ve “yerelleşme” politikalarının iki sonucundan bahsedilebilir: birincisi, genel olarak sağlığın “kamu bütçesi” tarafından karşılanmasının yerine “hizmeti alanın” aldığı hizmet karşılığında gerekli ödemeyi yapması; buna uygun bir sağlık, sigorta ve emeklilik sisteminin yapılandırılmasıdır. İkincisi, sağlık hizmetinin merkezi olarak değil “yereller”de, “yerelin kaynakları” ve “potansiyeli” kullanılarak gerçekleştirilmelidir. Böylece “kent hastaneleri” ya da özel hastaneler ile hem “sağlığın kalitesi artacak” hem de “merkezi bütçe” üzerinde gereksiz ve devasa bir yük olan sağlık harcamaları, “yerelleştirilmiş” ve oldukça azaltılmış olacaktır.
Bu açıdan DTK’nın açıkladığı sonuç bildirgesinde Türkiye Kürdistanı dışındaki bölgeler için ifade edilen çeşitli kamusal hizmetlerin yerelleştirilmesine ilişkin öneriler, neoliberal kamu yönetimi reformu ile önemli ölçüde uyuşmaktadır. Emekçilerin mücadeleler sonucu elde edilmiş ama giderek aşınan ve zaten elde avuçta doğru düzgün kalmayan hakların tamamen gasp edilmesi ve kimi sınırlamaların yerelleşme adı altında piyasaya açılmasını öngörmektedir. Ancak bildirgenin “Batı” kısmına ilişkin yapılan bu tespitlere çeşitli itirazlar gelebilir. Bunları değerlendirecek olursak;

BİRİNCİ İTİRAZ: BİLDİRGEDE NEOLİBERALİZME DAİR AÇIK BİR İFADE YOK
Birinci itiraz şöyle formüle edilebilir: bildirgede herhangi bir neoliberal çağrı ya da özelleştirme/piyasalaştırma önerisi söz konusu değildir. Yerelleştirme “devletin küçültülmesi”, “halka yakın olma” ve genel olarak demokratikleşme çerçevesinde ele alınmaktadır.
Bildirgenin genel ruhunun, liberal “merkezi olan kötüdür yerel olan iyidir” ya da “merkeziyetçilik anti-demokratik yerel demokratiktir”  yaklaşımına dayandığı söylenebilir. Bu perspektifle kamu hizmetlerinin yerelden örgütlenmesi gerektiği savunulmaktadır. Bildirgede özellikle atıf yapılan Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı da, esasen merkezi kamu hizmetlerinin yerele yani piyasaya açılmasını esas almakta, yerelleşmeyi yerellerin rekabeti ve ekonomik kalkınması çerçevesinde değerlendirmektedir. Yapılan yüzlerce araştırmada, Şart’ın hizmetlerin piyasaya devredilmesini, yerellerin yatırımlara tamamen açılmasını, birbiriyle rekabet ekseninde gelişmesini öngördüğü tartışma konusu bile edilmemektedir. Yerellerin özerkliğindeki ana tema tamamen ekonomiktir. Kendi kendisinin finansmanını piyasa yoluyla sağlayan yerel yönetimler, vergi tabanlarını ve gelirlerini arttırmak için kendi bölgesine sermayeyi çekmek, yatırım yapması için gerekli koşulları sağlamakla yükümlü kılınmaktadır. Son dönem literatürdeki “marka kentler”, “kentsel rekabet” neoliberal yerelleşme politikalarının sonucu olarak gündeme gelmektedir.
Bugün, mevcut devlet yapısındaki bürokrasiden; çürümüşlükten, adam kayırmacılıktan vb. bunalan emekçiler de, “evet eleştiriler doğrudur, devlet yeniden yapılandırılsın” diyebilirler. Ama, sermaye güçlerinin “yeniden yapılandırma” dedikleri ile, emekçilerin, halkın devlet ve idare karşısındaki şikayetleri aynı nedenlerle değildir. Halk, devletle yüz yüze gelenler, idarenin labirentlerine düşenler; bürokrasiden, rüşvetten, halkın değil varlıklıların işlerinin yürümesinden şikayet ederken, sermaye temsilcileri “hantallık”, “bürokrasi” dediklerinde; devlete yüklenmiş olan sosyal görevlerden; eğitim, sağlık, ulaşım gibi kamu hizmetlerinin devlet tarafından üstlenilmiş olmasından, devletin ekonomiyi denetlemesinden ve karaborsayı, fahiş fiyatı vb. kontrol etmek gibi faaliyetlerden ve yanı sıra sanayi ve tarım gibi alanlarda koruyucu önlemler almasından yakınmaktadırlar  (Çaralan, 2004: 32-33).
Çözümler de buna göre olmakta; neoliberaller devletin; devletin bir alanını oluşturan idarenin, merkezi ve yerel yönetimlerin vergi toplamak, güvenlik gibi başlıca işlerle uğraşması, ama geri kalan her şeyin yerelde ya da piyasa koşullarında yapılması için özel kişilere, özel firmalara devretmesini istemektedirler. Özetle asıl yapılmak istenen, egemen sınıfların devletinin gediklerinin kapatılması, çürüyen yönlerinin restore edilerek, emekçilere, halka karşı kendisini her tür hizmet ve sosyal görevden arındırmış; etkin biçimde vergi toplayan, polis ve asker gücü bakımından daha zapturaptçı bir yapıya kavuşturulmasıdır (Çaralan, 2004: 25).
Bu açıdan yerelleşme politikaları çerçevesinde öngörülen, örneğin Konya’da, Aksaray’da, Muğla’da, İzmir’de, İstanbul’da eğitimin yerellere devredilmesinin herhangi bir demokratikleşme ile bağlantısı yoktur. Ya da sağlık hizmetlerinin içeriğinin belirlenmesinden finansmanına kadar bu illerdeki yerel yönetimlere (daha doğrusu piyasaya) devredilmesinin doğrudan demokratik bir yanı söz konusu değildir. Toprakların, su ve enerji kaynaklarının tüm halkın/toplumun mülkiyeti yerine yerel yönetimlerin mülkiyetine ya da özel tasarrufuna bırakılması, yerel ihtiyaçların gözetilmesi adına; bu alanların sermayeye açılması anlamına gelmektedir.
Fransa’da yerelleşme politikaları sonucunda idari bölgesel yönetimlere yetki devriyle birlikte çeşitli kamu hizmetleri, yerel yönetim piyasasına dağılmış olan üç büyük holdingin kontrolüne girmiştir. Tek başına içme suyu temininde özel sektörün payı yüzde 30’dan 1983’te yüzde 60’a yükselmiş, 1999 yılında ise yüzde 80’e yaklaşmıştır (Özel ve Eren, 2012: 1395).
Yerel yönetimlerin özerkliğinin en gelişmiş biçimde uygulandığı ABD’de eğitim yerel yönetimlerin sorumluluğundadır. Hatta, eğitim başta olmak üzere çeşitli hizmet alanlarında özel yerel yönetim birimleri olan school districts (okul bölgeleri) kurulmaktadır . ABD’deki bir county  yönetimi sınırları dahilinde belirli bir bölgenin herhangi bir hizmete ihtiyacının ortaya çıkması halinde, “söz konusu bölge için bütün county’yi vergilendirmek yerine”, o bölgede “özel amaçlı yerel yönetim” kurulmasını sağlayarak, bedelin hizmetten doğrudan faydalanacak olan kişilere yüklenmesi yoluna gitmektedir. Eğitimin bu çerçevede yerelleştirilmesindeki temel mantık; “merkezi bütçeden yatırım” yerine “hizmet görenlerin karşılığını ödemesidir”. “Okul bölgeleri” mali açıdan özerktirler; “mali kaynaklarını vergi, sunulan hizmetlerin ücretlendirilmesi ve borç para alma gibi yöntemlerden karşılamaktadırlar” (Çınarlı, 2011: 277). Böylece yerel özerkliğin en ileri düzeyde uygulandığı ülkelerin başında gelen ABD’de eğitim bir hak olmaktan çıkmakta, giderek hizmet alan “yerel”lerce finanse edilmektedir.
İsveç’te de yerel özerklik ilkesi güçlü bir biçimde uygulanmaktadır. Mali özerklik çerçevesinde yerel yönetimler kendi gelirlerini, yerel vergilendirme ve diğer faaliyetlerinden elde etmektedir. Merkezi bütçeden transferler ise bütçenin küçük bir bölümünü oluşturmaktadır. Eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik hizmetlerinin ileri düzeyde kurumsallaştığı örnek “refah devleti” İsveç’te, özellikle 1990 sonrası neoliberal dalga ile yerelleşme politikaları eşgüdüm halinde ilerlemiştir. Böylece hizmetlerin tamamı olmasa da bir kısmı, şirketlere devredilmiştir. Yerel yönetimlerde yüzde 85’i limited olmak üzere yaklaşık 1600 şirket bulunmaktadır (Acar ve Kitapçı, 2009: 93). Son yıllarda yeni mali yönetim sistemleri geliştirilmiş olup; yerel sorumluluk iyice yerellere yani okullara, bakımevlerine ve hastanelere devredilmiştir (Acar ve Kitapçı, 2009: 101). Reform sürecinde genel bütçeden finanse edilen sağlık hizmetleri, özellikle de birinci basamak sağlık hizmetleri yerelleşmeyle birlikte özelleştirilmiştir. Stockholm’de büyük bir kamu acil hastanesi olan St. Göran Hastanesi 1998’de özelleştirilmiştir. Özel hizmet satan şirketleri destekleme politikası 2006’da muhafazakâr/neoliberal partilerin iktidara gelmesiyle yaygınlaşmıştır. 2007- 2012 yılları arasında eyalet meclislerinin şirketlerden hizmet satın alımları yüzde 56 oranında artmış,  genel bütçeden finanse edilen sağlık merkezlerinin yüzde 23’ü özelleştirilmiştir. 2010 yılındaki Lagen om Valfrihets System (LOV) Yasası’yla bu tür şirketlere yeni haklar verilmiştir. Hizmetlerin “kamusal” niteliğinin çok güçlü ve derinlikli olduğu İsveç gibi bir ülkede bile eğitim, sağlık ve diğer hizmet ve sorumlulukların yerellere devri, özelleştirme/piyasalaştırma süreci olarak şekillenmektedir.
Dünyadaki “en ileri” uygulamalarında olduğu gibi, mali yerelleşme başta olmak üzere genel olarak yerelleşme literatürüne ilişkin teorik yaklaşımlar da, esasen “ekonomik verimlilik” ve “etkinliği artırmak” üzere gündeme gelmiştir. Teorisyenlerinden Stigler (1957) ve Musgrave (1959) yerelleşmeyi “fayda maksimizasyonu”  yaklaşımı çerçevesinde irdelemiş ve önermişlerdir. Brennan ve Buchanan (1980) tarafından ortaya konan “Leviathan Tezi”  uyarınca, yerelleşme, kamu hizmetlerinin “popülist” ve ücretsiz bir biçimde geliştirilmesini engelleyecek, kamu harcamalarının azaltılmasıyla “devletin küçültülmesini” sağlayacaktır (Acar ve Kitapcı, 2009: 88).
AKP hükümeti de, tam da bu nedenlerle, neoliberal yerelleşme politikalarını savunmakta, Kamu Yönetimi Temel Kanunu gibi çeşitli düzenlemelerle, yerelleşme yönünde kimi adımlar atmaktadır. AKP’nin yerelleşme politikalarını hem programına hem de seçim beyannamelerine, sadece birer vaat olarak değil “özelleştirme” hamleleri olarak koyduğu bilinmektedir . Türkiye’de neoliberal yerelleşme politikaları açısından hem sermayenin hem de AKP başta olmak üzere sermaye hükümetlerinin genel tutumunun şu noktada ortaklaştığı söylenebilir: “Halkın katılımı”, “yerinden yönetim”, “halka yakınlık”, “şeffaflık”, “yerel demokrasi” gibi söylemlerle yaşama geçirilen neoliberal yerelleşme politikalarına ilişkin AKP hükümetinin en ufak bir itirazı olmamakla birlikte, Kürt ulusal hareketinin bundan faydalanabilecek olmasından kaynaklı, sürecin bazı yönlerini ağırdan almaktadır. Ancak, şurası kesindir ki; AKP’nin idari yapılanmadaki reform sürecine ilişkin ne idari, ne hukuki ne de iktisadi bir itirazı vardır . TÜSAİD, MÜSİAD, TOBB gibi sermaye örgütleri raporlarında  yerelleşme politikalarının güçlü bir biçimde uygulanması gerektiğini vurgulamaktadır. Hatta Kürt illerini bir yana bıraktığımızda, Batı’da ve diğer illerde bu yönde bir idari yapılanmayı, uluslararası ve yerli tekelci sermaye ile birlikte savunmaktadırlar.
Bu açıdan kamu hizmetlerinin “yerelleşmesi”, yerel yönetimlere yetki devri otomatik olarak demokratikleşme değil tersine piyasalaşma ve kazanılmış hakların sermaye tarafından gasp edilmesi anlamına gelmektedir. Kapitalizm koşullarındaki yerelleşmenin hem dünya örnekleri hem de teorik çerçevesi budur.

İKİNCİ İTİRAZ: MERKEZİ POLİTİKALARDAN KOPUŞA OLANAK SAĞLAR
Birincisiyle bağlantılı ikinci bir itirazsa şöyle formüle edilebilir: Neoliberal yeniden yapılanma ile birleşmesine rağmen yerelleşme politikaları, merkezi devlet aygıtının yereli, halkı, emekçiyi, farklı ulus, kültür ve inançları görmeyen yaklaşımından belli ölçüde bir kopuşa yani demokratikleşmeye olanak sağlamaz mı?
14 maddelik DTK deklarasyonunun 7 maddesinde (7, 9, 10, 11, 12, 13, 14. maddeler) eğitim, sağlık, yargı, toprak, su ve enerji kaynaklarının yönetimi, tarım, sanayi ve ticaretin düzenlenmesi, ulaşım, bütçeleme ve güvenlik birimlerinin yönetiminin yerellere devredilmesi öngörülmektedir. Mesela eğitimde, piyasalaşmaya yol açtığı kabul edilse bile, matematik, geometri, fen bilgisi derslerde olmasa da “tarih”, “yurttaşlık bilgisi” vb. çeşitli “sosyal” derslerde yereli gözeten yaklaşımların ya da yerel üniversitede yöreye uygun bilim ve araştırma dallarının kurulmasının yolunu açmaz mı?
Soyut bir “merkez”-“yerel” ikileminden çıkıp daha somut bir tartışma yapıldığında, yerelleşme eğer piyasalaşma değil yerelin özelliklerinin göz önünde bulundurularak eğitimin örgütlenmesini anlamına kullanılıyorsa bile yanlıştır. Örneğin Konya’nın merkezinde olduğu bir yerel idari birime devredilen/yerelleştirilen eğitimin, müfredatında tarih dersi baştan sona Osmanlıcı ya da bugün zaten Osmanlıcı olduğunu düşünürsek açıktan şeriat övgüsü yapar konuma gelmesi nasıl engellenecektir? Ya da bölgede yaşayan çeşitli dini tarikat ve cemaatlerin müfredata ilişkin “yerel katılımları” ne anlama gelecektir?  
Bu kapsamda, eğitimin yerel yönetimlere devrinin, müfredata ilişkin bir değişim anlamına gelmeyeceği söylenebilir. Anayasada eğitimin bilimsel ve laik olması ilkesinin yerelleşme uygulamalarıyla birlikte yaşama geçirileceği iddia edilebilir. Ancak, eğitimin bilimsel ve laik olması ya da parasız olması; bir yerelde uygulanıp diğerinde uygulanmaması mümkün olan ve bu açıdan “yerel” ilkeler değil, işçi sınıfı ve emekçilerin yerellikleri aşan “evrensel” ilkeleridir. Örneğin bir okulda “kız çocuklarının” küçük yaşta evlendirilmesi mücadele edilmesi gereken toplumsal bir sorun olarak değerlendirilirken başka bir bölge ve okulda gelenek ve göreneklerle meşrulaştırılmamalıdır. Bu açıdan liberal yerelcilik bilim düşmanı hurafeciliğin, sınıflı toplumun biriktirdiği gelenekçiliğin ve gericiliğin de yolunu açmaktadır. Eğitimin parasız, bilimsel, demokratik ve anadilinde olması “yerel” değil “merkezi” ilkelerdir. Böylece yerelleşmecilerin iddia ettiği gibi demokrasi ve demokratikleşme engellenmiş olmaz, güvence altına alınmış olur. Elbette bugünün eğitiminde durumun bu olmadığı açıktır.
Eğer piyasaya açılmayacaksa, müfredat yerele uygun bir biçimde dizayn edilmeyecekse, “tarikat-cemaat”lar başta olmak üzere “sivil toplum” katılımı söz konusu olmayacaksa eğitimde yerelleştirme başka ne anlama gelecektir? Burada çeşitli dil ve kültürlerin, esas olarak da yerellerin ihtiyaçlarının dikkate alınmasından bahsedilebilir. Ancak bunun için eğitimde, baştan sona piyasalaştırma üzerine kurulu olan Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın ya da neoliberal yerelleştirme politikalarının uygulanması değil yerelin ihtiyaç ve taleplerini gözetecek, kimi durumlarda ona tabi olacak biçimlerde “evrensel” demokratik ilkelerin yaşama geçirilmesi gerekmektedir. Örneğin Kürtlerin yoğun bir biçimde yaşadığı bir bölgede anadilinde Kürtçe eğitim verilmesi, Çerkezce’nin talep edildiği bir bölgede ise Çerkezce eğitim verilmesi gerekir. Bu esas olarak halkın talepleriyle ve elbette yerel yönetimlerle etkileşim içerisinde anadilde eğitimin ve yerelin özgünlüklerini dikkate alarak genel eğitim planının yapılması sorunudur.
Avrupa’da genel yerelleşme politikaları ile ulusal hareketlerin kendi dil, kültür ve özerk/bağımsız yönetimlerini kurma mücadeleleri sonucu elde ettikleri hakları birbirine karıştırmamak gerekir. Örneğin İspanya’nın Katalonya özerk bölgesinde üç resmi dilden birisi Katalanca’dır ve yerel hükümet Katalanca dilinde eğitim vermektedir. Keza Bask ülkesinde aynı durum Baskça için geçerlidir. İspanya’nın daha özgün bir özerk bölgesi ise Navarro’dur. Navarrolular etnik olarak Basklıdır, fakat birçok yönüyle asimilasyonu uğramışlardır. Bu nedenle bölgenin bir bölümünde eğitim tümüyle Baskça, başka bir bölümünde ise İspanya’nın resmi dili olan Kastilyancadır (Ziriğ, 2014: 35). Ancak buradaki eğitim dili ve resmi dil uygulamaları, neoliberal yerelleşme politikaları değil bu bölgelerde yaşayan halkların tarihsel mücadeleleriyle ilişkilidir. Bu özerklik taleplerinden yola çıkılarak meşru bir temel sağlanmaya çalışıldığı doğru olsa da, neoliberal yerelleşmecilik ile ulusların kendi dil ve kültürlerini özgürce kullanması ve kendi kendilerini yönetmesi talepleri farklı düzlemlerdedir.
Bu açıdan, sorun Kürt illeri, Kürt halkı ve Türkiye Kürdistanı açısından ele alındığında tamamen değişmektedir. Çünkü, konu, idari yapının neoliberal çerçevede “reformu” olmaktan çok bir ulusun kendi kaderini tayin, kendi kendini istediği gibi yönetme, bu açıdan eğitim, sağlık, toprak, su, enerji, güvenlik vb. toplumsal yaşamını arzuladığı biçimde organize etme hakkı olmaktadır. Bu durumda eğitim genel olarak yerellere değil, Kürdistan coğrafyasının meşru yönetimine ve eğer mümkünse doğrudan halkın yönetime devredilmelidir. Buradaki merkez-yerel ilişkisi Kürt halkının karar vereceği bir mevzuudur. Müfredat, Kürt halkının tarihini, kültürünü vb. kapsayacak şekilde yeniden düzenlenmelidir. Bu, Türkiye genelinde eğitimin yerelleştirilmesine ilişkin değil Kürt halkının kendi kendisini yönetmesine, özyönetimine ilişkin bir sorundur. Söz konusu olan yerelleşme değil bir ulusun kendi kaderini tayin, kendi eğitim sisteminin içeriğini ve biçimini örgütleme hakkıdır. Kürt ulusal hareketinin hatası Kürdistan için bunu istemesi değil, Kürt halkının özgün bir talebi ile neoliberal yerelleşme politikaları arasındaki farkı genel bir “yerel demokrasi” lafzı ardında belirsiz hale getirmesi ve tüm Türkiye’ye önermesidir.

ÜÇÜNCÜ İTİRAZ: YERELLEŞME KARŞITLIĞI MERKEZİYETÇİLİK SAVUNUSUNA DÖNÜŞMEZ Mİ?

Üçüncü bir itiraz da şöyle özetlenebilir: yerelleşmeye karşı çıkanlar, “sol”, “sosyalizm” adına devletin bugünkü tekçi, ulusalcı, merkeziyetçi, buyurgan, baskıcı, otoriter yapısını savunmaktadır. Zaten bütün hizmetler ve devlet aygıtı merkezi olarak yönetilmekte, yerel yönetimler üzerinde merkezi bürokrasinin “idari vesayeti” Demokles’in kılıcı gibi dikilmektedir. Bu durumda herhangi bir değişiklik, yerelleşme, yerel yönetimlere özerklik az ya da çok bir demokratikleşme anlamına gelmez mi?
Bu itiraz, ülkede neoliberal reformlarla belirli ölçülerde yeniden yapılandırılmış kapitalist bürokrasinin çürümesini kendisine dayanak edinmektedir. İtirazı yapanlar, bu çürüme konusunda da sonuna kadar haklıdır. Ancak “merkeziyetçi” çürüme ile “yerelci” çürüme arasında bir tercih yapmak zorunda değiliz.
1990’lardan beri kamu işletmelerinin verimsizliği ve devlet bütçesi üzerinde oluşturduğu “kambur” üzerine yapılan incelikli propagandanın kolaylaştırıcılığında kamu kurumları özelleştirildi. Birçok belediye ve kamu hizmeti piyasaya açıldı. Emeklilik yaşı 65’e çıkarıldı. Artık eğitim paralı, güvenli bir ameliyat özel hastane işi, emeklilik hayal, elektrik faturaları ateş pahası hale geldi. Kamu işletmeleri ya kapatıldı ya da yok pahasına sermayeye peşkeş çekildi; piyasalaşma sonucu güvenceli ve sendikalı çalışma giderek marjinal hale getirildi. “Kötü” kamu işletmeleri sermayenin karlı işletmeleri oldu. Bu açıdan merkezi kamu hizmetlerinin zaten neoliberalleştirilmiş, paralı hale gelen ve niteliksiz durumundan yola çıkarak kapsamlı bir neoliberal yerelleşme reformunu savunmak çözüm değil çözümsüzlüktür.
Eğitim, sağlık vb. diğer hizmetlerin bir hak olarak ücretsiz, nitelikli, halkın başta yereller olmak üzere bizzat yönetimine ve denetimine katıldığı, elbette yerellerin ihtiyaçlarını sonuna kadar gözeten bir temelde örgütlenmesi gerçekleşebilir. Ancak, bunun tekelci sermayenin tüm iktisadi ve toplumsal yaşamda ekonomik ve siyasi olarak egemen olduğu koşullarda gerçekleşmesi ya mümkün değildir ya da ancak işçi sınıfı ve emekçi halkın verdikleri mücadele sonucu, sınırlı ve yetersiz bir biçimde söz konusu olabilmektedir.
Genel bir demokratikleşmeye indirgenen neoliberal yerelleşme reformlarını, geleneksel merkeziyetçiliğe karşı çıkmak adına savunmak ne kadar yersizse, yerelleşme politikalarına karşı kısmi ölçüde “yerelci” reformdan geçirilmiş bugünkü merkeziyetçi yapıyı sahiplenmek de o kadar yanlıştır. Hatırlanması gerekir ki, tartışma zemini kapitalizmdir. Kapitalizmin bir dönemki ihtiyaçları temelinde örgütlendiği merkeziyetçi idari yapı, bugün tekelci sermayenin ihtiyaçlarını karşılamadığından “yerelleşme” temelinde yeniden yapılandırılmaktadır. Neoliberal politikalarla uyum içerisindeki bu yenilenme ile işçi sınıfı ve ezilen halkların on yıllardır verdikleri mücadele ile kazandıkları temel haklar ortadan kaldırılmak, sermayeye yeni sömürü alanları açılmak istenmektedir. Eğitim, sağlık, sosyal hizmetler “yerellere yetki devri” adı altında özelleştirilmekte, emekçilerin ve küçük üreticinin haklarını koruyan düzenlemeler esnetilmekte, yerelleşme adı altında kentler ve bölgelerin “dibe doğru yarışı” körüklenerek sermaye yatırımları için pazarlanmakta ve rekabete sokulmaktadır. Dolayısıyla neoliberal yerelleşmeye karşı çıkarken, aynı zamanda “merkeziyetçilik” başta olmak üzere kapitalist devlet yapılanmasının her biçimine karşı çıkan bir mücadele hattı savunulmalı, ancak önümüzdeki somut neoliberal yerelleşme adımlarına, açıkça karşı durulmalıdır.
Bu nedenle kapitalizm ve tekelci sermayenin egemenliği koşullarında “ulusal bütünlük” vurgulu burjuva merkeziyetçilik de, “yerel demokrasi”, “halkın katılımı” sloganları ardına gizlenen tam bir piyasalaşma ve uluslararası tekellerin egemenliğini öngören neoliberal yerelleşme de gerçek bir demokratik alternatif olamaz.

‘YEREL’ VE GERÇEK DEMOKRASİ, ÖZYÖNETİM
DTK’nın 14 maddelik bildirgesinin 4. maddesinde dile getirilen “Özerk bölge ve kentlerde şehir, mahalle, köy, kadın ve gençlik meclislerinin, farklı halklar ve inanç toplulukları meclislerinin, sivil toplum örgütlerinin karar alma ve denetleme süreçlerine doğrudan katılımının sağlanması” (DTK, 2015) ile kamu hizmetlerinin örgütlenmesinin ötesinde yerel karar mekanizmalarına halkın, köylü, kadın ve gençlerin doğrudan katılımını öngörülmektedir. 5. maddede “Demokrasinin derinleşmesi, kapsamlılaşması, özgür ve demokratik yaşamın sağlanması açısından kadınların meclislerde, tüm karar mekanizmaları ve özyönetim kademelerinde eşit temsilinin tanınması”, 6. maddede ise “Gençliğin karar mekanizmaları ve özyönetim organlarında yer alması” talep edilmektedir. (DTK, 2015). Sonuç bildirgesinde yer verilmemekle birlikte Kürt ulusal hareketinin özyönetim paradigmasında, fabrika ve işyerlerinde işçi meclislerinin kurulması, hatta üretim birimlerini doğrudan bu meclislerin yönetmesi önerilmektedir. Köylü meclisleri, kadın ve gençlik meclisleri, tüm etnik ve dinsel grupların kendi özerk örgütlenmeleri ile yerel yönetimlere katılması savunulmaktadır.
Türkiye’de Avrupa Birliği müktesebatına uyum süreci çerçevesinde, yerel yönetimlerde yönetişim adı altında çeşitli dernek, sendika, patron örgütleri, üniversite vb. kurumların katıldığı kent konseyleri, kadın ve gençlik meclisleri kurulmaktadır. Elbette, Kürt ulusal hareketinin “özyönetim” önerisi buradaki biçimsel “temsil”le bir tutulamaz. Çünkü, Kürt halkının, ulusal demokratik talepleri için verdiği kitlesel demokratik mücadeleye dayanmaktadır. Bu açıdan Kürdistan’da, mesela kadın örgütlenmeleri kadınların temel taleplerini bizzat örgütlemekte, feodal gerici gelenekselliğin karşısında bir nevi kadın aydınlanmasını yaymaktadır.
Henüz Kürdistan’daki halk örgütlenmeleri, demokratik özerklik tezinde ifade edildiği biçimiyle üretim de dahil her alana yayılmış değildir. Kürt ulusal hareketine göre, bunun yayılması, örgütlenmesi, karar alma süreçlerine katılımı ve denetimi de bir mücadele konusudur, bugünden örgütlemelidir. Ulusal demokratik taleplerinde ısrarcı kitlesel bir halk mücadelesi ve örgütlenmesine dayandığı için bu örgütlenmelerin demokratik karakteri, bugün için tartışılmazdır. Onun demokratik karakterini çelişkiye sokan, yarın tersine döndürülebilir kılan, sosyalizm deneyimlerini aşma iddiasına rağmen egemen burjuva kapitalist düzen ile yeni bağlar yaratan yanı ise; “özyönetim”in bütün bu demokratik örgütlenmeyi tekelci sermaye ve toprak ağalarının egemenliğine dokunmadan, onların özel mülkiyet hakkını kutsal saymaya devam ederek savunmasıdır.
Kürt ulusal hareketinin yerelleşme, demokratik özerklik ya da özyönetim paradigmasında yer alan bu tür üretim ve yaşam alanı meclislerinin yönetimi iddiası, doğrudan bir mücadele sürecine dayandığı için demokratik bir karakter taşımaktadır. Ancak kapitalist piyasa ilişkileri temelinde bunu öngördüğü ve savunduğu için gerçek anlamda uygulanması mümkün olmamakta, kapitalist özyönetim ütopyasının sınırlarında kalmaktadır.
Bir fabrika, atölye ya da işyerinde işçi meclisinin “özyönetimi”, demokratik özerklik tezindeki gibi burjuva kapitalist özel mülkiyet koşullarında önerildiğinde, ya Almanya’daki gibi “işçi temsilcilikleri”  biçiminde burjuva yönetimciliğinin bir biçimi ya da kapitalizme bağlanan bir tür kooperatifçilik pratiği olarak kalmaya mahkumdur. Kürt ulusal hareketinin önerdiği özyönetim modeli, kooperatifçiliğiyle birlikte ele alındığında Yugoslavya’da uygulanan kapitalist özyönetimciliğe benzemekte, ancak onun gerisinde kalmaktadır. Çünkü Yugoslavya’da üretim araçları üzerinde bireysel özel mülkiyet büyük ölçüde kaldırılmıştır. Yerine piyasa temelinde grup/kooperatif mülkiyeti getirilmiştir ki, böylece işçi meclisleri yönetimlerde ciddi ölçüde etkili olsa da piyasa ilişkileri/kapitalist ilişkiler varlığını korumaya devam etmiştir. Bu meclisler de giderek ilk kurulduğu dönemdeki etkinliklerini yitirmişlerdir.
İşçi sınıfı ve emekçi halkın kendi kendisini yönetmesi, bu anlamda kullanılacaksa gerçek bir özyönetim; halkın bizzat üretim süreci ve yaşam alanlarından başlayarak her alanda kurdukları sovyet, meclis, komün ya da konseyler aracılığıyla yerel ve merkezi düzeyde kendisini yönetmesi, ancak bunun sosyal temeli olarak üretim ve değişim araçları üzerindeki burjuva özel mülkiyetin kaldırılmasıyla mümkündür. İşçi sınıfı ve emekçilerin öz örgütlenmesi ve iktidarı demek olan sosyalizm, liberallerin çokça iddia ettiği gibi yukarıdan kumanda edilen bir devlet mülkiyeti değil halkın gerçek bir özyönetimidir. Sosyalizmi, gerçek bir “özyönetimi”, “demokratik özerklik” tezindeki gibi kapitalist özyönetim çağrılarından ayıran, gerçek bir demokrasi ve halk katılımının toplumsal, iktisadi nesnel temellerini; tekellerin ve büyük toprak sahiplerinin mülkiyetinin tasfiyesinden başlayarak üretim ve değişim araçları üzerinde toplumsal mülkiyeti öngörmesidir.
Kürt ulusal hareketi, yerelleşmeyi merkezi ulus-devlet dayatmalarından özerkleşme ve demokratikleşme, özyönetimi de yerelleşmenin ayrılmaz bir özelliği olarak kavramaktadır. Yerellerdeki bu özyönetim tahayyülü, soyut olarak AB’nin öngördüğü “halkın katılımı” ve “yönetişim”i aşıyor olsa da, gerçek yönetimin işçi ve emekçilerde olmasını sağlamaz. Sadece ulusal düzeyde değil yerelde de, sermaye, onun üretim ve dağıtım araçları üzerindeki egemenliği; piyasa ve piyasanın egemeni olan sermaye tahakkümü olduğu sürece, yerel yönetimlerden başlayan gerçek bir halk egemenliği mümkün değildir. Tekelci burjuvazinin egemenliği ve piyasa koşullarındaki “yerel özyönetim” biçimsel ve kadük kalmaya mahkumdur.
Sosyalizm, işçi sınıfı ve emekçilerin işyeri ve fabrikalar başta olmak üzere “yerel”den başlayan ve kendi öz örgütlerine dayanan yönetimidir. Bu açıdan gerçekten “yerinden yönetim”, “özyönetim”, “yerel demokrasi” ancak sosyalizm koşullarında gerçekleşebilir. Kapitalizmde, neoliberal yerelleşmenin bununla en küçük bir benzerliği bulunmamaktadır. Bu açıdan kapitalizmin yerelleşmeciliği ile merkeziyetçiliği arasında stratejik bir tercih yapmak durumunda kalınmamalı; sermayenin saldırılarının neyi amaçlandığına bakarak, ona göre sınıfsal bir pozisyon alınmalıdır.

KÜRDİSTAN AÇISINDAN ÖZERKLİK
Bütün bu tartışmalar Kürt sorununa gelindiğinde, Kürdistan sınırlarına girildiğinde başka bir zemin ve içerik kazanmaktadır. DTK bildirgesi; Kürt ulusunun mücadelesi, direnişi, kendi kendini yönetme isteği ve talebi temelinde yükselmektedir. Bu açıdan konu, idari özerkliğe indirgenemeyecek kadar boyutlara sahiptir; bir ulusun kendi kaderini tayin etme sorunudur.
Kürt ulusal hareketi, demokratik özerklik/özyönetim projesini gündeme getirdiğinden beri, bunun sadece Türkiye Kürdistanı ile sınırlı olmayan bir yaklaşım olduğunu, tüm Türkiye’nin iktidarcı ve merkeziyetçi yapısından kaynaklanan temel problemlerinin çözümü açısından önerilen bir proje olduğunun altını ısrarla çizmiştir. PKK Lideri Öcalan’ın postyapısalcı ve post-anarşist kuramsal hegemonyanın yoğun etkisi altında biçimlendirdiği, birçok çelişki içermekle birlikte merkezine her türlü iktidar karşıtlığını alan demokratik özerklik/özyönetim projesinin Kürdistan sınırlarının ötesinde iddiaları olduğu, hatta gerçekten de dünyaya bir “model” olarak önerildiği doğrudur. Ancak bununla birlikte, demokratik özerklik/özyönetim projesi aynı zamanda Kürt sorununun çözümü için de somut bir öneri sunmaktadır. Hatta, Öcalan’ın bütün ideolojik çerçevesini, Kürt sorununun çözümü somut/pratik ihtiyacından yola çıkarak formüle ettiği söylenebilir. Başka bir ifade ile, Öcalan; postmodern paradigma bağlamında değerlendirilebilecek çeşitli teorik ve kuramsal görüşleri, Kürt ulusal hareketinin deneyimleri temelinde sentezleyerek demokratik özerklik/özyönetim projesini ortaya atmıştır.
DTK’nın sonuç bildirgesinde demokratik özerklik ve özyönetim tanımlaması, belirli ölçülerde idari özerkliğe indirgenmiş bir biçimde ele alındığından bu makalede, bu sınırlar içerisinde bir değerlendirme yapılmıştır. Öcalan’ın postmodern paradigmadan feyz alarak geliştirdiği eko-anarşizmle reformizm ve ezilen ulus milliyetçiliği arasında salınan, sınıf mücadelesinin yerine iktidar-toplum karşıtlığını koyan demokratik özerklik teorisinin değerlendirmesi başkaca bir ya da daha fazla makalenin konusudur.
DTK’nın sonuç bildirgesindeki 14 maddenin genel hattı Avrupa Yerel Yönetim Özerklik Şartı bağlamında idari yerel özerklik olsa da metnin diğer bölümlerinde Kürt halkının statü talebi açık bir biçimde dile getirilmektedir. Siyasi ve bölgesel özerkliği, idari özerklikten ayıran temel unsur da bu statü talebi olmaktadır. Bildirgede, siyasi statü talebiyle ilgili, “Kürt halkının hukuki, siyasi ve statü talebi kabul edilmediği için Kürt halkı da kendi öz gücüne dayanan bir mücadele sürecine girmiştir. Bu mücadele toplumsal sorun üreten iktidarcı, merkeziyetçi ve erkek egemen yönetim anlayışlarına alternatif olarak demokratik siyaset anlayışını, yönetim modelini ve sistemini benimseyen, toplumsallığı ve birlikte yaşamı, Kürt sorununun siyasi statü temelinde demokratik çözümünü esas almaktadır. Bu da, sorunun esas olarak bir demokrasi ve özgürlük sorunu olduğunu ortaya koymaktadır. Demokrasi ve özgürlük talepleri özünde siyasi statü talepleridir” (DTK, 2015) denilmektedir.
Bu siyasi statü, genel bir demokratikleşme sürecinin ötesinde, bir ulusun kendi kendisini yönetme hakkı ve bu hakkın merkezi yönetim tarafından tanınmasını içermektedir: “... halkımızın geliştirdiği meşru direniş, özünde kendi kendini yerelden yönetme, yerel demokrasiyi inşa etme talebi ve mücadelesidir.” (DTK, 2015). Bu açıdan siyasi statü, yani ulusun kendi kendisini yönetme talebi belirli bir coğrafyayı kapsamaktadır. Tam da bu nedenle, son bildirgede taktiksel olarak ifade edilmemiş olsa da 2011 Temmuz’unda Diyarbakır’da düzenlenen DTK toplantısının sonuç bildirgesindeki ana sloganlardan birisi “Özerk Kürdistan Demokratik Türkiye” olmuştur. Son DTK bildirgesi de bu açıdan genel bir idari (neoliberalizme çalan) özerklik yaklaşımını, siyasi statü talebi ile birleştirirken Kürtlerin Kürdistan coğrafyasındaki statülerinin yani kendi kendilerini yönetme hakkının tanınmasını istemektedir. Bunun adı genel bir “yerel yönetimlere özerklik” değil bizzat Kürdistan’ın özerkliğidir. Zaten fiili mücadele ve direniş, hayatın gerçekliği bu hedefe bağlanmaktadır.
2008 yılında da, Kürt ulusal hareketi, o dönemki partisi olan Demokratik Toplum Partisi (DTP) aracılığıyla benzer bir somut öneri sunmuştur. Buna göre Türkiye 20-25 bölgeden oluşan yeni bir idari yapı yapılanmaya gitmelidir. Bu modelde, tıpkı son DTK sonuç bildirgesinde yer alan idari özerklik önerisi gibi, her bölge, demokratik yollarla seçilen bölge meclisleri yoluyla idare edilecek olup merkezi yetkiler ve özerk bölge yetkileri arasında bir ayrım söz konusudur. DTP’nin özerk bölgeler için öngördüğü yetkiler eğitim, sağlık, kültür, sosyal hizmetler, tarım, denizcilik, sanayi, imar, çevre, turizm, telekomünikasyon, sosyal güvenlik, kadın, gençlik, spor gibi alanları kapsarken merkezi yetkiler ise dışişleri, maliye ve savunma alanlarını kapsamaktadır. DTP’nin 2008 yılındaki metninde demokratik özerkliğin siyasi bir özerklik olduğu açık bir biçimde ifade edilmiyor ve kimi ifadeler sadece idari bir özerklikle sınırlı olarak yorumlanmasına müsait olsa da, metinde bölge ve bölgesel yönetimlerden söz ediliyor olması, demokratik özerkliğin en başından beri fiilen siyasi bir özerklik olarak kurgulandığını göstermektedir (Gürer, 2015: 217). İlgili paragrafta DTP, şu cümlelere yer vermiştir: “Bu meclislere ‘bölge’ meclisi, mecliste görev yapacak kişilere de ‘bölge temsilcisi’ denir. Meclis hem meclis başkanını hem de görevli olduğu alandaki işleri yürütecek yürütme kurulunu ayrı ayrı seçer. Başkan ve yürütme kurulu üyeleri meclisin aldığı kararların icrasından sorumludur.” Bu ifadelerde bölge meclisinin varlığı, yasama düzeyinde oluşu tartışılır olmakla birlikte karar alma ve icra yetkisi tanımlanmaktadır. Buradaki belirsizlikler, 2012 yılında BDP’nin hazırlamış olduğu anayasa taslak metninde giderilmiş ve demokratik özerkliğin seçilmiş temsilcilerden ve yasama yetkisine sahip bölge meclislerinden oluşan siyasi/bölgesel bir özerklik olduğu daha net ortaya konulmuştur (Gürer, 2015: 218).
Geniş yerinden yönetim yetkilerine sahip bir belediye yönetimi ile siyasal açıdan özerk bir yönetim arasındaki farkı belirleyen anahtar kavram statüdür. Bu siyasi/bölgesel özerklikle idari özerklik arasındaki temel bir farktır. Bu açıdan DTK’nın deklarasyonu, tüm Türkiye’ye önerilen bir “yerinden yönetim modeli” olmasının yanı sıra bir statü talebi olduğundan, merkezi devletle yapılacak hukuki bir sözleşme gerekmektedir. DTK’ya göre, başta Kürtler olmak üzere Türkiye’de yaşayan tüm etnik, kültürel toplulukların varlıkları tanınmalı, bunların kendilerini özgürce ifade edilme haklarını Anayasa’da güvence altına alınmalıdır. Bu açıdan DTK’nın deklarasyonu bir yandan Anayasal düzeyde eşit hakları kapsayacak şekilde demokratik düzenlemeler, diğer yandan Kürdistan coğrafyası için siyasal/bölgesel özerklik talebi içerilmektedir.
Kürtler, özellikle yoğun olarak yaşadıkları Türkiye Kürdistanı’nda, kendi kendilerini, Anayasal olarak statüsü tanınmış bir biçimde, kendi seçtikleri temsilciler aracılığıyla ve bir Kürdistan meclisiyle yönetmek istiyor. Bu talep, belli bir toprak parçasında, bir ulusun elde ettiği statüye dayanarak merkezi idare ile iktidarı paylaşmasıdır. Bu özelliğinden dolayı, gerek DTK’nın son bildirgesi gerek de Öcalan’ın demokratik özerklik/özyönetim projesi kuramsal olarak siyasi/bölgesel özerklikle doğrudan çakışmıyor olsa da, Kürt sorununa önerdiği çözüm açısından siyasal/bölgesel özerkliği içermektedir. Ancak belirsizlikler ve çelişkilerle birlikte. Pratikte, talepler ve mücadele bazında, genel öneriler statü ve siyasal özerklik talebinde somutlaşmaktadır. Pratik mücadele, ihtiyaçlar ve talepler; “iktidarsız”, “hiyerarşisiz”lik iddiasındaki kuramsal çerçeveyi tersine çevirip hayata döndürmekte, ete kemiğe büründürmekte, bölgesel bir iktidar yani bölgesel özerklik ve statü önerisine dönüştürmektedir.
Bu açıdan günlük taktik ve pratik hamleleri bir yana, bir ulusun, kendi kendisini yönetme, kendi ‘ulusal’ yasama meclisini (hangi biçim altında olursa olsun) ve hükümetini kurma talebi; hiçbir biçimde baskı altına alınmamalıdır. Bugünkü savaş, Rojava’daki gelişmelerle birlikte Kürt halkının, taleplerinden vazgeçmeyi dayatan bir “çözüm” karşısındaki isyanını ve baskılar karşısındaki direnişini ve kendi kendini yönetme istediğini hedef almaktadır. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı açısından, ki bu hakkın tanınması gerçek bir kardeşliğin asgari koşuludur, Kürt ulusu, kendi toprağında kendisini istediği gibi yönetme hakkına sahiptir. Bu hak, ayrı bir devlet kurma hakkını tartışılmaz bir biçimde içermektedir. Karar Kürt ulusunundur. Ancak Kürt halkı, şimdilik, bu baskı ve savaş dayatmalarına rağmen, ölüm ve katliamlara rağmen birlikte yaşamdan yanadır. Bunun ne kadar süreceği ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte; bugün ulusal sorunun çözümü Kürtlerin kendi kendini yönetme talebinin karşılanması, bu açıdan bölgesel özerkliğin sağlanmasından geçmektedir.
DTK’nın tüm Türkiye için öngördüğü yerel yönetimlerin çeşitli alanlardaki yetkilerinin arttırılmasını öngören sonuç bildirgesinin neoliberal yerelciliği eleştiriyi hak etmektedir. Ancak Kürdistan’a dair, yine “liberal demokrat” reformculuğun sınırlarını aşmamakla birlikte, özerklik/özyönetim talebi bir ulusun kendi kaderini tayin hakkı açısından ve genel demokratik karakteri bakımından Türkiyeli ve Kürdistanlı komünistlerin dayanışmasını ve desteğini hak etmektedir. Elbette bu konuda ezilen ulus önderliğinin taktiksel yaklaşım ve hamleleri ile toplam devrimci sürecin ve işçi sınıfı mücadelesinin ihtiyaçlarını gözetmekle yükümlü sınıf partisinin yaklaşımları arasında fark olması da kaçınılmazdır.

KAYNAKLAR
Acar, İbrahim Attila ve Kitapcı, İsmail (2009) “Bir Mali Yerelleşme Deneyimi Olarak İsveç”, Maliye Dergisi, Sayı: 157, Temmuz-Aralık 2009, s. 85-104.
AKP (2002) “Seçim Beyannamesi”, www. tbmm.gov.tr, e-yayın bölümü, 10 Ocak 2016.
AKP (2011) “Seçim Beyannamesi”, https://www.akparti.org.tr/site/haberler/basbakan-erdoganin-2011-genel-secimleri-secim-beyannamesi-aciklamasinin-tam/7171#1, 10 Ocak 2016.
AKP (2015) 64. Hükümet Eylem Planı, https://www.akparti.org.tr/site/haberler/64.-hukumetin-eylem-plani/81171#1, 10 Ocak 2016.
Aktan, Coşkun Can (1994) “James M. Buchanan’ın Politik İktisada Katkıları”, Türkiye Günlüğü, Cilt: 26, s. 39-49, http://www.canaktan.org/ekonomi /anayasal_iktisat/ buchanan-lifelegacy/turkce-kaynaklar/buchanan-kaynaklar.htm, 10.01.2016.
Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı (1985) http://www.tbb.gov.tr/mevzuat/kanunlar/Avrupa_Yerel_Yonetimler_ozerklik_Sarti.pdf, 10 Ocak 2016.
Bilgiç, Veysel ve Gül, Serdar Kenan (2010) “Türkiye’de Yerelleşme Politikaları”, VII Kamu Yönetimi Forumu: Küreselleşme Karşısında Kamu Yönetimi Bildiriler Kitabı, Editör: Fatma Neval Genç, http://www.gear.pol.tr/Yrd.Do%C3%A7.%20Dr.S.Kenan%20G%C3%9CL-1/Yerelle%C5%9Fme%20Politikalar%C4%B1.pdf, 10 Ocak 2016.
Çaralan, İhsan (2004) “Devlette Yeniden Yapılanma Kimin İçin?”, Özgürlük Dünyası, Sayı: 142, Şubat 2004, s. 24-36.
Çınarlı, Serkan (2011) “ABD’de Yerel Yönetimin Ana Hatları”, C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 12, Sayı 1, s. 265-280.
Demircan, Esra Siverekli (2007) “Yeni Ekonomik Düzende Küreselleşme Yerelleşme Bağlamında Belediyelerde Yeni Mali Yönetim Anlayışı”, Erciyes Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Sayı: 29, s. 135-159.  
DTK (2015) “DTK'den 14 maddelik öz yönetim deklarasyonu”, http://www.evrensel.net/haber/268498/dtkden-14-maddelik-oz-yonetim-deklarasyonu, 10 Ocak 2016.
Erdoğan, Recep Tayyip (2013) “Gelişmiş ülkelerde ‘eyalet’ endişesi olmaz”, https://www.akparti.org.tr/site/haberler/gelismis-ulkelerde-eyalet-endise-yoktur/42345#1, 10 Ocak 2016.
Gürer, Çetin (2015) Demokratik Özerklik, İstanbul: Notabene Yayınları.
MÜSİAD (1994) “2000’li Yıllara Doğru Türkiye’de Yerel Yönetimler / Sorunlar-Çözümler”, Hazırlayanlar: Bilal Eryılmaz ve Mustafa Lütfi Şen, MÜSİAD Araştırma Raporları: 5, İstanbul.
Nadaroğlu, Halil (1998). Mahalli İdareler Teorisi Ekonomisi Uygulaması, İstanbul: Beta Yayınları.
Öcalan, Abdullah (2013) Demokratik Uygarlık Manifestosu 5 – Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü, Azadi Matbaası.
Suat, Alper (2004) “Kamu Reformu ve Kürt hareketinde Liberal Beklentiler”, Kızıl Bayrak, Sayı: 2014/18, http://www.kizilbayrak.org/2004/kb18/sayfa_11.html, 10 Ocak 2016.
TBMM (2004) “Kamu Yönetiminin Temel İlkeleri Ve Yeniden Yapılandırılması Hakkında Kanun”, https://www.tbmm.gov.tr/kanunlar/k5227.html, 10 Ocak 2016.
TÜSİAD’ın (1995) Yerel Yönetimler / Sorunlar, Çözümler, Hazırlayan: Selçuk Yalçındağ, Yayın No: Tüsiad –T/95– 9/184, İstanbul.
Ziriğ, Serdar (2014) “101 Soruda Demokratik Özerklik”, İstanbul: Aram Yayınları.

* Özgürlük Dünyası’nın Şubat 2016 sayısında yayınlanmıştır.

ÖNCEKİ HABER

Yerel yönetimlerin özerkliği, neoliberalizm ve sosyal şovenizm

SONRAKİ HABER

Beşiktaş, yeni evindeki ilk maçta Bursaspor'u 3-2 yendi

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...