14 Nisan 2012 12:56

Yüzleşmek için daha kaç yolculuk yapmalıyız?

Birkaç parça eşyadan mütevellit küçük ve sade salonun en geniş duvarının ortasında bir fotoğraf var. Üzerine poşet örtü-lerek gizlenmiş bir erkek portresi... Fotoğrafın ait olduğu insanın, o hanenin en kıymetlisi olduğunu, fotoğraf için seçilen yer ele veriyor vermesine, fakat kendisinden çok onu gizleyen tor

Yüzleşmek için daha kaç yolculuk yapmalıyız?
Paylaş
Devrim Büyükacaroğlu

Mardinli Taksi Şoförü Ahmet Arslan ‘81 yılında bir kız çocuğu sahibi olur. Adını Mizgîn (Müjde) koyar. Zaman, aldığınız müjdeye bile doya doya sevinebileceğiniz zamanlardan değildir. 12 Eylülün işkenceli sorgularında ölmesini bekleyenleri yanıltır Ahmet Arslan ama baskıya da daha fazla dayanamaz. Mizgîn birkaç aylıkken PKK’ye katılır, dağa çıkar. Eşinin yokluğunda oralarda barınamayan anne de oğlunu alıp uzaklara kaçınca, nine ve dede artık anne ve baba olur Mizgîn için. Babasının ölüm haberini aldıktan 11 yıl sonra 27 yaşında o fotoğrafın üzerindeki poşeti çıkarmak için bir yolculuğa çıkar Mizgîn... O güne kadar yok saymak istediğiyle yüzleşecek, ‘o’ boşluğu dolduracak, unutturulmak isteneni hatırlayacak, babasının akıbetini öğrenecektir.
31. İstanbul Film Festivali kapsamında geçtiğimiz günlerde seyirci ile buluşan ‘Ben Uçtum Sen Kaldın’, Mizgîn Müjde Arslan’ın ilk uzun metrajlı sinema filmi.


Filmde en çok etkilendiğim cümlelerden biri, Mahmur Mülteci Kampı’ndaki yoldaşlarından birinin, babanın ölümü ile sonuçlanan çatışmalar hakkında ‘O kurşunlar sadece onlara değil herkesin üzerine yağdı” sözü. Senin üzerine de yağdı mı o kurşunlar?
Fiziksel olarak savaşı çok yaşamadım. Son gözaltını ve NATO toplantısı öncesi ajansın basılmasını saymazsak aslında birebir karşılaşma yaşamadım. Ben; babamın boşluğunu, tanımlanamayışını ve o aslında varken hep yok saymaya çalışmamızı… Filmde babamın üzeri örtülü fotoğrafı var ya, örtülü ama varlığından haberdarız, üzerini örttüğümüzü de biliyoruz. Üzerini örtmek belki dedemin “acısını hafifletiyor” ama bizim acımızı büyütüyordu. Bu bizim en başından beri açıkça konuştuğumuz bir şey olsaydı, ben konuşmak için bu kadar yıl beklemeseydim büyük ihtimalle bu film olmazdı. Bizim onu gizlememizin bir şiddeti vardı.

Neden gizliyordunuz?
Ben, nenem ve dedem, biz dediğimiz bu üçlü. Annem, babam diye seslendiğim insanlar. Neden konuşmuyoruz? Devlete göre teröristti babam. Her hafta “kaç terörist ölü ele geçirildi” dökümü yapan “Anadolu’dan Görünüm”ü izliyoruz; parçalanmış cesetler falan var. Korkuyoruz tabii ki... Dedem zaten başından beri hep bizi korunaklı büyüttü. Ben adeta serada yetiştirildim. Diğer çocuklardan da koruyordu beni. Başka çocukların benim bu yaramı bilip parmak basması onları üzüyordu...

