07 Kasım 2015 14:16

Anlatmak... Anlatabilmek...

Anlatmalıyız diyorum, yaşadıklarımızı bütün çıplaklığıyla anlatmalıyız. Başkalarının yanlış anlattıklarını düzeltmek için anlatmalıyız. Onlar bizi düşman kılıyor, oysa biz anlatarak başka bir dostluk kurabiliriz diyorum. Söz verdik, hesap soracağız dedik ama bu hesabı biz tek başımıza soramayacağımıza göre bizimle birlikte öğrencilerimiz de, velilerimiz de hesap sorsun diye içimiz acısa da, zorlansak da bu acıyı anlatmalıyız.

Paylaş

Sevgi YILMAZ

10 Ekim 2015... Saat 10.04… Üzerinden neredeyse 1 ay geçti ama benim hayatımda bir aydır ağır çekim olarak durmadan dönüyor. Sonraki her şey, bütün yaşamım bu görüntülerin üzerinden akıp gidiyor… 
Birkaç dakika önce şube pankartını açarak ancak birkaç bina ilerisine geçtiğimiz garın önündeki patlama sesi ile dönüyorum herkes gibi arkama. Bir duman yükseliyorken ikinci patlama ve alev topu… Bir yanardağ fışkırması gibi. Alevlerin üzerinde uçuşan kırmızı balon parçaları… Sonradan anlıyorum ki az önce tokalaştığım, selamlaştığım arkadaşlarımın, yoldaşlarımın hücreleri, kolları, elleri, bacakları da o alevlerin arasında göğe püskürmüş, dağılmış, yere et ve kan parçaları olarak yağmış… 
Ne o alev, ne o kırmızı balon parçası gitmiyor gözümün önünden günlerdir. Hayatımın fonu oldu bu görüntü, gitmiyor… Ses yok, hareketler ağır çekim… Ben artık bir katliamın kurtulanı değil artakalanıyım… Çok acı, çok feci… Sonrası ölülerimizi sayıyoruz, telefonlar açıyoruz, çalıncaya kadar telefon nefesimizi tutuyoruz ve açılınca telefon hele de “İyiyim” deyince arkadaşımız... Koy veriyoruz artık hıçkırıkları… Bir kişi daha sağ evet bir kişi daha sağ… Böyle bir dehşet…
Hastane önü bekleyişi, yaralılar, kan anonsları… Ve dönüş… Cenazelerimiz toprak bekler. Pazartesi okula gidiyorum, grev kararını duyurup arkadaşlarla çıkıyorum. Dicle’yi verdik önce toprağa. İlk defa bir tabuta omuz verdim, nasıl bir ağırlık… Daha 17 yaşında,  ‘yarım kalan hayallerinin ağırlığı bu’ diyorum içimden. Yıllardır kaç Dicle geçti sınıflarımdan. Bilirim o dünyanın nasıl renkli, nasıl asi, nasıl kıpır kıpır olduğunu… Sonra, Şirin, Sonra Meryem ana sonra… Bitmiyor, yetişemiyoruz hepsine, acımız büyük… Salı günü aynı şey… Taziye evleri, cenaze törenleri… 

NASIL KONUŞACAĞIZ?
Çarşamba günü grev bitti, okula başlıyorum. Saat sabahın yedisi… Gün ağarmadan başlıyoruz derse. Giriyorum sınıfa, beni tepeden tırnağa siyaha kesmiş görünce yarı uykulu soruyor biri. “Hocam hasta mısınız?” Şaşırıyorum. Nasıl yani, bunlar ne yaşadığımızı bilmiyor mu? Biraz da öfkeleniyorum. “Hasta değilim, yastayım” diyorum. Şaşırıyorlar. “Arkadaşlarım öldü benim çocuklar” diyorum, “Başınız sağ olsun” diyorlar. Fark ediyorum bu gençlerin olanlardan haberi yok… Nasıl olur ki bu? “Ankara’daydım ben, o patlamanın olduğu yerde” diyorum. Başlar kalkıyor, bakışlar bende kilitleniyor.
“Nasıl yani?” diyor biri. Başlıyorum anlatmaya, üzülüyor, birlikte ağlıyoruz kızlarla. Zil çalıyor, çıkıyorum sınıftan. Sonraki sınıf, bu kez hazırlıklıyım. Evet, bu çocukların haberi yok. Ne düşünüyorlar, ne biliyorlar bütün bu olanlar hakkında? Önce soruyorum. “Kızlar Ankara’da cumartesi bir patlama olmuş, ne düşünüyorsunuz, ne biliyorsunuz bu konuda?” diyorum. Herkes bir cümle kursun diyorum. “Ben facebook’tan öğrendim, çok üzücü.” , “Ben televizyonda gördüm, kötü.” , “Benim annem haber verdi, ‘dikkatli ol’ dedi, ben de kızdım ona ben Ankara’da mıyım dedim.” 
“Kim yapmış bunu?” diyorum; sıradaki öğrenci “HDP yapmış hocam, seçimde oyu artsın diye”... Biri onun sözünü kesiyor, “Hocam zaten biliyorlarmış patlamanın olacağını, ‘bu meydan kanlı meydan’ derken patlamış zaten bomba.” İçimden ‘sabır’ diyorum, kendimi sakinleştiriyorum. Aptal değil bu kızlar, böyle anlatılmış, inanmışlar. “Peki şimdi bir de benden dinleyin” diyorum. “Ben 77 1 Mayıs katliamını kitaplardan öğrendim, o zaman 6 yaşındaydım ama siz çok büyük bir katliamın tanığısınız çocuklar. Bir de benden dinleyin” diyorum. Başlıyorum anlatmaya: “Oradaydım ben de, tesadüfen ölmedim, çok yakınımda patladı bomba” diyorum sarsılıyorlar. Pür dikkat dinlemeye başlıyorlar. Devam ediyorum, “Bu mitingi biz yaptık, öğretmenler, doktorlar, mühendisler, kararını biz aldık. Barış için gittik, asker de, polis de, gençler de ölmesin diye gittik. Ama arkadaşlarımız gözümüzün önünde paramparça oldu” diyorum ve kızların bazıları ağlamaya başlıyor benimle. “Biz seçime girmiyoruz ki oyumuzu artıralım! O gençler kanlı meydan marşından önce başka bir türkü söylüyorlardı, ama onu göstermiyor televizyonlar. Ceyda masmavi gözlerini gözlerime dikerek; “Hocam bir sürü asker de öldü, hiç onlar için yas ilan edilmedi, hem bayrağı sevmeyenler için bayrak yarıya iner mi?” diyor. Acı bir tebessümle, “Ceyda, biz yas tutmak zorunda kalacağımız askerler olmasın diye Ankara’daydık” diyorum. Susuyoruz. Ama Ceyda ikna olmuyor! 

TEK BAŞIMIZA SORMAYACAĞIZ HESABI
Başka bir sınıftayım ve günün son dersi aynı sorular, benzer yanıtlar. Fakat Dilan uzun örgülü saçları simsiyah, gözleri dolu dolu “Hocam Nazım Hikmet’in dediği gibi bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine yaşayamıyoruz işte. Barış için gitmişti insanlar ama öldürüldüler.” Dilan beni sözleri ile sarıp sarmalıyor ki arkada oturan kızlardan biri “Hocam korkalım istiyorlar, ama korkmayacağız” diyor. Bir diğeri “Annem hep ‘yalnız kalma, kalabalığa gir’ diyordu, şimdi ‘kalabalıklara girme’ diyor ne yapacağımızı şaşırdık.” 
Bir nefes alıyorum, derin bir off çekiyorum… Ve anlatmalıyız diyorum, yaşadıklarımızı bütün çıplaklığıyla anlatmalıyız. Başkalarının yanlış anlattıklarını düzeltmek için anlatmalıyız. Onlar bizi düşman kılıyor, oysa biz anlatarak başka bir dostluk kurabiliriz diyorum. Söz verdik, hesap soracağız dedik ama bu hesabı biz tek başımıza soramayacağımıza göre bizimle birlikte öğrencilerimiz de, velilerimiz de hesap sorsun diye içimiz acısa da, zorlansak da bu acıyı anlatmalıyız. Hem öyle rahatlamak için değil, bu katil sürülerine karşı birlikte mücadele etmek için anlatmalıyız! Günlerdir kızlar koridorda, sokakta bana sarılıyor, “Nasılsınız öğretmenim, bir şeye ihtiyacınız var mı?” diyorlar. Bir köprü kurduk, bir adım attık  öğrencilerimle.

ÖNCEKİ HABER

‘Bu gitmeler gitmek değil’

SONRAKİ HABER

Güz mezarına gömdüklerimize

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...