22 Aralık 2015 00:55

Türk-İş Genel Kurulunu değerlendiren Prof. Dr. Özdemir: İliştirilmiş sendikacılık’ modeli sergiliyor

Paylaş

Tamer Arda ERŞİN
Ankara

Türk-İş’in 22. Genel Kurulunda yaşananların işçiler açısından ne anlama geldiğini Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Gamze Yücesan Özdemir, Evrensel’e değerlendirdi. Genel kurulda gündeme gelmesi gerekenlerin, işçi cinayetleri ile güvencesiz ve geleceksiz bırakılan işçiler olması gerektiğini söyleyen Özdemir, “ Beklenen işçi sınıfının dertlerinin, sorunlarının ve taleplerinin Cumhurbaşkanına, Başbakana ve topluma iletilmesidir. Fakat genel kurul Cumhurbaşkanının ve Başbakanın topluma mesajlarını iletmesine vesile olmuştur” diye konuştu. Özdemir yaşanan durum için, “İşçilere ihanet” yorumunu yaptı. 

Türkiye’nin en büyük işçi sendikaları konfederasyonu olan Türk-İş’in bu genel kurulunda yalnızca Cumhurbaşkanı ve Başbakanın yaptığı konuşmalar medyaya yansıdı. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Medya Türk-İş’in 22. Genel Kuruluna, muhtarlar toplantısı, hastane, park, havaalanı açılışı ya da devletin verdiği bir iftar yemeği düzeyinde ilgi ve alaka göstermiştir. Türk-İş’in siyasal iktidarın denetimi altında tuttuğu diğer yapılarla eş tutulması, Türk-İş’in de denetim altında olduğunun bir kanıtı olarak görülebilir.
En büyük işçi sendikaları konfederasyonun genel kurulundan beklenen, işçi sınıfının dertlerinin, sorunlarının ve taleplerinin Cumhurbaşkanına, Başbakana ve topluma iletilmesidir. Bu vesileyle, işçi sınıfının dert, sorun ve taleplerinin medyada konu olmasıdır. Fakat, 22. Genel Kurul, Cumhurbaşkanı ve Başbakanın topluma mesajlarını iletmesine vesile olmuştur. Tekrarlamak gerekirse, bir işçi sendikaları konfederasyonunun genel kurulu, Cumhurbaşkanı ve Başbakanın mesajlarını değil, işçi sınıfının taleplerini topluma iletir. Memlekette her geçen gün işçi cinayetleri artarken, güvencesizlik ve geleceksizlik işçi sınıfını vururken, yoksulluk ve işsizlik derinleşirken, Türk-İş’in bu tavrı oldukça endişe vericidir. Burada temel mesele; Türk-İş’in topyekün siyasal iktidarın açtığı konuma yerleşmesi, dolayısıyla dünyaya işçi sınıfının değil, sermayenin gözüyle baktığı izlenimi uyandıracak bir pozisyona düşmesidir. Bu tarihsel olarak işçi sınıfına ihanettir.