Bahsettiğimiz yer Mardin değil mi sonuçta? Sokaktaki çocukların hikayesi seninkinden neden farklı olsun ki?
Bizim köy yarı Arap yarı Kürt köyüydü, yurtsever bir köy değildi. Çatışmaları yaşayan, basılan köylerden değildi. Ova köyü; ovanın bütün o sessiz, sakin, huzurlu yaşamını taşıyordu. Dedemin derdi, tarlalara kim gidecek, traktörleri kim sürecekti. Herkes sinirlenir, kavga eder ama dedem sinirlendiğinde babama küfür ederdi. Beni üzen şey de buydu… Nenem ise babamı masal kahramanı gibi anlatıyordu. İkisinin arasında kalmıştım ama tabii ki neneme daha yakındım. (Gülüyor)

‘ Sen uçtun ben kaldım’ bir filmden fazlası... Oturmuş senin hayatının çok özel kısımlarını konuşuyoruz mesela şimdi. Yaşadıkların, pek çok insan için susmanın gerekçesi olur, sende ise konuşmanın gerekçesi olmuş… Babanın fotoğrafını gizleyen poşeti çıkarmaya nasıl karar verebildin?
Küçüklüğümden beri yazar olmak istiyorum. Yazmayı öğrendiğim andan beri günlük falan yazıyorum. Gözaltına gelen polisler de şikayetçi oldu: “Bu kadar şeyi insan biriktirir mi? İlkokul yazıların var burada!” gibisinden komik diyaloglar yaşadık. (Gülüyor) İlkokulda babama yazdığım mektuplar çıktı. Bu meseleyi dert edinmişim. Neden gitmişler, beni neden bırakmışlar, ben kimim, ne olacak, bütün bunlara rağmen nasıl hayatta kalacağım… Yazmak eylemini keşfetmiştim ve kendimi iyi hissetmek için yazıyordum. O zamanlar sinemadan haberim yok tabii. Bayağı geç bir yaşta, ilk defa 17 yaşımda sinemaya gittim. 24 yaşımda “Film yapabilir miyim acaba?​” diye düşünmeye ve hikaye yazmaya başladım. Bu hikayenin ben ya da başkası tarafından anlatılması gerektiğine emin oldum. Emin olmadan önce Ermenistan’da bir karşılaşma yaşadım. Bu yolculuğu yapmalıydım ama bu, film olacak mıydı konusunda kararsızdım. Yanıma kamera almak istiyordum ama sadece kendimi yalnız hissetmemek için. Kamera insana güç verir, silah gibi bir şey aslında.

Önce film değil yolculuk vardı yani…
Kesinlikle. Bilmiyorum o ne kadar yansıyor ama çok gerginim, heyecanlıyım, hemen gitmek istiyorum. Düşün bütün hayatın boyunca birini görmek, ona sarılmak istiyorsun ve sanki oraya gidecek, ona sarılacakmışsın gibi hissediyorsun.

O KIZI ÇOK KISKANDIM

Babanı kaybettiğin zaman değil neden Ermenistan’da karar verdin yolculuğa?
‘97’de üniversite 1. sınıftayken babamın ölüm haberini aldım ama onun ölümü 95’te.

İki sene sonra yani?
Evet, ama hissetmiştik. İnsanlar yakınlarının ölümünü hissedebilir. Nenemle bir yasımız vardı, babamın ölümünü öğrendiğimiz ve birbirimizle hiç konuşmadan anlaştığımız bir gün. Bir de resmi yas var, bütün akrabaların geldiği, nenemle ikimizin hiç ağlamadığı... Israrla bizi ağlatmaya çalışmaları ve bizim de ısrarla ağlamayışımız. Biz ondan bir ay önce yasımızı tutmuşuz zaten kalpten gelen bir hisle.
‘97’den sonra üniversiteyi okudum, İstanbul’a geldim, gazetecilik yapıyorum ama bu arada babam hiç yok. Köydeyken, nenem hayatımda olduğu sürece hayatımda vardı babam, ama nenemden sonra yok oldu. “Köyde yaşlı annem, babam var, çiftçiler, tarlalarımız var…” ve bütün hikayem bundan ibaret... Kimseye anlatmadım; hem gereği yoktu hem anlatmaya hazır hissetmiyordum. Sonra bir gün Türkiye ve Ermeni Sinemacılar Platformu için Ermenistan’a gittim. Aklımın ucundan geçmezdi, Mahmur’da çocukluğunu geçirmiş bir kadınla karşılaşacağım.

