08 Kasım 2015 07:29

Kitap Fuarı’nın ‘Onur Çizeri’ Tan Oral: Eğlenceli şeyler çizme şansınız yok bu ülkede

Paylaş

Hakan GÜNGÖR
İstanbul

34. Uluslararası Kitap Fuarı’nın bu yıl teması “Mizah: Hayata Gülümseyerek Bakmak” olarak belirlendi. Fuarın onur çizeri ise Tan Oral oldu. Bugüne dek Politika, Cumhuriyet, Taraf gibi yayın organlarında çizen, şu an T24’te karikatürleri yayımlanan Tan Oral’la TÜYAP’ı, çizerlik hayatını, mizahın ve basının durumunu konuştuk. 

TÜYAP’ta “onur çizeri” olmak ne hissettirdi?
Basında yıllardan beri karikatür çiziyorum, yazıyorum. Ama pek de önde olmayı aramam ve sevmem. Bu kez öyle olmadı. Biraz da beklemediğim şekilde ramp ışıkları üzerime döndü. 

Fuar kapsamında size dair nasıl etkinlik ve çalışmalar olacak?
Dediklerine göre onur konuğunu tanıtan ve yaptıklarından oluşan bir sergi olacak. Ayrıca TÜYAP iki tane kitap hazırladı. Bunlardan bir tanesi “Kafa Kâğıdı” adıyla basıldı. Faruk Şüyün’ün benimle yaptığı söyleşilerden oluşuyor. Diğeri de bir karikatür kitabı. İsmi “Aydın Okumaları”. Böyle bir çizgi kitabı yapılması düşünülünce; içinde bulunduğumuz dönemde aydınların durumunun ele alınmasının iyi olacağını düşündüm. Bu konuda çok fazla çizgi üretmişim zaten. Arşiv dosyasında biriken, aydınların başına gelenler ve aydınların yaptığı eleştirilerden oluşan aşağı yukarı üç yüz karikatürlük bir kitap oluştu. Bu kitabın yanı sıra Yapı Endüstri Merkezi; şehircilik, mimarlık, kentsel dönüşüm gibi konularda yine bu güne kadar çizdiklerimden topladığımız bir kitap hazırladı. Onun da adı “Başımı Sokacak Bir Yerim Olsun Yeter.” Bunun dışında Evrensel Yayınevi benim eski kitaplarımın ikinci baskısını yaptı. “Sansür” adlı bir kitabın ikinci baskısı raflarda yer alacak. Bir de çocuklar için yazdığım “Bu Kitabın Kuyruğu Var”ın ikinci baskısı yapılacak. Ayrıca 77-78 yıllarında çizilmiş karikatürlerden oluşan “Böyük Türkiye” diye bir kitabın ikinci baskısı düşünülüyor.

HEP ZORLANARAK ÇİZİYOR İNSAN

Türkiye’nin pek çok çalkantılı döneminde karikatür çizmeyi sürdürdünüz. İçinde bulunduğumuz süreçte ne gibi zorluklar var? Dünden bugüne neler değişti?
Her zaman zorlanarak çiziyor insan. Bunu çok söylüyorum, bazen yanlış anlama da oluyor, aslında çizmek falan istemem. Niçin yapacak o kadar güzel şey varken; dostlarla birlikte sohbet etmek, yemek, içmek, dolaşmak, konuşmak, okumak keyifle yapılacak bir sürü şey varken böyle sıkıntılı şeylerle uğraşmak zorunda bırakılıyorsak… Demek ki zorla yapıyor insan. Yani sorduğunuz zorluk bildiğim kadarıyla hep var. Bunun dışında sanatın girdisi çıktısıyla merakla uğraşan bir insan olarak siyasetin dışında da insanın kafasını meşgul eden, kendisini tanımaya dönük çabaları oluyor. Onlar daha da mutluluk verici oluyor insan için. Ama bu şans, hele yaşadığımız ülkede insanlara tanınmıyor. Dolayısıyla tepki vermek, bu tepkiyi dostlarıyla paylaşmak, öfkeyi ortaya çıkartmak, bunlar önemli görevler oluyor. Ve çizgide de o izleniyor. İşlerin çok rahat olduğu dönemler, Türkiye’de çok fazla değil ama, tabii ki oluyor. O günlerde çizdiklerim daha hafif oluyor. Daha eğlenceli, aşkla, sevdayla, çevreyle daha hoş şeyler olabiliyor. Ama buna fazla izin verilmiyor Türkiye’de. Kısa bir süre sonra öyle olaylar patlak veriyor ki, öyle sıkıntıların altında kalıyor ki insan, öyle umutsuzluklar yayılıyor ki ortaya o umutsuzluğu pekiştirmemek, onun etkisini azaltmak adına bu sefer tersine bir ihtiyaç hissediyor ve öyle çiziyor. Veya tersi oluyor, tehlikelerin arttığı ama insanların umursamaz olduğu tam tersine günlerde de insanları fişteklemek için rahatsız edici şeyler yapabiliyor insan. Özetle zorluk her dönemde var.

