07 Şubat 2016 04:40

Cenevre’den sonra: Savaş çoktan kaybedildi

Paylaş

Foti BENLİSOY

İyi “gişe yapmış” filmlerin devamını çekmek neredeyse adettendir. “Sequel” denen bu devam filmleri yapımcılar için cazip bir seçenektir; zira zaten popüler olmuş “başarılı” bir hikâyeye dönmek görece risksiz bir girişimdir. Serinin ilk üç filminin “ziplenmiş” hali olan son Star Wars’ın ticari başarısını düşünün mesela… Bu devam filmlerinin ilk yapıma göre daha iyi mi olduğu, yoksa orijinal filmin başarısını tekrar etmeye dönük sıradan bir replika mı olduğu konusunda kanaat ve rivayet her örnekte değişir ama genelde “devam filmleri” ilk filmin yarattığı etkiyi tekrarlamakta başarılı olamaz. Cenevre serisinin üçüncüsü, kopardığı tüm gürültüye karşın bu kaideyi teyit etmiş oldu. Müzakerelere kimlerin ve hangi koşullarla iştirak edeceğine dair yazılıp çizilen onca şeyin ardından, “sahada” yaşanan gelişmeler, Cenevre’yi şimdiden tarihin başarısız kalmış müzakere girişimleri çöplüğüne havale etti bile. 

Rusya’nın (“IŞİD’le mücadele” filan bu işin “kılıfı”) rejime arka çıkmak adına Suriye’ye askeri müdahalesi, ülkedeki güçler dengesini kesin olarak değiştirmişe benziyor. Rejim ordusunun ilerleyişi, özellikle Halep’i abluka altına alarak kuzeyde Türkiye ile olan bağlantıyı kontrol altına alması, savaşın belki de kaderini belirleyecek bir gelişme. Halep belki hemen düşmeyecek. Rejimin daha önce Humus’ta yaptığı gibi, isyancıları çaresizlik ve açlık sonucunda teslim olmalarını sağlayacak şekilde ablukaya alması çok muhtemel. Ancak gelişmeler, eğer beklenmedik bir faktör devreye girmezse, askeri güçler dengesinin kesin olarak rejim lehine döndüğünü gösteriyor.  

VEKALET SAVAŞINDA SONA DOĞRU MU?

Bu koşullarda Cenevre’den zaten bir şey beklemek mümkün değildi. Rejim her yeni uluslararası müzakereye daha güçlü ve kendinden emin bir biçimde katılıyor. Şam açısından tayin edici olan, “sahadaki” başarılar; müzakereler işin biraz “dostlar alışverişte görsün” kısmı. Maksat rejimin “ciddi” ve “güvenilir” bir uluslararası aktör (hatta neden olmasın, “partner”) olduğunu vurgulamak. Zaten diplomatik planda da dengeler rejim (Rusya diye de okunabilir) lehine dönmüş durumda. Riyad’ın inisiyatifiyle mümkün mertebe “prezentabl” hale gelmesi için toparlanan muhalefet Cenevre’ye son dakikada bir yenilgi havasında gelmişti. Muhalefet önce müzakerelere katılmak için kuşatmaların kaldırılması, tutuklu bulunan kadın ve çocukların serbest bırakılması gibi koşullar öne sürdü. Ancak muhalif grupların oluşturduğu “yüksek müzakere heyeti”, bizzat Kerry tarafından görüşmelere “önkoşulsuz” katılması için adeta azarlandı. Sonuçta bu “yüksek heyet”, istese de istemese de soluğu Cenevre’de bir otelde aldı. 

ABD, Rusya-Suriye’nin askeri operasyonlarından rahatsızlık duysa ve bunları müzakereleri sabote etme çabaları olarak değerlendirse de durumu şimdilik de olsa bir biçimde “toparlayacak” bir uzlaşı arayışında. ABD’nin “Esad’ın gitmesi” vurgusunu çoktan bir kenara bıraktığı, “Esad’lı geçiş”, hatta Rusya’nın “muhalefet unsurlarının da olduğu ulusal birlik hükümeti” gibi formülasyonlarla “flört ettiği” ortada. Birinci Cenevre’den son Cenevre’ye çok şey değişmiş durumda. Muhalefet saflarında ABD’nin onları yalnız bıraktığı kanaati giderek yayılıyor. Batı kamuoyunda, hatta karar alıcı eliti arasında “mülteci krizi” ve IŞİD (“terörle mücadele”) dolayısıyla rejime karşı çok daha hayırhah bir tutumu öngören “realizm” giderek güç kazanıyor. 

Bu keşmekeşi daha da içinden çıkılmaz hale getiren, Türkiye’nin PYD temsilcilerinin müzakerelere katılmaması yönündeki malum inadıydı. Neticede Türkiye bu ısrarında başarılı olmuş, dolayısıyla Cenevre “cephesinde” kazanmış gözükse de aslında Suriye’de “savaşı” kaybediyor. Silahlı muhalif gruplarla Türkiye arasındaki bağlantının rejim tarafından kesilmesi, YPG’nin ana bileşenini oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri’nin Fırat’ın batısına geçtiğinin bizzat Ömer Çelik tarafından itirafı, iflasın “derinliğini” gösteriyor. 
Bu durumda savaş bitiyor mu? Hiçbirimizin önünde bir kristal küre yok. Kesin bir şey söylemek güç. Bir vekâlet savaşının nihayete ermesi, “normal” bir savaşın sona ermesinden çok çok daha zordur. Çünkü vekâleten girişilen savaşlarda sadece muharebe meydanındaki tarafların kazanıp kaybetmesi ya da yenişemeyip sulh etmesi yeterli olmaz. Evvela vekilleri aracılığıyla o savaşa iştirak eden “asıl tarafların” çıkarlarının uyumlulaştırılması gerekir. Bu esas taraflar ne kadar çoksa, vekiller aracılığıyla sahaya sürülen jeostratejik ihtilaflar ne kadar karmaşıksa savaşın tam olarak bitmesi de o kadar güç olur. Unutmayalım, “Lübnanlaşma” deyişine adını veren Lübnan’daki iç savaş, 1975’ten ta 1990’a kadar sürmüştü.

İşte tam da bu nedenle, yani bir vekâlet savaşının öngörülemezliği dolayısıyla kritik bir soru giderek daha sık sorulur oldu: Türkiye Rusya destekli rejim ordusu karşısında gerileyen, pozisyon kaybeden “vekillerini” korumak adına Suriye’ye dönük bir askeri müdahale çılgınlığında bulunur mu? Suriye’deki vekâlet savaşında köşeye sıkışan Ankara (ve elbette Riyad), “ileriye doğru kaçmak” diye tarif edilebilecek böyle cüretkâr bir hamlede bulunabilir mi? Cenevre sonrasında Suudi Savunma Bakanlığı sözcüsünün, uluslararası koalisyon tarafından talep edildiği takdirde krallık silahlı kuvvetlerinin IŞİD karşısında Suriye’de konuşlandırılabileceği açıklamasını yapması, üstelik “Türkiye ile koordineli kara harekâtından” bahsetmesi bu ihtimali ciddi bir biçimde gündeme getirdi. Bu elbette bir olasılık.  Türkiye ve Suudi kaynaklı böyle bir muhtemel girişimin Beyaz Saray’da ne yankı bulacağıysa meçhul. Ancak, dedik ya, bir vekâlet savaşında her sürprize, her olasılığa açık olmak gerek.

KAZANAN DEĞİLSE DE KAYBEDEN ÇOKTAN BELLİ...

Bu ve benzeri jeostratejik mülahazaları bırakalım. Suriye’de beş yıl önce patlak veren popüler bir ayaklanmanın, özellikle Suud, Katar, Türkiye ve diğer yandan İran gibi bölge güçlerince bir vekâlet savaşına” dönüşmesinin “doğal” sonucu “Lübnanlaşma” oldu. “Lübnanlaşma” başlığı altında tarif edilen basitçe bir iç savaş ya da mezhepsel temelde bir iç çatışma değil. “Lübnanlaşma”, farklı etnik ya da mezhepsel kökenli silahlı güçlerin emperyal ya da bölgesel aktörlerin sponsorluğunda birbiriyle uzun süreli bir yıpratma savaşına girdiği bir durum. İşte bu yıpratma savaşının neticesi, Suriye halkının siyasal failliğinin, kendi kaderini belirleme güç ve kapasitesinin elinden alınması oldu. Bitmesine daha ne kadar zaman olursa olsun savaşın esas sonucu budur. Galip gelen taraf kim olursa olsun savaşın kaybedeni Suriye halkından başkası değildir.  

Suriye’deki trajedi, ülkedeki siyasal çekişmenin bir dizi uluslararası çekişmenin bir gerçekleşme, kuvveden fiile çıkma alanı hale gelmesiyle gerçekleşti. Suriye’deki savaş Suriye’nin savaşı olmaktan çıktı. Böylece Suriye halkını tıpkı Filistinliler gibi yersiz yurtsuz bir parya halk konumuna sürükleyen bu “iç savaş”, her tarafta “yabancı savaşçıların” cirit attığı çok taraflı bir savaşa, daha doğrusu birbirinin içine geçen iç savaşlara, Suriyelilerin ancak daha büyük jeostratejik çıkar ve ihtiyaçların “vekili” yahut piyonu haline geldiği bir yıkıma dönüştü. Suriye halkı kendi ülkesinde değil, Riyad’da, Ankara’da, Tahran’da, Washington’da, Moskova’da çoktan yenildi… Savaşın kazananı kim olursa olsun bizim safımız o çoktan kaybetmiş olanların yanı… 

ÖNCEKİ HABER

Kenar mahallede bir Ahmet Erhan

SONRAKİ HABER

Siz benim neden sustuğumu nereden bileceksiniz!

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...