Babanın Mahmur’da olduğunu biliyor muydunuz?
Hayır. En son Irak’ta kaldığını biliyorum. Onu da ortaokuldayken Irak’a gidip gelen bir şoför fotoğrafımı çekince öğrendim. Babam için çekmiş fotoğrafımı. Babamın mezarının nerede olduğunu, hatta nasıl öldüğünü bilmiyorduk, belki arkadaşının kaza kurşunu ile öldü, belki haindi, belki cezaevinde bir yerde ama bize ulaşamıyordu, belki… Binlerce olasılık olabilir. Hâlâ yaşıyor da olabilir. Hayatımda ilk defa Mahmur’da büyümüş birisiyle karşılaşıyorum ve ona sorduğumda sevinçle “Tanıyorum, o benim babam” diyor. Sonra anlatmaya başladı, nasıl birisi olduğunu, onları nasıl sevdiğini, masallar anlattığını…
Ben de bunun üzerine itiraz ettim; “O senin baban değil, benim babam” diye. Hayatım boyunca çok ağlayan biri olmadım, mesafeli, soğukkanlı birisiydim ama o gün yapamadım. Üç gün boyunca bir türlü durduramadım, 2008’de oldu bu. 15 yıl boyunca ağlamamışsın ama o gün onu çok özlediğini fark ediyorsun ve bütün bunların hepsi patlak veriyor. Aslında o kızı, diğer bütün çocukları çok kıskanıyorsun. Onu hatırlıyorlar, yüzü nasıl biliyorlar. Senin içinde boşluk olan şey onlar için bir hatıra olabiliyor. Ermenistan’dan döndükten sonra iyice rayından çıktı; eskiye dönemedim, sakinleşemedim…

O DAĞLARDA BİNLERCE MEZAR VAR

Mahmur’da olmak sana neler hissettirdi?
Babam orada yürüyordu sanki… Köşeyi dönmüş ve ben hemen arkasındayım, biraz hızlı gitsem yetişecektim sanki. Döndükten sonra babamı orada bırakmışım gibi hissettim. “Babam nerede?​” Mahmur’da! Yıl sonu tatillerinde gidip ziyaret edecek bir yerim var. Çünkü orada onu bilen insanlar var. Gözaltında en rahatsız olduğum şey, polislerin sürekli alaycı bir şekilde “Babanı buldun mu?​” diye sormalarıydı.

Niye soruyorlar?
Benim oraya film için gittiğimi biliyorlar. Her şeye cevabım var ama bir tek buna cevabım yok. Buldum mu, bulmadım mı bilmiyorum ama orada olduğunu var sayıyorum. Mezarını aramaktan da vazgeçtim. Zaten artık hiçbir mezarın üzerinde isim yazmıyor; kimin, nerede olduğu bilinmiyor. Filmde de görülüyor bu; o dağlarda binlerce mezar var.

AĞLAYACAKSAK BERABER AĞLAYALIM

Şehitlik meselesine önemli bir vurgu var. Dedenlerin evindeki televizyonda önce ‘Şehîd namirin’, ardından ‘Şehitler ölmez vatan bölünmez’ sloganlarının atıldığı gösterileri izliyoruz… Ne düşündün bu görüntüleri yan yana getirerek?
Şehitlik kavramının sorunlu olduğunu düşünüyorum. Önceden bunu evde söylemem büyük kavgaya neden oluyordu çünkü nenem onun şehit olduğunu düşünmek istiyor, annem de öyle, bu onların dayanağı. Devlet de aynısını yapıyor. Şehitlik mertebesini yükselterek, şehit ailelerine “gurur” yaşatmak istiyor. Ama gerçek olan bir şey varsa o da onların artık yaşamadığı.
Bir asker şehit ailesinin hikayesini dinlediğimde ağlarım, kalbime dokunur. Aynı şekilde bu hikayeyi izleyen herhangi birisinin de benzer duyguları taşımasını isterim. İnsanların kalplerine dokunsun istiyorum, savaşın bize ne yaptığını, nasıl parçaladığını, nasıl kendimize acır hale getirdiğini. Halam “kendime acıdım” diyor ya.