HEM OTOSANSÜR, HEM TOTOSANSÜR VAR

Sansür olayları bir yana; gazeteciler, mizahçılar, karikatüristler açısından otosansürün kol gezdiği bir süreçte miyiz?
Ne yazık ki öyle diyebilirim. Gazeteci şu ikilem karşısında kalıyor; bir defa esas görevi olan biteni izleyicisine, halkına aktarabilmek. Ancak karşısında baskı, tehdit olduğu zaman bu tehditler gazetecinin görevini yapmasını engelleyecek düzeye geldiğinde, gazeteci ikilemde kalıyor. “Görevimi yapmaya devam etmeli miyim? Yoksa yapmam gerekeni bir an evvel kusursuz bir şekilde ortaya koyayım ama beni sustursunlar, sesim kesilsin.” Bu ikilem aşılmak zorunda. O yüzden biraz kıvrak davranıyor gazeteciler haklı olarak. Ben orada isterdim ki mizah daha çok gündeme gelsin. Çünkü mizah her türlü engellemeyi, her türlü sansür zorlamalarının karşısında kendine özgü baypaslar yaparak derdini anlatabilir. Ama öyle bir baskın oldu ki, insanlar kendilerini yeterince toplamadan, yeni düşünce oluşturma zamanı bulamadan kendilerini tekrar aynı konuların içinde buldular. Sıkıntı buradan kaynaklanıyor. Yine böyle bir otosansür konusu konuşulurken birden aklıma bunun tersi geldi; totosansür. Otosansür dediğiniz gibi bir düşünce adamının ya da yazarın söylemek istediği şeyi söylemek üzereyken kendi kendine koyduğu bir kısıtlamadır. Totosansür ise bunun tersi olarak yorumladığım bir şey. Bazı gazeteler, bazı yazarlar olmayan bir şeyi varmış gibi yazarak bir toto oynuyorlar, ya tutarsa diye. Dolayısıyla tuhaf bir dönemden geçiyoruz, hem otosansürün hem totosansürün aynı anda olduğu. Zaten ikisi bir araya geldiği zaman bütün bu zorlamayı yapanlar kendi istedikleri anlamda düşünce ve ifade dünyasını tersine döndürmeye çalışıyorlar. Tabii bunu sağlamaları o kadar kolay değil.

Çalıştığınız yayınlarla fikirsel olarak ayrı düştüğünüz zamanlarda neler yaşandı? Örneğin Taraf’ın yayın politikasını eleştirdiğinizi hatırlıyorum.
Tabii ki tek bir röportajda bütün bu detayları vermek çok zor, kolay değil. Ama genelde ben Taraf’ta çalışırken kendi bildiğim, kafamın erdiği kadarıyla işlerimi yayımlamaya çalıştım. Bunun ötesinde, beni aşan konularda anlamaya çalıştım sadece.  Ama çevremde hâlâ devam eden bazı ufak şeyler oluyordu. Sonra bunların yakınmalarını yazılar halinde yazdım. O da şu; Taraf’ta çalışıyor olmak cemaatçi olmak anlamına geliyordu veya Cumhuriyet’te çalışmak askerci. TÜSİAD’ın dergisinde karikatürlerimin çıkması da “Vay sen liberal oldun” olarak yorumlanıyordu. Özellikle mizahçı olarak bir yere ait olmak mizahı öldürür. Dolayısıyla ben mizah yapıyorsam, hiç bir yere ait olmadan, tek başıma olmak zorundayım veya tersi de söylenebilir; eğer böyle bir kişiysem o zaman mizah zorunlu hale geliyor. Taraf’ta iken çevrenin eleştirilerini umursamadım, bildiğimi yaptım. Bir şey daha söyleyebilirim, çünkü onu fark etmişsiniz siz. Eleştiri daha çok dostlar arasında bir anlam taşır. Rakibinizi eleştirmenin bir anlamı yoktur. O sizin aleyhinize olur. Ama dostlarınızın hatalarını düzeltmek sizin lehinizedir. Çok paylaşılan bir düşünce değil ama ben böyle bakıyorum. Eğer Taraf diye bir gazetedeysen oradaki bir genel gazetecilik anlayışı benim katıldığım bir şeyse ve orada bazı hatalarla karşılaştıysam, sesimi çıkarmazsam onları paylaşmış olurum. Böyle bir şey hissetmiyorum. O zaman bunu söylemem lazım. Bunun doğru olduğuna inanıyorum. Diğerleri eleştiriden çok tepkidir. Katılmadığım bir partinin veya iktidarın uygulamalarına getirdiğim şey bir eleştiri değil tepkidir. Tepki çok farklı bir şey, eleştiri daha dostane bir şey. Ayrı bir konu ama önemsediğim bakıştır bu. Cumhuriyet’te de aynı şeyler çok oldu. Cumhuriyet de kendisine göre ideolojisi olan bir gazeteydi. Benim o görüşlerle paylaştığım ve paylaşmadığım şeyler oluyordu. Bu çok doğal, gizlenecek bir şey de değildi. Ama yeri geldikçe orada da hiç bir zaman esirgemedim düşüncelerimi. Hatta İlhan Selçuk’la karşılaştığımızda, onun düşüncelerine karşı şeyler çizdiğimde laf dokundururdu. “Gene bize laf atmışsın” diye takılırdı. Gazetelerle olan ilgim böyle.

