13 Mart 2016 01:39

Güçlenirken zayıflamak: Sporcunun tehlikeli ikilemi

Paylaş

Uygar KARACA

Spor dünyası ‘Operasyon FIFA’ ve şike skandallarıylaa sarsıladursun, sporun kadim düşmanlarından doping belası, yaygınlığını iyiden iyiye artırmaya devam ediyor. Rivayet doğruysa, 1800’lerin sonunda, Choppy Warburton isimli ‘menajerin’ gizemli iksirleriyle başlamış sayabileceğimiz bu tehlikeli yakınlaşma, günümüze gelindiğinde artık tutkulu ama yıkıcı bir aşk hikayesine dönüşmüş vaziyette. Neredeyse her büyük başarı, üzerinde bir şüphe kamburunu da taşımak zorunda ve bu paranoyak durum bizi ‘Dopingin sporla ilişkisi neden bu denli güçlendi?’ üzerine düşünmeye itiyor.

Elbette tatminkar cevaplara ulaşmak şu birkaç paragrafta zor. Fakat her şeyden önce doping fenomenini anlarken ahlakçı değil maddeci bir bakışla temele inmenin, bu belayı anlamada daha akılcı bir yol olacağı kanaatindeyim. Görünen o ki ‘var olabilmek’ adına tek bir uzmanlık alanında sınırsız ilerleme sürecine mahkum edilen bir sporcunun dopinge direnme kapasitesi, basamakları tırmandıkça çelişkili biçimde azalıyor ve bu da dopingin yaygınlaşmasını kolaylaştırıyor.

BATILI DOPİNG, BATILI OLMAYAN DOPİNG!

Önce eksik ve hatalı bulduğum yaklaşımlarla başlayayım. Ana hatlarını, bir kültürel bütünlük olarak Batı’nın çizdiği uluslararası ana akım medya, yükselen doping tehlikesini panik ve çaresizliğin iç içe geçtiği karmaşık duygular ve politik yönelimlerle değerlendirince sorunun kaynağını saptamada çok yetersiz kalıyor. En temelde eksiklik, konunun bir ‘Batılı/ Batılı olmayan’ ikiliği üzerinden ele alınması. ‘Batılı olmayan’ bir vakada laf genellikle asıl suçlunun devlet ya da hükümet politikası olduğuna geliyor. Örneğin bir Çinli ya da Rus dopingçi çıktığında Soğuk Savaş retorikleri yankılanıyor, Kenya ya da Etiyopyalı dopingçilerse ‘azgelişmişlik’ ağında görülüyor. Bu hesapta, suç ya sözümona komünist mirasta, ya art niyetli bir hükümette yahut başarısız bir devlettedir. Aynı durum, bir Batılı için ortaya çıktığında ana akım, genellikle kusurun tekil, sübjektif bir olgu olduğunu varsayar ve mevzu tamamıyla bir ahlak problemine döner. İyi adam, açgözlülüğü yüzünden kötü adama dönüşür. Bir dopingle diğeri arasındaki ilişki mevzu bahis olmaz.

Misal, yıllarca hikayesi üzerinden koca bir endüstriyi çeviren süper kahraman Lance Armstrong, akşamdan sabaha bir hain olmuştu. Halbuki eski ikon bisikletçinin ekleyecekleri vardı, ‘Ben hile yapmıştım çünkü herkes yapıyordu, bugün olsa yine yapardım. Çünkü dopingsiz imkansızdı.’ diyordu. Bu, ortada bir sistematik mesele olduğunu ve bunun da yalnızca bir kişinin ahlakı, hatta ülkesi ya da hükümetine mal edilemeyeceğinin bir ifadesi. Görünen o ki doping, sporun DNA’sına sızmış durumda.

KAZANMA FETİŞİZMİ

Genellikle efsane Amerikan futbolu koçu Vince Lombardi’ye atfedilen ‘Kazanmak her şey değildir, var olan tek şeydir.’ sözü kapitalist üretim altyapısı üzerine inşa edilmiş burjuva kültürünü ne de güzel özetliyor. Öyle ki sermaye, kendini yeniden üretebilmek, var olabilmek için her daim çapını genişletmek zorundaysa, insan da sadece kazabildiği sürece ‘hakikaten’ var. Kapitalistin ‘açgözlülük’ olarak değerlendirilen hırsı; yani hep daha fazlasını istemek aslında bir tercih değil, bir zorunluluk. Bu denli sıkı rekabette, kaynaklarını kullanamayıp, gücünü sürekli olarak artıramayan yok olmaya ilk adımı atmış demektir. Ya her şeysindir ya da hiç, ara safhalar illüzyondur. Kapitalist oyunun kuralı budur.