Öyle mi diyordu?
“Kendime acıdım” diyor. Çok sevdiği, dönecek diye hayal kurduğu, dönmeyişiyle yıkıldığı kişi kardeşi. “Kayanın altında değil benim abim semada, bir gün dönecek” diyor hep ve o dönmeyince dağılıyor. Ağlamıyor, arka odaya gidip sadece uzanıyor, uyumuyor bile. Hatta 6 ay sonra sadece bir tarafına uzandığı için o tarafın kemikleri incelmeye başlıyor. Bu yolculuğa çıkmamış olsaydım öğrenemeyecektim bunu. Filme yansımadı ama bu yolculukta birkaç kere şiddetli bir şekilde ağladım. Herkes kendi hikayesini yaşar, ben çok acı çektiğimi düşünüyordum, halbuki hiç çekmemişim. Asıl büyük acıyı onun annesi, kız kardeşi çekmiş. “Ben uçtum, sen kaldın” diyor ya, uçan kişinin ardında kalan kadınlar yaşamış acıyı.
Çocukluğumdan beri bir dram yazdığımı söyledim ya, aslında hep kendi dramımı yazmışım, onu övmüşüm, kendimi merkeze oturtmuşum ve oraya hapsetmişim. Döndükten sonra bunu yıktım. Yolculuk benim için amacına ulaştı; dram bitti. Döndükten sonra annemle barıştım, babam bana annemi verdi yani. Aynı evde yaşıyoruz ve tekrar bir aile olmaya çalışıyoruz.
Film amacına ulaştı ama başkalarına göstermeyeceğim diyordum. Kurmaca film yapmak için senaryo desteği aldım. Film Ermenistan’da, İstanbul’da, Mardin’de ve Mahmur’da geçecekti. Ama senaryonun asla gerçek olamayacağını görüp tekrardan çektiğimiz o gerçek görüntülere döndük.

Bu da daha kolay sayılmaz, hayatını teşhir ettin sonuçta…
Filmin temel derdi insanlara dokunmak. Ağlayacaksak ağlayalım beraber salonda, ama evlerimize kaçıp orada ağlamayalım, kendi dramlarımızın içine hapsolmayalım. Filmde asker ya da gerilla fark etmez, herkes kendi kaybını düşünecek. Birilerini kızdırabilir ama savaş karşıtı bir film yaptığımı düşünüyorum.


ASIL DRAM MAHMUR

Mahmur bana çok acayip bir masal dünyası gibi geldi. Buralı 12 bin insan çöl gibi bir yerde…
Asıl dram orasıydı. O insanların topraklarını, tarlalarını, ağaçlarını bırakıp, çöl gibi bir yere gitmeleri ve o çölden toprağı kazıyarak, yeni baştan bir hayat kurmaları… Kendi cennetlerini bırakıp, yaşamak için bir yer arıyorlar ve bu arada bir sürü kayıp veriyorlar. Her kamp kurulduğunda bir sürü çocuk akrep sokmasından ölüyor. Bir yandan Saddam var, çok ciddi baskısı var üzerlerinde ve büyük kötülükler yapıyor. BM kampı bile saldırıya uğrayabiliyor. Babamın orada oluşunun da sebebi bu… Filmde de geçiyor, Mahmur’un öğretmeni diyor ya, “Çok fazla çocuk ve savunmasızlık var”. İnsan o çocuklar için bir şey yapmak istiyor, onlara oyuncak almak, para vermek, bir şeyler öğretmek, yaralarını sarmak, anne olmak istiyor onlara, olabilirse baba olmak istiyor. O çocuklar bugün de savunmasız durumda, yine oraya saldırı olabilir.