MİZAH İNŞAATA GELMEZ

Gazetelerde karikatür çizenler zaman zaman o gazetenin yayın politikasını temsil edermiş gibi bir algı oluşabiliyor. Gazetenin başyazarıymış gibi bir izlenim olabiliyor...
Bu dediğiniz doğru. Birçok gazetede daha önce çizdiklerini yazı işlerine gösterirlerdi, hatta birkaç çizgi gösterirlerdi, yazı işleri bir tanesini seçerdi, onu çizip tekrar gösterirlerdi, üzerinde düzeltmeler olurdu. Bu durum yurt dışında da böyle. Ben şöyle bir üretimdeydim; her çalıştığım yerde yazı işlerine sezdirirdim, çizdiğim bir şey kullanılmazsa ertesi gün ben yokum. Herhangi bir müdahale olursa yokum, buraya kadar. Çünkü hiç bir mecburiyetim yok. Benim de yok, sizin de yok. Dolayısıyla ya evettir, ya hayırdır. Düzeltmek başka bir inşaattır. Mizah inşaata gelmez, bir tepkidir. Anında tepkinizi verirsiniz veya vermezsiniz. O yüzden benim basınla olan ilişkim bu düzeyde oldu. Zaten Cumhuriyet’ten ayrılışım çizdiğim karikatürün iki gün üst üste basılmamasıyla oldu. Taraf’ta öyle bir şey olmadı. Cumhuriyet’te, her zaman söylüyorum, o 30 yıl içinde hiç karışanım olmadı. Çizdiklerimin üzerinde yazı işlerinden ne bir beğeni, ne bir kınama, ne bir duygusal bilgi çıkmadı. Kuru bir kağıttı verdiğim, kuru bir kağıt olarak aldılar. Bu çok önemli. O zaman çizen gerçekten özgür kalıyor. Özgür kaldığı zaman da dokunacağı, eleştireceği konulara daha rahat ulaşabilir. Bu kısıtlama geldiği zaman ortaya pek tatlı bir şey çıkmıyor.

Karikatürü bırakmayı hiç düşündünüz mü?
Türkiye’nin siyasal yapısı böyle bir şeye izin vermiyor, nefes aldırmıyor hiç. Ama gazete patronları zaman zaman aldırıyor. Kapı dışarı ettikleri zaman yenisini bulana kadar rahat ve mutlu günler geçirebiliyorum. Bir de aslında ben önümdeki kağıdı çizip bitirdiğin zaman bu işi bırakıyorum. Ne zamana kadar, tekrar oturup çizmek zorunda olana kadar.

EVİM GİBİ ÇALIŞTIĞIM YER GERÇEKTEN EVİM

Bugüne dek çalıştığınız gazete ve dergilerden kendinizi en çok “evinizde” hissettiğiniz yer neresiydi?
Çok da dolaşmadım aslında. Üç büyük gazetede çalıştım. Bunlardan Politika’da bir yıl kadar çalıştım. Cumhuriyet’ten ancak ayrıldığım zaman ne kadar süre geçtiğini öğrendim çünkü o arada hiç hesap yapmamıştım. Çünkü yaptığım iş benim için hayatımın hem belirleyicisi, hem de değil. Şeklen belirleyicisi, ruhen değil. O nedenle otuz iki yıl nasıl geçti bitince fark ettim. Ondan sonra Taraf’ta bir altı yıl kadar çalıştım. Oradan gönderildikten sonra, şimdi çağdaş bir medyada, T24’te devam ediyorum. Bunların içinde en evim gibi çalıştığım yer gerçekten de evim. Çünkü teknoloji bu imkanı epey önce verdi. Daha önce çalışmak şöyle bir şeydi; sabahın köründe gazeteye giderdim, gece hava kararıncaya kadar gazetenin her köşesine koşuşturarak hizmet vermeye çalışırdım, doğal yaşam biçimiydi. Evde çalışıyorsam yine sabahlara kadar çizip çalıştıktan sonra erkenden yola düşüp onu götürüp teslim etmek gerekiyordu yazı işlerine. Sonra faks çıktı. Faks çok şaşırtıcı bir şekilde bu işi kolaylaştırdı ama güvenimizi önce yerine getirmemişti çünkü biraz da kötü çıkıyordu. Evden çizdiğimi faksla gönderiyordum, sonra kalkıp gazeteye gidiyordum nasıl geldi diye görmek için. Derken internet iyice işin suyunu çıkardı açıkçası. Gazetecilerin gazeteleriyle olan ilişkisini bir anda kopardı. 

Gazetede kolektif bir çalışma ortamında olmanın avantajları nelerdi?
Ben Cumhuriyet’e gittiğim zaman akşama kadar büyük bir salonda çalışıyordum. Ki o salonun içinde yazı işleri, dış haberler, spor, ekonomi, ne varsa gazetede hepsi orada çalışıyordu. Hiçbir şeye dikkat etmesen bile orada çalışırken Türkiye’de, dünyada ne olup ne bittiğini, o yanından geçen telefonla konuşan insan sayesinde bilgi geliyordu. Bu çok büyük bir zenginlikti. İkinci bir aşamada gazetede başka bir düzenleme yapılmıştı. Herkese bir oda verildi, herkes kendi odasının içine oturdu. Ancak gidip kapısını çalarsanız konuşabiliyordunuz. Bu da bir kopuş sağladı. En son da herkes evlerine çekildi. Karşısında televizyon, internet; böyle bir yeni hayat. Dolayısıyla daha steril bir gazetecilik geldi. Özellikle yazarlar-çizerler için. Tabii ki haberciler yine sokakta, yine haberlerin peşinde, onlar ayrı.

MİZAH DERGİLERİNİN 40 YIL ÖNCEKİ ETKİSİ YOK

Mizah dergilerini, genç karikatüristleri takip edebiliyor musunuz?
Fazla edemiyorum çünkü izlediğim kadarıyla birbirine benzeyen şeyleri tekrarlıyorlar. Birbirine benzeyen işler bu kadar çok olduğu zaman etkisi biraz düşüyor gibi geliyor bana. Mizahın hep bir ağızdan söylenen bir koro olmaması lazım. Bir orkestrada ayağa kalkıp solo performans sergileyen bir trompetçi gibi solo bir olaydı mizah. O dergilerde çok hoş çizgiler, espriler var. Kapaklarında özellikle siyasi yorumlar yapılmaya çalışılıyor. Ama insan ister istemez bir kıyaslama yapıyor. 30-40 yıl önceki bir mizah dergisindeki kapağın yaptığı siyasi etkiyi pek göremiyorum bugün.

Gazetelerde, dergilerde karikatürlerini görüp takdir ettiğiniz isimler olmuyor mu?
Olmaz olur mu? Var ve öyle bir şeyle karşılaştığım zaman üşenmiyorum, kendilerini kutlayan şeyler yazıyorum. Onlar da çok sevindiklerini söylüyorlar. İki kişi geliyor aklıma. Biri İbrahim Özdabak, biri de Mustafa Bilgin. Belki daha da vardır. Arada bir çok parlak, yıldız bir şeyle karşılaştığınızda onu işaretlemeden de geçemiyor insan.

ÖNCEKİ HABER

‘Hayata gülümseyerek bakmak’ ve çocuk kitaplarıyla hayatı tanımak...

SONRAKİ HABER

‘Ölü’ Charlie Hebdo ve ‘Yeni’ Charlie Hebdo

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...