01 Aralık 2015 01:00

Prof. Dr. Bozarslan: Ortadoğu’da toplumsal çöküşler yaşanıyor

Ortadoğu üzerine çalışmaları ile tanınan Paris Sosyal Bilimler Yüksek Okulu Öğretim Üyesi, Tarihçi Prof. Dr. Hamit Bozarslan bölgede 20. yüzyılda yaşanan çöküşün etkilerinin sürdüğüne dikkat çekerek, 'Toplumlar büyük bir dağınıklık içerisinde, bazı yerlerde çöküşler yaşıyoruz. 2020 yılında Suriye diye bir toplum olacak mı ondan bile emin değiliz' dedi.

Paylaş

Şerif KARATAŞ
İstanbul

Ortadoğu üzerine çalışmaları bulunan Tarihçi-Siyasal Bilimci ve Paris Sosyal Bilimler Yüksek Okulu Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hamit Bozarslan ile Ortadoğu’daki gelişmeleri ve intihar saldırılarıyla gerçekleşen katliamları konuştuk. Ortadoğu’daki gelişmelerin tarihsel arka planını anlatan Bozarslan, 20. yüzyıldaki çöküşün etkilerinin yaşandığına dikkat çekerek,  “Bu 20. yüzyılda son Osmanlı dönemi var. Beyrut’taki ve Şam’daki idamlar var. Sömürge rejimlerinin bıraktıkları miras ve Arap milliyetçiliğinin başarısızlığı var, Arap solunun başarısızlığı var, Arap İslamcılığının başarısızlığı var. Bu başarısızlıklar neredeyse aynı anda yaşandı. Toplumlar büyük bir dağınıklık içerisinde artık, bazı yerlerde çöküşler yaşıyoruz. 2020 yılında Suriye diye bir toplum olacak mı ondan bile emin değiliz” dedi.

Ortadoğu Bir Şiddet Tarihi kitabınızın başlığından hareketle Ortadoğu’da şiddet bir ‘kader’ mi? Bunu açıklar mısınız?
Yok. Ortadoğu’da şiddetin bir tarihi olması kader değildir. Fakat aynı zamanda tarihsel olgulara bakmak gerekiyor. 20. yüzyılın ortalarına baktığımız zaman bazı tarihsel dönemler oluşuyor. 30 yıllık tarihsel dönemlerle karşı karşıyayız. İlki 1918-1919 Osmanlı İmparatorluğunun çökmesiyle başlıyor. Kurulan manda devletleri çok büyük tepkilere yol açıyor. 1948’de İsrail’in oluşmasından sonra da ciddi bir tepkiden bahsedebiliriz. 1979, hem İran devrimi hem Afganistan savaşının başlangıcı; Afganistan’ın işgal edili-şiyle belirlenen yeni bir süreç başlatıyor. Bu süreçlerin her biri 30 yıllık süreçler. Ciddi mobilizasyonlar ve ciddi tepkileri de beraberinde getiriyorlar. Yeni meselelerin ortaya çıkmasına yol açıyorlar. Hem dünyadan bir etkilenme var, hem de 1979’dan sonra İslam dünyasından yola çıkarak dünyanın yeniden tanıtılması olgusu var.
2011 ise Ortadoğu için biraz son şans olarak gözüküyor, ama 2011’den sonra 2011 öncesi dinamiklerin radikalleştiğini görüyoruz. 2000’lerde Irak’ta belirgin olan mezhebi dinamikler 2011’den sonra Suriye ya da Irak, Yemen gibi ülkelerde çok ciddi nitelik kazanıyor. 2011 öncesinde başlayan el Kaide gibi radikal organizasyonlar 2011’den sonra yeni manevra sahasına sahip olabiliyor. 2011’den önce bazı yerlerde belirgin olan aşiret olguları Libya ya da Yemen gibi bazı yerlerde çok büyük bir değişim gösteriyor. Esas olarak ele almamız gereken bu olgular. Fakat son yıllarda gördüğümüz de şu; klasik fenomenolojik yöntemler olup biteni açıklamaya yetmiyor. Orada tıkanmış durumdayız. Binlerce intihar saldırısı nasıl açıklanabilir? Toplumların çökmesine neden olacak bir şiddet olgusunu nasıl açıklayabiliriz? Artık Suriye toplumunun yok olmasına yol açan mezhebi boyutu, son derece ağırlık kazanan şiddeti nasıl açıklayabiliriz? Bütün soruları sorduğumuz zaman ciddi tıkanıklarla karşı karşıyayız.

‘IŞİD EL KAİDE’NİN DEVAMI’

Günümüzde el Kaide değil de IŞİD daha çok ön plana çıkıyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aslında IŞİD el Kaide’nin bir devamı. El Kaide’nin radikalleştirilmiş hali, fakat devamlılık beraberinde kopuşları da getiriyor. Olup biteni algılamak için sanıyorum sunu görmek gerekiyor: El Kaide denen olgu sınır aşırı bir olguydu. 2 bin-3 bin kişiyi içeriyordu. 2011’den sonra devletlerin ve toplumların çöküşüyle birlikte sınırların özellikle Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da kalkmasıyla birlikte, şu an 100 ila 150 bin kişiyi içeren bir hareketle karşı karşıyayız. Artık son derece geniş bir coğrafya sahasına yayılmış bir hareket var. Bu hareketin oluşmasında marjlardan gelen ama artık toplumun göbeğine yerleşmiş olan şiddet faktörlerini hesaba katmamız gerekiyor. Bu olguda nesil olgusunu da görmemiz gerekiyor. 1979’dan sonra 40 yıldır şu ya da bu şekilde İslam alemi bir iç savaş halinde. Bin Ladin 2011’de, 11 Eylül döneminde 43 yaşındaydı  El Bağdadi de hilafetini ilan ettiğinde 43 yaşındaydı. Burada nesil yenileme olgusunun nasıl ortaya çıktığını görüyorsunuz. Ortadoğu’nun 2000’li yılları dahil bin Ladin’nin nesli tarafından belirlenen bir Ortadoğu, şu anda ise yeni bir nesil söz konusu. Evet bu yeni nesil hem yeniden arazileşen, topraklaşan girişimlerde bulunmakta, hem de krizleri çok iyi kullanabilmekte, hem de yeni nesil olgusunu da beraberinde getirmektedir.

ABD’NİN VE BATININ CİDDİ ETKİSİ VAR

Peki burada ABD ve Batılı ülkelerin Ortadoğu’ya müdahalesi ve son olarak ABD’nin Irak işgali bu durumu nasıl etkiledi?
Ciddi bir etkisinin olduğunu inkar etmek mümkün değil. Özellikle Irak’ta. IŞİD dediğimiz olgunun başlangıcı aslında Afganistan’ın işgali ve Afganistan’dan sonra Irak’ın işgali. Ama  Ortadoğu’da şunu da görmemiz gerekiyor: Her şey dış faktörlerle açıklanamıyor. Mesela Suriye’de bir ABD müdahalesi olmadı. Ama 2013’te 1200 milis vardı, bu Suriye gibi küçük bir topraklı ülkelinin 1200 zaman ve mekana bölünmesi anlamına geliyor. Yemen’de bir ABD işgali olmadı. Libya’da bir Batı müdahalesi oldu. Batı müdahalesinden çok önce de zaten katliamlar yaşandı. Ortadoğu’da olup biten her şey dış faktörlerle açıklanamıyor. Ortadoğu’nun da anlamadığımız olgulardan birisi; artık dünyanın merkezi değiliz. Çok büyük bir narsizm içerisindeyiz. Dünyanın kaderi bizimle belirlenir, dünyanın tarihi bize karşı savaşı diyoruz ama, aslında öyle bir olgu yok. Şunu da görmek gerekiyor: Batı aslında Ortadoğu’dan son derece yorgun. Batı artık İslam’ın adını dahi duymak istemiyor. Türkiye’de bazıları doğu-batı oyununu kendi başına oynuyor.

Batı peki neden yorgun?
Belki kolektif bir yorulma. Çünkü; Ortadoğu’yu algılayamama olgusu var. Nasıl oluyor da binlerce intihar saldırısı düzenleniyor? Nasıl oluyor da bir toplum intihar edebiliyor? Bu tür soruları cevaplandırabilmek kolay değil. Burada batının müdahalelerinden bahsetmiyorum. Ama en azından 2011’den sonraki dönemin sorgulamaları bunları. Çünkü 2011 kurtarıcı bir an olarak görülmüştü. Ortadoğu’nun dünya tarihine biraz entegre olabileceği bir tarih olarak görülmüştü. Burjuva demokrasinin yerleşeceği ve Latin Amerika’nın ya da Doğu Avrupa’nın gerçekleştirdiği devrimleri Ortadoğu’nun da gerçekleştireceği düşünülüyordu. 2011’de Tunus dışında pek bir yere varmamış olması, hem Ortadoğu’da çok ciddi hayal kırıklığı yarattı hem de batıda.

‘ORTADOĞU TOPLUM OLARAK KENDİNİ SORGULAMIYOR’

Paris’te, Ankara’da katliamlar olunca infial uyandırıyor. Ama Ortadoğu’da benzer katliamlar olunca, çok ciddi bir şekilde tartışılmıyor. En azından batı için bunu diyebiliriz. Neler diyeceksiniz bu duruma ilişkin?
Sorun bunların batıda tartışılmamasının nedenlerinden birisi de bunların artık Ortadoğu’da tartışılmaması. Hannah Arendt’in diğer bazı dönemler üzerine bir sözü var, “Eğer böyle devam ederse” diyor, “Her gün birbirinden daha önemli, daha büyük bir olay olacak ve bu olay diğerlerini eskitecek. Ve neredeyse bir gazete haberi haline gelecek”
Türkiye gibi bir ülkeye baktığımızda, bombalardan bahsetmiyorum ama gerçeküstü olaylar yaşanıyor. Ardı ardına skandallar iki gün sonra küçük bir gazete haberi haline geliyor. Türkiye’de artık Susurluk’u tartışan insan bile yok! Ve Ortadoğu konusunda da haklısınız, birkaç yüz kişinin ölmesi gerekiyor ki gazete haberi olsun. Evet, Batının bilincinde kopuşlar var bunu kabul etmek gerekiyor. Fakat Ortadoğu’nun bilinçlerinin de artık kendini sorgulayamama, kendini toplum olarak sorgulayamama sorunu var. Bu bence bu daha endişe verici.

Peki bu duruma nasıl gelindi?
Sorgulayamama olgusu, belki geçmişteki tecrübelerin çökmesiyle yakından ilgili. Aslında 2014-15’te olanlar sadece 2010’lu hayallerin çökmesi değil, 20. yüzyılın çökmesi anlamına gelmekte. Bu 20. yüzyılda son Osmanlı dönemi var. Beyrut’taki ve Şam’daki idamlar var. Sömürge rejimlerin bıraktıkları miras ve Arap milliyetçiliğin başarısızlığı var, Arap solunun başarısızlığı var, Arap İslamcılığının başarısızlığı var. Bu başarısızlıklar neredeyse aynı anda yaşandı. Toplumlar büyük bir dağınıklık içerisinde artık, dediğim gibi artık bazı yerlerde çöküşler yaşıyoruz. 2020 yılında Suriye diye bir toplum olacak mı ondan bile emin değiliz.

‘ORTADOĞU İSTİKRARA KAVUŞMAZSA KÜRTLER ZAYIF KALIR’

Ortadoğu’da IŞİD ve ona karşı duran PKK çizgisi var. Kobanê’de bunu gördük. Ortadoğu’da İslamcı ya da dinci örgütlenmelere karşı seküler yapısı olan bir Kürt hareket var. Bu duruma dair neler diyeceksiniz?
Sadece Rojava’da da değil. Irak Kürdistanı’nda da aynı olgu yaşanmakta. Arap toplumların çöküşüyle beraber gözlemlediğimiz olgu, bir Kürt toplumunun oluşması. Hem sınırları belirlenmiş hem de sınır aşırı birlikteliğe kavuşmuş bir Kürt toplumu. Bunun tarihsel nedenleri var tabii. Kürtlerin tarihten dıştalanmışlığı ve giderek bir özneleşme sürecine girmeleri... Özneleşme ve aynı zamanda bir öznellik kazanma... Kürt toplumunun muhafazakar bir toplum olmasına karşın Kürt aktörlerin çok önemli bir kısmı dini olmayan bir temelden geldikleri için bu gelenek korunabiliyor. Ama şunun da bilincinde olalım: Her tarafı çöken bir Ortadoğu’da Kürtlerin tek başına hem Kürdistan hem de Ortadoğu’yu taşıyabilmeleri mümkün olamayacaktır. En azından güvenlik nedeniyle; IŞİD’in ya da diğer radikal aktörlerin güttüğü kan davası nedeniyle, Kürt toplumu oldukça ciddi zafiyetler taşıyan bir konumda. Mesela 2012–13’te hem Rojava’da hem de Güney Kürdistan’da Kürtler kendilerini bir tür Atina olarak görüyorlardı. 2014 sonrasında kendilerini bir Sparta olarak yeniden düzenlemek zorunda kaldılar. Toplumun militaristleşmesi, askerileşmesi bunun kaçınılmaz bir sonucu oldu. O yüzden Kürt toplumunun gücü ne olursa olsun Ortadoğu bir istikrara kavuşamazsa Kürt toplumu da zayıf bir toplum olarak kalmaya ya da tehdit altında olmaya devam edecek.

SURİYE NÜFUSUNUN YARISI ARTIK YOK

Suriye ile ilgili Viyana’da yapılan görüşmelere dair neler diyeceksiniz? Suriye’nin geleceğine dair bir şeyler çıkıyor mu?
O konuda bir yorumum yok. Çünkü bence sorun artık jeopolitik bir sorun değil, devletler arası bir sorun değil. Sorun Suriye toplumunun çökmesi. 22 milyonlu Suriye’den 11 milyonu artık ya göçmen ya da mülteci, bu çok çok büyük bir rakam. Suriye savaşına baktığımız zaman her yaz sistematik bir şekilde tümüyle kılıf değiştiriyor. Şiddet dinamikleri o kadar yüksek ki, bir yılın dinamikleri kısa zamanda çöküyor, yerini yeni dinamiklere bırakıyor. Yani bunun karşısında Viyana toplantıları neler getirecek bunu bilemiyorum.

‘MÜSLÜMAN ÜLKELER UFUK SUNMUYOR’

Suriye’deki krizle birlikte mülteci sorunu yeniden gündemde. Burada dikkat çeken durum ise, mülteci göçü kendi yanı başındaki Müslüman topraklarına olmuyor. Bunun yerine farklı dini inancı olan başta Avrupa olmak üzere batıya yönelik bir göç oluyor. Bunun arka planında ne var?
Bunun arka planında Müslüman ülkelerin ne kendi toplumları için ne de diğerler Arap toplumu ya da Müslüman toplumları için ufuk sunmamaları var. Körfez devletlerinde iki kategori var: Shopping Mall’lar (AVM’ler) ve neredeyse köleleştirilmiş katmanlar. Ve Körfez devletleri zenginleri, kamp kamp gezerek mülteci güzel kızları seçiyorlar. Yani çok büyük ahlaki çöküş yaşanmakta. Bu ahlaki çöküşün de vebali çok ağır olabilir. Suriye, İran ve Türkiye, Ortadoğu’nun bu hale gelmesinden son derece sorumlu ve aynı zamanda her üçü de çok zayıf ülkeler. Suudi Arabistan petrol monarşisi, son derece zayıf bir ülke. Mısır, Libya, Tunus, Cezayir, Fas gibi ülkeler de aslında bir Arap dayanışması içerisinde olan ülkeler değil.

TÜRKİYE’NİN SURİYE POLİTİKASI ÇÖKTÜ

Türkiye’nin Suriye politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Uluslararası alanda giderek meşruiyet kazanan PYD’yi Türkiye hâlâ ‘terörist’ olarak görüyor. Bunda neden ısrar ediyor?
Sınırda bir Kürt alternatifin oluşmasını istemiyor. Halbuki Suriye krizi, Türkler ile Kürtler arasında bir barışın sebebi olabilirdi. Bunun tam tersi oldu. Kürt hareketinin Arap Sünni İslamcılığından uzak durması bunu sanırım kısmi olarak etkiliyor. Türkiye’nin Ortadoğu siyasetleri 2011 sonrasında birbiri ardına çöktü. Suriye’de de çöktü ama her şeye rağmen haklı olduğunu göstermek için bir kaos stratejisini tercih etti. Hem Türkiye hem Suudi Arabistan hem de İran, iç ve dış politikalarını tümüyle mezhebileştirdiler. Bu mezhebileşme olgusunu Türkiye’de çok açık bir şekilde görüyoruz. Bunun dış politikaya yansıması da oluyor. Çok ciddi zararlarının olabileceğini de söyleyebiliriz.

ÖNCEKİ HABER

Trelleborg grevi firesiz sürüyor

SONRAKİ HABER

'Ateş açıldı' denen heyette bulunan avukat: Heyete saldırı olmadı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...