Çocuğa soruyorsun ya Türkçe biliyor musun diye… “Niye Türkçe bileyim, Türk müyüm?​” cevabı çok etkileyici.
Orada da sorgulandım, yargılandım. Sonuçta biri İstanbul’dan biri Berlin’den gitmiş iki sinemacıydık. Biz aramızda Türkçe konuşuyoruz, bunu eleştiriyorlar mesela.


ATATÜRK’ÜN BURNU KIRILIRSA

Yeni projen ‘Büst’ten bahsetsen…
Yeni hikaye de benim bir grup arkadaşımla ortak belleğimize dayanıyor, ‘92’de bir ortaokulda geçiyor.

Bu da mı senin başından geçmiş bir şey?
(Gülüyor) Hayır benim başımdan geçmedi ama yatılı okudum ortaokulu, bizim dönemimizde başkalarının başına geldi. Bir grup iş-teknik dersinde yeni bir Atatürk büstü yapmaya çalışırken…

Nerede okuyorsunuz ki böyle bir şey yaptırılıyor?
Mardin’de yatılı ilköğretim bölge okulunda, çok militarist bir havada.

Mesela bana kimse Atatürk büstü yaptırmadı!
(Gülüyor) İşte bunlar büst çalışırken kötü yapıyorlar, hoca da, “Gidin aslını getirin ama dikkatli olun” diyor. Aslını çok dikkatli getirmeye çalışıyorlar, ama büst düşüyor, burnu kırılıyor. Tabii sonra bu grubun başına çok kötü şeyler geliyor. Gazete haberlerine yansımayan ama hâlâ yaşayanların yaşadığı bir olay.


FİLM DELİLİM OLDU

Filmde olmayan ama filmin hikayesinin içinde yer alan başka bir şey var. Bu film ile ilgiliydi değil mi KCK soruşturması kapsamında gözaltına alınman ve kısa süre sonra bırakılman...
Sabah 05.00’te eve geldiklerinde, uyanıktım, hiç uyumamıştım o gece. Önce bir sürü ayak sesleri, sonra kapıyı çaldılar, annem ve abim uyandı. İçeri girdiler, “Mizgîn Müjde Arslan burada mı?​” diye sordular. Uyuyor, uyanık, yarı baygın, ölü, yaşıyor... öyle bir arada onları izliyorum. Annem “Korkutmayın, önce ben söyleyeyim” dedi ama bunları da duyuyorum. Anneme “hazırım gelsinler” dedim. Evi aramaya başladılar. Sanki ben bu yolculukları film için değil de  başka sebeplerle yapmışım gibi bir suçlama vardı.

Film bahane yani?
Elimde film olmasa beni tutuklayacaklardı belki de, film benim delilim oldu. Yolculuklarımın nedenini ispat edebilmiş oldum. Çok sakindim çünkü böyle bir şey bekliyordum. Gittiğimiz yer tehlikeli bir yerdi. Son 3 yıllık süreçte hep bunun korkusunu yaşadım.


3 SENEDE 30 YILLIK YARA AÇILDI

Üç sene önce yaptın bu yolculuğu, bu filmi. O zamanlar daha umutluydu insanlar Kürt sorunu ile ilgili…
Vakti geldi, bunları anlatmalıyız, bu yaraları sarmalıyız düşüncelerinin sonucu bu. Bu yolculuğu yaparken yeni yaraların açılacağını bilmiyordum. Son 3 yılda 30 yılda olacak kadar çok kötü olaylar oldu. Ben artık birbirimizin elini tutacağız, gözlerine bakacağız, ağlayacağız, konuşacağız ve yaralarımızı saracağız diye bu yolcuğu, bu filmi yaptım. Ama bugün yeni ve kapanmayacak yaralar açılıyor. Kaç film, kaç yolculuk yapmamız gerekiyor bilmiyorum?

ÖNCEKİ HABER

Gül ve Gülen alkışlamıştı

SONRAKİ HABER

O kameraman Sezer’i affetmedi

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...