YENİ BİR SENDİKAL MODELE YÖNELİŞ VAR

Türk-İş’in Kurucu Genel Başkanı Seyfi Demirsoy, “Ankara’da bir hükümet varsa, Ankara’da Türk-İş de vardır” demişti. Bugün Türk İş’in bir ağırlığının kaldığını düşünüyor musunuz?
Bugün Türk-İş’in ağırlığını kaybetmesi şöyle açıklanabilir: Kendi içindeki sol sesleri, yapıları kaybetmesi veya tasfiye etmesi ve topyekün siyasal iktidarın açtığı konuma yerleşmesi. Türk-İş içinde yer alan direngen ve sol/sosyalist yapılar ve sesler zayıflamaktadır. Bu eğilim, sadece genel merkez açısından değil, son dönemde, Hava-İş, Petrol-İş gibi sendikalarda yaşanan yönetim değişiklikleri ve Sendikal Güç Birliği Platformunun etkinliğinin zayıflaması ile birlikte değerlendirilmelidir. Türk-İş, kuruluş sürecinden başlayarak, tarihi boyunca hiçbir zaman siyasal iktidar ile doğrudan karşı karşıya gelmemiştir. Türk-İş’in benimsemiş olduğu “partiler üstü” yaklaşım, özü itibariyle tarihin o anındaki egemen siyasal anlayış ve onun temsilcileriyle belirli bir denge siyaseti gözetmek anlamına gelmektedir. Bu, tarafsızlıktan çok, söz konusu egemen siyasal anlayış ve onun temsilcileriyle pragmatik temelde kurulan ilişkiler demektir. Bunun yanı sıra Türk-İş içinde daha direngen, daha sol/sosyalist yapıda sendikalar yer almıştır. Bu yapıların yok olması ve/veya tasfiye edilmesi, üzerinde düşünülmesi gereken esas sorundur.
Bugün Türk-İş’in ağırlığını kaybetmesinin bir diğer nedeni de yeni bir sendikal modele yönelmesidir ki Türk-İş Genel Kurulunu bu modelin göstergesi olarak ele alabiliriz. Türk-İş “iliştirilmiş sendikacılık” modeli sergilemektedir. İktidar partisi ve Cumhurbaşkanlığı makamı tarafından düzenlenen etkinliklerde, davetlilerin, devletin yöneticilerine övgüler düzdüğü görülmektedir. Benzer bir durum bu yıl, önceki yılları aratır bir şekilde Türk-İş Genel Kurulunda da gerçekleşti. Türk-İş, AKP, devlet ve kamusal alan ilişkisinde, herhangi bir uzuv haline dönüşme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Medya pratiği ve literatüründe bu tür durumlar için iliştirilmiş sıfatı uygun görülür. 

Türk İş açlık sınırını 1350 lira olarak açıklamıştı. Ancak Türk-İş Başkanı Ergun Atalay hükümetin 1300 liralık asgari ücret artışını yeterli buldu. Türk İş Başkanının bu tutumu nasıl karşılanmalı? 
Türk-İş Başkanının böyle bir artışı yeterli bulması kabul edilemez. Fakat başkanın sözlerinden daha dramatik olan, asgari ücret artışının başkanın önüne gelene kadar işletilen süreçtir. Asgari ücretin hesaplanmasında belirleyici olan Asgari Ücret Komisyonunda emeğin söz hakkı yoktur. Asgari Ücret Komisyonu, bünyesinde en çok işçiyi bulunduran işçi kuruluşundan değişik iş kolları için seçecekleri beş temsilci, bünyesinde en çok işvereni bulunduran işveren kuruluşundan değişik iş kolları için seçeceği beş temsilci ve devlet kurumlarından gelen beş temsilciden oluşur. Dolayısıyla, işçi-işveren ve devlet temsilini bir arada barındırıyor bu komisyon. Ancak neoliberal uygulamaların devletin sosyal ve özerk yönünü önemli ölçüde aşındırdığı bu dönemde, komisyondaki devlet-işçi-işveren üçlemesi, eşit temsile dayalı bir birliktelik oluşturmamaktadır. Bu yapısal sürecin temel politik aktörü olarak AKP ve onun otoriter-saldırgan özellikleri de hesaba katıldığında, komisyondaki bu üçlü birlikteliğin mahiyeti daha çok ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla mevcut durumda, işverenle devletin bir araya gelerek karar alması çok mümkündür. İçinden geçtiğimiz günlerde, en çok işçiyi temsil eden Türk-İş’ten gelen beş üyenin de ortak karara katılması oldukça olasıdır.

İşçi sınıfı mücadelesi, emek politikalarının üretildiği ve denetlendiği kurum ve kuruluşlarda emeğin söz hakkının artmasını amaçlamalıdır. Emeğin sorunlarını yönettiği iddiasında olan kurumlarda emeğin söz sahibi olabilmesi gerekir. Bu sorunların bu kurumlarda tartışılabilmesi, gerektiğinde daha yüksek devlet politikalarının üretildiği alanlara çıkarılabilmesi gerekir. Asgari Ücret Komisyonunda devlet kanadından gelen temsilcilerin sayısı azaltılmalı ve işverenlerle devlet kanadından gelen temsilcilerin bir araya gelerek karar çıkartma imkanı ortadan kaldırılmalıdır. Uyuşmazlık durumlarında emek örgütlerine yaptırımcı bir siyaseti güdebilme imkanları sağlanmalıdır. İşçilerin asgari ücret konusunda genel grev hakları tanınmalıdır.

1300 liralık asgari ücretin işçilere yansıması nasıl olur, yeterli mi?
 Her durumda yetersiz. Ayrıca belirsiz, zira söz konusu tedbir iş yeri denetimleri, kamuoyu baskısı ve kararlı politikalarla desteklenmez ise kayıt dışı faaliyetin artmasıyla da sonuçlanabilir.

SEÇİMDEN SONRA TABANDAN UZAKLAŞIYORLAR

Geçtiğimiz aylarda metal işçileri bir direniş örneği sergiledi ve Türk-İş’e bağlı Türk Metal Sendikasına tepki gösterdi. Metal işçilerinin bu tavrı nasıl okunmalı?
Türk Metal Sendikası, uzun yıllardır metal sektöründe tüm direnişçi potansiyeli yok eden çok özel bir sendikacılık anlayışına sahiptir. İşçilerin öfkesi yalnız bugünün değil geçmiş birikimlerinin de sonucudur. İşçiler, Türk Metal’in kendi dar-iktisadi sınıf çıkarlarını bile temsil etmediğini düşünmektedirler. Diğer yandan söz konusu huzursuzluğa rağmen bu alana giremeyen diğer sendikalar da “Neyimiz itici geliyor acaba?” sorusunu kendilerine sorabilmeli ve bilindik avutucu cevaplarla yetinmemelidirler.

Bu noktada şu soruyla devam etmek gerekiyor. Türkiye’de sendikal bürokrasi var mı? 
Batıda şekillenmiş olan ve bizim gibi ülkelerde “bağımlı sendikacılık” olarak adlandırılmış sendikacılık geleneği, iç örgütlenmesinde kuralcı ve hiyerarşik niteliklere sahiptir. Sendikal yapı ve sendikal bürokrasi, tabanın bastırıldığı katı, hiyerarşik ve hantal bir yapının sert izlerini taşıyor. Sendikal bürokrasi, örgütün zayıflaması ve etkisini kaybetmesi ile örgüt yönetimlerinin iktidarının sağlamlaşması gibi çelişik bir sürece denk düşüyor aslında. Diğer bir deyişle, seçimden sonra, sendika yöneticileri kendilerini ofislerine kapatıyor ve sendikanın tabanından hızla uzaklaşıyorlar. Dolayısıyla, “onlar için güç” ve “onlara karşı güç” ikilemi, sendikal harekette oldukça belirgin. Bu aynı zamanda, 1980’lerden beri bahsedilen ve gerek akademik gerek politik çalışmalarda tartışılan “sendikal kriz”in gündelik görünümlerine de tekabül ediyor.
Belirtilmesi gereken nokta ise, sendikal bürokrasi ve yapıdaki tıkanmanın aşılmasının güçlü bir siyasal işçi hareketine bağlı olduğudur. Dolayısıyla, güçlü siyasal bir sınıf hareketi ancak sendikal hareketin yapısını ve bürokrasisini değiştirip, dönüştürebilir. Yeni üretim ve istihdam ilişkilerini karşılayacak yeni sendikal formlar ancak bu yolla geliştirilebilir.

ÖNCEKİ HABER

İlhan Çomak tutuksuz yargılansın

SONRAKİ HABER

Baba iş kazası geçirince böyle oldu: Kız mendil satmaya annesi dilenmeye...

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa