12 Aralık 2015 13:44

Orhan Berent yazdı: Barışın renkleri

Paylaş

Orhan BERENT
Alsancak’ın Sakini Altay kitabının yazarı

“Spor tüm renkleriyle barış ve kardeşliktir.”
Güzel bir söz değil mi? Hayatın her alanında olduğu gibi sporda da barış ve kardeşliğin hüküm sürmesi neredeyse her görüşten ve her düşünceden insanın ortak paydası. Fakat barışı isterken gerçekten buna inanıyor muyuz, asıl mesele de bu. Diğer bir mesele de birey olarak ya da taraftar olarak özlediğimiz barışın ne kadarını spor sahalarına yansıtmakta istekli olduğumuz. Farkında olmadan hal ve tavırlarımıza yansıyan o ataerkil davranış kalıplarının bu barış isteğini nasıl törpülediği ve onu ne denli kadük bir hale getirdiği de ayrı bir gerçek. Birkaç örneği yakından irdelemek hem ontolojik açıdan sorunun anlaşılmasına ışık tutacak hem de sarsılmaz doğru bildiğimiz bazı olgulara daha eleştirel gözle yaklaşmamızı sağlayacak.
Yıllar önce kentin önde gelen bir spor kulübünde tekerlekli sandalye ile basketbol oynayan bir arkadaşım, kendi maçlarında çıkan kavgaları bana anlattığında şaşırmıştım. Anlattığına göre bu kavgalarda sadece taraftarlar değil oyuncular da birbirine giriyordu. Benim şaşkın halimi görünce şöyle demişti: “Ne oldu, biz insan değil miyiz? Engelliyiz diye kavga edemez miyiz?” Doğru söylüyordu. Engelli olması onu dışarıdaki hayattan soyutlayacak mıydı? Ya da biz engelsizler engellilere zaten doğru düzgün hayat hakkı tanımadığımız gibi onları ev içi ortamına benzeyen sentetik ve yapay mekanlara hapsedip sporlarını da orada yapmalarını mı salık verecektik? Madem ki bu toplumda kavga ve şiddet vardı onların da dünyasında bunun şekilleneceğini kabul etmemiz gerekiyordu.
Nick Hornby, Fever Pitch adlı kitabında seksenlerin efsane siyahi futbolcusu Barnes’ın Liverpool’a ilk geldiği sezon aynı şehrin diğer takımı Everton tribünlerinin, “Everton beyazdır beyaz kalacak!” diye bağırdığını not eder. Yazar, kendi tuttuğu takım Arsenal’in hiçbir şekilde bu işe bulaşmadığını gururla söylese de Arsenal’in içindeki Yahudi düşmanlığına ve maçlarda açık açık Yahudi karşıtı sloganlardan oluşan şarkılar söyleyen kendi taraftarlarına dikkat çeker. Yüzleşmek önemlidir şüphesiz. 6-7 Eylül olaylarında Lefter’i dövmeye gelenler arasında hiç Fenerbahçeli olmadığını varsayabilir miyiz? O uğursuz iki günde şehrin diğer kesimlerinde acımasız bir pogromun zavallı piyonları olan yığınların içinde elbette ki her takıma gönül vermiş insanlar vardı. Hele hele süper lige çıktığı andan itibaren en ırkçı saldırıların hedefi olmuş Diyarbakırspor’un 2001’de ikinci ligde Diyarbakır’da oynanan Altay maçında tekme, tokat, tehditle maçı aldığı da ayrı bir gerçektir. Stadyumda elektrikler kesilmiş, jeneratörler devreye girmemiş, soyunma odası basılıp Altaylı futbolcular ve yöneticilere gözdağı verilmiş, tüm bunların üzerine programda olduğu halde naklen yayına izin verilmemişti. Ayrıca sonradan çalıştırılan jeneratörün egzozunun misafir takım soyunma odalarına verilip içerisinin zehirli gazla doldurulduğu da tanıkların ifadeleri arasındaydı. Hadi kabul edelim bu Vandalca davranışta devletin de epey teşviki vardı. Kürt halkını futbolla ve süper lig masallarıyla uyutmak için tüm bu şiddete göz yumdu, hatta destekledi. Peki ya bu ayıba ortak olmuş yığınlar? Eşitlik ve yüzleşmeden bahsediyorsak eğer, hiç kimse masum değildir.
Devam edelim mi? Hadi edelim! Bir elimize toplu iğneyi diğerine de çuvaldızı almayı ihmal etmeden ama. Bu yukarıda saydığımız nahoş olaylardan on dört sene sonra İzmir’de oynanan Altay-Diyarbakır Büyükşehir Belediye maçı ise neredeyse olaysız geçmişti. Neredeyse diyoruz, çünkü olaylar maalesef sonradan icat edilmişti. Tribünde maçı seyreden bir Altaylı taraftarın anlattığına göre oyun içinde tribünleri ateşleyecek herhangi bir elektriklenme gerçekleşmediği halde Diyarbakırlı taraftarların oturduğu kısımda açılan flamalar bazı Altaylı taraftarların o tarafa doğru yönelip tellere hücum etmesine sebep olmuştu. Ertesi gün yerel gazetelerde yazılanlar ise ateşe benzinle gitmekten farksızdı. Habere göre tribünlerde yasa dışı terör örgütünün flamaları açılmış, polis seyretmekle yetinmiş, bu durumu kendine yediremeyen bazı Altay taraftarları ise olaylara tepki göstermişti. Halbuki gerçek bambaşkaydı. Bu maçtan aylar önce adını Amedspor olarak değiştirmek isteyen kulüp federasyonla bir takım yazışmalar yapıyor, logosundan kulübün renklerine kadar birçok sembolü revizyona giriyordu. O terör örgütü pankartı dedikleri şey ise çift başlı kartalın olduğu kulübün yeni armasıydı. Aslında olayın en ilginç tarafı şuydu. Kulüp federasyona başvurduğunda renklerin yeşil, kırmızı ve sarı olması kararlaştırılmış, fakat sonra yine değişime gidilerek sarının yerini beyaz almıştı. Terör örgütü simgesi dedikleri de taraftarlarının kendince ve biraz da acemice oluşturduğu ve henüz kulüp armasının resmi olarak tam oturmadığı bir döneme aitti. Ayrıca İzmir gibi bir yerde stadyum girişindeki yoğun aramalarda bulunabilecek yasa dışı örgüt bayrağının polis tarafından mutlaka alıkonulup sahibi hakkında da soruşturma başlatılacağı düşünülürse, kimsenin kolay kolay böyle bir işe cesaret edemeyeceği ve olayın anlatıldığı gibi olmadığı aşikardı. Kaldı ki Türkiye’de on milyonların sarı, kırmızı ve yeşil renklerin birlikte kullanılmasına gösterdiği samimi sevgiye ve muhabbete kim ne diyebilirdi ki? Geriye kalan neydi peki? Tek kelime. Linç! Toplumsal barışı her katmanda zehirleyen o bilindik kelime. Birkaç cahilin o maçta öncülük ettiği toplumsal histeri ve sarf edilen ırkçı sloganlar, Altay’ın özbeöz doğuştan taraftarı ve Kürtlerin çoğunlukta olduğu Eski İzmir grubunu da rencide etmiş, taraftar grubu birkaç hafta Altay’ın maçlarına gelmemeyi bile düşünmüştü.
Sonuç olarak spor sahalarında da barışın hüküm sürmesini istiyorsak eğer, yapılacaklar bellidir: Şiddete yol açan ataerkil davranış kalıplarıyla yüzleşmek, ırkçılığı ve etnik çekişmeleri spora alet etmemek. Nasıl ki ulus devletin homojen ve tek kimlikli bir toplum yaratma isteği gündelik yaşamın heterojenliğine toslayıp bu coğrafyanın insanlarına ortak bir geçmişin verdiği kenetlenmeyi sağlamadıysa, Osmanlıcılık ve sözde din kardeşliği cilasının altında sırıtan millet-i hakime böbürlenmeciliği de yaraya çözüm olmayacaktır. Bu coğrafyanın tüm renklerini kabul etmekten başka çıkar yolumuz yok. Tabii ki birlikte yaşamayı ve barışı istiyorsak.

ÖNCEKİ HABER

Sesimizi güçlü çıkarmak için bir arada olmalıyız

SONRAKİ HABER

Ekoloji mücadelesi barışın da mücadelesidir

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...