28 Mart 2016 00:58

2006 olaylarını konuştuğumuz Osman Baydemir: Bir demokrasi ve barış cephesi kurmalıyız

Paylaş

Meltem AKYOL
Diyarbakır

28 Mart 2006, Türkiye tarihine ‘Diyarbakır olayları’ olarak geçti. 24 Mart 2006’da 14 HPG gerillasının Muş’un Şenyayla kırsalında kimyasal silah kullanılarak öldürüldüğü haberi bölgede infiale neden oldu. Devamında 4 HPG’linin Diyarbakır’da yapılan cenaze törenine polisin saldırısıyla başlayan ve bütün Bölge illerine yayılan olaylarda aralarında çocukların da olduğu 13 kişi asker ve polislerce öldürüldü, yüzlerce kişi yaralandı. Dönemin Başbakan’ı Tayyip Erdoğan’ın ‘Kadın da olsa, çocuk da olsa, yaşlı da olsa gereği yapılacaktır’ açıklaması ile akıllara kazınan olayların üzerinden geçen 10 yılı dönemin Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı, HDP Urfa Milletvekili Osman Baydemir’le konuştuk. 

Olayları can kaybı yaşanmadan noktalanması için büyük çaba harcayan Baydemir o dönem hedef gösterildi, yargılandı ve ceza aldı. Baydemir, döneme ilişkin değerlendirmelerle birlikte önemli uyarılar ve değerlendirmeler yaptı: “1990’lardaki vahşet, orada ekilen rüzgar 2006’da fırtınaya dönüştü. Şimdi ekilen rüzgar, kasırga olarak dönecektir. Eğer bu pratikten vazgeçilmez, bir barış ülkesi inşa edilmezse yaşayacaklarımızın çok daha vahim. 2006’daki Erdoğan’la bu Erdoğan aynı. Çözüm sürecine hep seçim kaygısıyla yaklaştı. Hiçbir zaman gerçekten demokrasi zemininde bir ülke kurma ideali olmadı. Bugünkü vahşet, yeni bir rejimin inşasının harcı olarak kullanılıyor. İtiraz edecek hiç kimsenin hayat hakkı olmayacak bir rejim inşa ediliyor. Bugün ittifak zamanıdır. Bir barış ve demokrasi cephesi kurmalıyız.”

Bundan 10 yıl önce ne olmuştu? 
Her şeyden önce bir toplumda devlet dediğimiz aygıt, meşruiyetini hukuktan alır, hukukun gereklerinden alır ve şüphesiz ki bu hem iç hukuk hem de uluslararası hukuk açısından geçerlidir. Mart olayları bir kez daha hukukun işlevsizleştiğini, hukukun üstünlüğünün rafa kaldırıldığının tarihidir aslında. Olaylar, 14 HPG gerillasının kimyasal silahla katledildiğine ilişkin haberlerin yayılmasıyla başladı…

Gerçekten kimyasal silah kullanıldığını düşünüyor musunuz? Cenazeleri gördünüz mü?
Kendim de gördüm cenazeleri, şüphesiz bu bir adli tıp meselesi. Ama ben insan hakları mücadelesi hayatımda defalarca kimyasal silah kullanıldığına tanıklık ettim, kimi vakalarda yurt dışında yapılan otopsi raporlarında (göndermiş olduğumuz parçalardan yapılan) veriler de açığa çıktı. Bu itibarla benim açımdan bu iddia yabana atılabilecek bir iddia değildir. 14 insan hayatını yitirmişti kimyasal silahla. Toplum bu konuya ilişkin İçişleri Bakanlığı’ndan, hükümetten izahat beklendi ve bu hiç bir şekilde ciddiye alınmadı, devlet aklı dediğimiz mekanizma toplumun bilgi edinme hakkına saygı duymadı, dikkate almadı, üstten bakış açısını sürdürdü. Diyarbakır açısından değil bütün bölgede ciddi bir infial hali vardı. Diyarbakır’da da gençler başta olmak üzere halk, özellikle Bağlar bölgesinde barikatlar kurarak bu durumu protesto etti. Hiç unutmuyorum Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi önünde diğer belediye başkanları ile birlikte bir basın toplantısı gerçekleştirmiştik. “Acımız 14’tür bu 16 olmasın, 17 olmasın” dedik ve bir an önce sağlıklı, izah edilebilir, anlaşılır bir açıklamayla insanları tatmin edecek şekilde bir yol bulalım çağrısı yapmıştık. O çağrı bir siyasi linç kampanyasına dönüştürülmüştü, “Ne demek acımız 14’tür”, “nasıl terörün acısını kendi acın olarak görürsün” diye. Bugüne uyarladığımızda, bugün HDP’li aktörlerin yaşamış olduğu siyasi linç kampanyası ile 2006 yılında yaşamış olduğumuz siyasi linç kampanyası özü itibari ile aynı mantığın, aynı bakış açısının ürünüdür. 

O dönem aynı zamanda PKK ile devlet arasında görüşmeler yapıldığı da ifade ediliyordu. Siz bu düzeyde bir patlamaya dönüşmesini neye bağlıyorsunuz?
Doğrusunu söylemek gerekirse kimyasal silah kullanıldığı iddiası giderek bir inanca dönüştü. Bu iddia hükümet tarafından ciddiye alınmadı, sağlıklı bir bilgilendirme yapılmadı. “Hayır, kimyasal silah kullanılmadı” demediler, deme gereği duymadılar. “Ola ki kimyasal silah kullanmışım, ne olmuş yani” gibi bir edayla yaklaşıldı ve o yaklaşım bir infial hali zaten yaratmıştı. Ama cenaze  törenlerine saldırıdan sonra bu bir nevi kıvılcım oldu ve o birikmiş öfkenin patlamasına, kentin neredeyse her karış toprağına, sokağına yansımasına vesile oldu. 

EKİLEN RÜZGAR, MAALESEF KASIRGA OLARAK DÖNECEK

Ve olaylar bütün Bölgeyi sardı?
İlk etapta Diyarbakır’da, akabinde Nusaybin’den Batman’a bölgenin dört bir tarafına ve onlarca insanın hayatını yitirmiş olduğu bir sürece tanıklık ettik. Bakın 1980 askeri darbesi ve Diyarbakır zindanı vahşeti, bir isyan hareketini doğurdu, oradaki vahşet isyanın sosyolojik zemini oluşturdu. 1990’lardaki devletin sivil halka saldırısı, faili meçhul cinayetler, köy yakmaları, gözaltı kayıpları bir bütün olarak o vahşet, çok geniş bir netice doğurdu. 2006 yılındaki o isyanın, o itirazın neredeyse bütün aktörleri 1990’lı yılların aynı zamanda mağdurlarıydı. Ve açık söylemek gerekirse bugün Cizre’de, Silopi’de, Sur’da, Nusaybin’de, Yüksekova’da yaşamış olduğumuz, 12 Eylül askeri darbesi ve Diyarbakır zindan vahşeti pratiğinden çok daha büyük. O kadar büyük bir kopma, o kadar büyük bir duygusal kırılma yarattı ki; Nasıl ki 1980 askeri darbe vahşeti 1990’ları doğurdu, 1990’lar, oradaki vahşet, orada ekilen rüzgar nasıl ki 2006’da fırtınaya dönüştü şimdi ekilen rüzgar, maalesef kasırga olarak dönecektir. Eğer ki bu akıldan, bu pratikten vazgeçip, yaralar çok ciddi bir şekilde sarılmazsa ve samimiyetle bir barış ülkesi inşa edilmezse, hayat tecrübem bundan sonraki zaman dilimi içerisinde yaşayacaklarımızın çok daha vahim ve hakikaten bir iç savaş zemininin inşa edildiği kaygısını bende oluşturuyor. 

O DAMAR ŞU ANDA SARAY’DA!

Oysa daha 2005’te dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan Diyarbakır’a gelmiş ve bölgede heyecanla karşılanan açıklamalar yapmıştı...
Evet, Erdoğan 2005’te Diyarbakır’da, “Kürt sorunu artık benim sorunumdur, Kürt sorunu mutlak suretle demokratik bir kulvar içerisinde çözüme kavuşacaktır” demişti. Ben de o dönemin Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı olarak kendi nam-ı hesabıma karınca kararınca o sürecin de oluşturucularından, katkı sunucularındandım diyebilirim. Yine Hakkâri Şemdinli ilçemizde Umut Kitapevi bombalanmış ve akabinde bir kez daha devlet dediğimiz akıl devreye girmişti. O diyalog dediğimiz, kamuoyu ile paylaşılmayan, içeriği, detayları daha çok diplomasi faaliyeti çerçevesinde yürüyen o görüşmelerin de sekteye uğraması amacıyla kimyasal silah kullanıldığını düşünüyorum, yani provoke etmek amaçlıydı.

Nasıl bir kaynak tarafından yapıldığını düşünüyorsunuz?
Bana göre, işte o demin ifade etmeye çalışmış olduğum geleneksel, Kürt sorununa güvenlikçi perspektifle yaklaşan devlet damarı, kendisini devletin sahibi olarak gören damar ki, o damar şu anda bana göre Saray’ın etrafını sarmış. Saray da o damarın sözcülüğünü, o damarın uygulayıcılığını yapan bir pozisyondadır. O dönemde, bu katliam üzerinden, adına Oslo Süreci denilen o sürecin tamamen ortadan kaldırılması çabasının sahibiydiler.

2006’DAN BU GÜNE DEĞİŞEN BİR ŞEY YOK O ERDOĞAN BUGÜNKÜ ERDOĞAN’DIR 

Peki, masanın da devrildiğini düşünürsek, nasıl ilişkilendiriyorsunuz o günlerle bugünü? 
Bugüne uyarladığımızda bana göre olan şudur; Haziran öncesi 5 Nisan’dan önce başlayan ve bu güne kadar devam eden süreç, özellikle de Suruç’ta canlı bomba katliamıyla startı verildi, hemen akabinde Ceylanpınar’daki iki polisin evinden öldürülmesiyle bir nevi fitil ateşlenmiş oldu. Özü itibariyle o saldırı bir bütün olarak diyalog sürecini, Dolmabahçe mutabakatını ve müzakereye geçişi ortadan kaldırmak ve bir kez daha 70-80 yıllık çatışma, katliam pratiğine geri dönme siyasetiydi. Ve o siyaset şu anda Türkiye’yi yönetiyor. Haklı olarak izleyenler sorabilirler; ‘Bu bir tesadüf değil aslında 2005’in, 2006’nın mimarı ya da en önemli aktörlerinden bir tanesi Erdoğan’dı, 2015-2016’ın en önemli aktörlerinden, hatta baş aktörü yine Erdoğan’dır. Benim şu anda size aktaracağım bir tarih tanıklığıdır. Bana göre Erdoğan’ın duygu dünyasında ya da bakışında değişen hiçbir şey yok, çünkü 2006 Mart olaylarında da çıktı gözlerimizin içine baka baka “kadın da olsa çocuk da olsa, yaşlı da olsa gereği yapılacaktır” dedi. Ve onun o beyanatından sonra gereği yapıldı. 11 yaşındaki çocuktan tutun da 78 yaşındaki dedeye kadar siviller hayatını yitirdi. O Erdoğan bugünkü Erdoğan’dır. 

ERDOĞAN’IN EŞİT DEMOKRATİK BİR ÜLKE KURMA İDEALİ YOK, ÇÖZÜM SÜRECİNE OY KAYGISIYLA YAKLAŞTI

Nasıl yani?
Bana göre onun duygu dünyasında, onun kafasında bir eşitlik hukuku zemininde, birlikte yaşam zemininde ve geçekten demokrasi zemininde bir ülke kurma ideali yok, o zaman da yoktu bugün de yok. Dolayısıyla o günden bugüne çatışmasızlık süreçlerine yaklaşım, diyalog süreçlerine yaklaşım kanımca birer zaman kazanma mefhumu olarak kullanıldı. Hatta dönelim 2013 Newrozu’na ve oradaki İmralı görüşmelerinin başlangıç tarihine baktığımızda önlerinde 3 tane hayati seçim vardı. Bir tanesi 2014 Mart yerel seçimleri, bir tanesi cumhurbaşkanlığı seçimleri, diğeri haziran seçimleri. İşte bütün bu seçimler döneminde çatışmasızlığa ihtiyaç duymuşlar. Yani barış dediğimiz mevzu bir değer olarak, bu toplumun bir ihtiyacı olarak görülmemiş, oy arttırma veya sahip olduğu oyu koruma perspektifi ve aracı ile yaklaşılmış. Bu nedenle ihtiyaç olmayınca da, AKP çatışma pratiğini yeniden başlattı. Bu, AKP’ yi 317 milletvekiline çıkardı. Çok açık söylüyorum, eğer ki o çatışmalar olmamış olsaydı AKP tek başına yine iktidar olamayacaktı.

BU ŞER CEPHESİNE KARŞI BİR BARIŞ CEPHESİ KURMAMIZ GEREK

7 Haziranın öncesi Ağrı Diyadin olayının boşa çıkartılması çok önemli Türkiye tarihi açısından. Sonrasında olamaz mıydı benzer şeyler?
HDP zaten olmaması için olağanüstü çaba sarf etti. Kendi adıma da söylüyorum. Bizler olağanüstü çaba sarf ettik. Bütün çabalarımıza rağmen AKP’nin savaşı tek taraflı başlatmasına engel olamadık. Gücümüz yetmedi. Buradan çıkışın yolu nedir diye bana sorarsanız: Bu şer cephesine karşı mutlaka Türkiye’de bütün farklılıkların birlikte bir demokrasi cephesi, bir barış cephesi kurması gerekiyor. Tekçiliğe karşı çoğulculuğu savunan bir ittifak cephesini kurması gerekiyor. Bu vahşet açık söylüyorum yeni bir rejimin inşasının harcı olarak kullanılıyor. 

İTİRAZ EDECEK KİMSENİN HAYAT HAKKI OLMAYACAĞI BİR REJİM İNŞA EDİLİYOR

Başkanlık rejimi mi?
Başkanlık ama tek başına da başkanlık değil. 1923 cumhuriyetin kuruluşu ve ilanıdır. 2023 yeni bir cumhuriyetin ilanı olacaktır. Kendine münhasır ve kendisinin de başkanı olduğu, kanımca hilafetin geri getirileceği ya da geri getirilme isteğinin bünyesinde olduğu hatta başkentin İstanbul’a taşınacağı yani A’dan Z’ye yeni bir cumhuriyet. Ben burada açık ve net söylüyorum hiç kimsenin de tereddüttü olmasın Kemalizm’i savunacak değilim, asla ve kat’a. Çünkü Kemalizm de aynı zulmü Dersim’de yaptı ya da diğer katliamlarda kendi rengini gösterdi. Ama bu katliam pratiğinin bugün ana hedefi yakıcılık itibariyle söylüyorum Kürtlerdir, Kürdistan coğrafyasıdır. Ama hemen yarın Aleviler olacaktır. Hemen yarın sosyal demokratlar olacaktır. Bir sonraki gün liberaller olacaktır. Sadece tutuklama, cezaevine koyma, ekran karartma değil, bunlarla sınırlı kalmayacaklar. İtiraz edecek hiç kimsenin bu ülkede hayat hakkının olmayacağı bir rejim inşa ediliyor şu anda. Ve bu rejime de açık söylüyorum bugün sessiz kalanlar, Kürdistan’da yürütülen bu vahşete bugün sessiz kalanlar yarın sıra kendilerine geldiğinde ses çıkarabilecek pozisyonda olamayacaklar. Bunun için bugün ittifak zamanıdır. 

BU VATAN SAVUNMASI DEĞİL, SARAYIN SAVAŞI DİYE BAĞIRALIM

Kimler ittifak edecek?
İttifak nedir? Şurada her birimiz penceremizi açalım. Evimizde, iş yerimizde, arabamızda. Penceremizi açalım ve avazımızın çıktığı kadar bağıralım ‘Kral çıplak’ diyelim. ‘Bu savaşı istemiyorum, bu senin savaşındır, bu Sarayın savaşıdır, bu vatan müdafaası değildir’ diye haykıralım. Siyasi fikrimiz ne olursa olsun, dünya görüşümüz, inancımız ne olursa olsun bu savaştan, asker ölümünden, polis ölümünden, gerilla ölümünden, sivil ölümünden, katliamdan, hem Cizre ve Sur’daki katliamdan ve Yüksekova’da, Nusaybin’de gelişebilecek katliamlardan rahatsız olanlar hem de İstanbul’daki katliamdan, Ankara’daki katliamdan rahatsız olan herkes ölüm, öldürmek, karşılıklı katliam çözüm değil diyen herkes avazı çıktığı kadar savaşa hayır demeli. Mutlaka 10 maddede buluşmamız gerekmiyor. Tek bir madde yeterlidir. Hayat hakkı. Herkesin yaşamaya hakkı vardır ve sorunlarımızı savaşarak değil, müzakere ederek çözeceğiz. Ve kimden gelirse gelsin şiddete hayır duruşu. Bununla geriletebiliriz inancını taşıyorum.

ÖNCEKİ HABER

Arap Basını: ‘Batı ortadoğu’da ektiğini biçiyor’

SONRAKİ HABER

Şiddet iklimini bozacak bir müdahale lazım

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...