Durum sporcu açısından daha da beterdir: Mesleki uzmanlaşmanın ileri safhaları, diğer bedensel ve zihinsel faaliyetlerden bir nevi vazgeçme zorunluluğu yaratacağından, sporcuyu bir taraftan başarıya yakınlaştırsa da, diğer taraftan zayıflatır. Malum, tüm hayatı tek bir uzmanlık alanı üzerine kurmanın bedeli, gelişmeye açık pek çok yetenekten feragat etmek; kısacası uzmanlaşılan işin bir yerde esiri olmaktır. Zirveye doğru çıkarken, geride bıraktığınız her basamağın kayıp gittiğini düşünün. Artık geriye dönüş yoktur. Sahip olduğu yegane üretim aracına, emeğine yatırım yapacak imkanı, sadece şanslı bir azınlık bulabilir. Sponsor çekebilenler, ehil bir ekip kurar, son teknoloji yöntemlerle öne geçer. Başarı geldikçe imkan katlanır. Maça 3-0 geride başlayan ama oynamak ‘zorunda’ olan sporcu, daha ne kadar ‘adil’ devam etmek isteyebilir ki?

BAŞARISIZLIK BİR SEÇENEK DEĞİL

Peki doping yalnızca bir ‘kaybeden’ meselesi midir? Hiç de böyle değil. Zaten konuyu enteresan hale getiren de bu. Kazanan sporcunun yakaladığı daha geniş imkanlar, bu kez hileyi gizlemek için gerekli kaynağı da kendiliğinden yaratır. Armstrong vakasından biliyoruz ki uygun koşullar oluştuğunda, yani herkesin çıkarları örtüşüyorsa, dopingçi olduğu neredeyse herkes tarafından bilinen bir ‘şampiyon’, daha çok para, daha çok imkan ve daha çok başarı büyüyen sarmalında, alenen koca bir doping ağı kurup uzun yıllar hüküm sürebilir. Bu ağın içindeki herkes için tek çıkış, sporu bırakmaktır. Başarısızlık, bir seçenek değildir çünkü.

Sponsorlar içinse hava hoştur. Markayı parlatmak ana amaçsa rekorlar kırıldığı müddetçe bunun nasıl olduğu önemli değildir. Sporcunun yaşamını mahvedebilecek bir doping tespiti bile bir sponsor için dünyanın sonu olmaz, fırsata bile çevrilebilir: Yapılması gereken ‘Temiz spor, temiz şirket’ sloganıyla kaynakları bir kanaldan diğerine aktarmaktır. Kötü şöhretin para kaybettirdiği mi yoksa kazandırdığı mı da ayrı bir tartışma konusudur.

Özetle sponsor her şekilde kendini kurtarıyorken sporcu bir nevi güçlenirken zayıflama çelişkisini yaşar. Başarısızlık ihtimali dopinge bağlar, başarıysa daha çok bağlar. Böyle bir ortamda sporcunun, yaptığı işe dair ahlaki sorgulamalara girmesi, ‘adil’ yarışmak uğruna kariyerinden vazgeçmesi beklenebilir mi? Kaç insan iradesi, onca yıl emek verdiği işi, yaygın işlenen bir suç yüzünden bırakmayı seçebilir ki? Sözün özü, doping fenomenini anlamak için en doğru yerin gene sistemin kendisi olduğudur, bu da kapitalizmin meta fetişizmiyle spordaki başarı fetişizminin kesiştiği noktaya denk düşer. Normatif ve ahlakçı bir bakışla günü kurtarmak ya da bir ikilik üzerinden ‘doğru-yanlış’ diye ayırmak yerine, yapısal meselelere odaklanmak çok daha akılcı bir yoldur.

ÖNCEKİ HABER

Neden milyonlarca sıradan Amerikalı Trump’ı destekliyor?

SONRAKİ HABER

Merih Aşkın: Albüm, insanın kapılarını açabildiyse başarılı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa