02 Kasım 2015 11:38

Gevher Gökçe Acar: İnsan ölüme karşı teselliyi sanatta bulmuş olmalı

Paylaş

Derya YILMAZ
İstanbul

Ölüm, Sanat Ve Mekan Sempozyumu, bu yıl altıncı kez düzenlenecek. Yrd.Doç.Dr. Gevher Gökçe Acar’ın 2000 yılında feci bir trafik kazasında kaybettiği öğrencisi Deniz Yolaç’ın anısına gerçekleştirdiği sempozyum, ilk yılından beri “ölüm” kavramına farklı açılardan bakıyor. 

Gevher Gökçe Acar’la tek başına kendi emeğinin ürünü olan sempozyumun detaylarını konuştuk.

ÖLÜMLE DE EŞİTLENEMİYORUZ

Öncelikle Deniz’in hikayesinden başlamak istiyorum. Çünkü sempozyum altı yıldır Deniz ve diğer ölen öğrencilerin anısına düzenleniyor.
Deniz Türk Sanat Tarihi dersinde öğrencimdi. Farklı duruşu olan bir öğrenciydi, biraz uzak, aykırı, içe kapalı duran, benimle pek ilişki kurmayan ve bu duruşuyla da çok sevdiğim bir öğrenci… 2000 Yılında, çok acı bir şekilde, gene bizim öğrencimiz olan Yunus Aran’la birlikte bir trafik kazasında kaybettik. Sonrasında Yunus’un ailesi Yunus Aran vakfını kurdu ve bugüne kadar burs ve konferanslarla ismini yaşatmaya devam etti. Deniz’in adının anılmaması beni hep rahatsız etti. Ölümsüz olması için mutlaka adını yaşatmak gerekmiyordu kuşkusuz, ama iki öğrenci arasındaki bu eşitsizlik bana çok dokundu. Sonra hep istedim Deniz’in adını bir yere kaydedeyim ben de şu okulda diye. Deniz’in ailesinin izniyle bu sempozyumu O’na adadım. Aynı çatı altında iki öğrenci, ölümle olsun eşitlensin istedim.

Sempozyumun ismi Ölüm, Sanat ve Mekân. Ölüm aslında hiç düşünmek istemediğimiz bir konudur. Bu kadar yüzümüze vurulmasından da hiç hazzetmeyiz. Neden ölüm? Ve ölümle sanatı hangi bağlamda bağdaştırıyorsunuz?
Galiba yüze vurmaktan hoşlanıyorum... Aslında insanın dünyayı sömürmesinden, kendini bütün diğer canlılardan üstün görmesinden her zaman çok rahatsız oldum. Özellikle modern dönemden sonra insanın genç kalmak, sağlıklı kalmak, uzun yaşamak gibi takıntıları ve ölüme karşı geliştirdiği direnç, inkâr beni çok rahatsız ediyor. Bence hayatın bedeli olarak ölümü kabullenmemiz gerekiyor. Ve insanın bunu sürekli inkâr ediyor olmasını yüzüne vurmak hoşuma gidiyor. Çünkü insanı sevmiyorum onu anladım, daha doğrusu insanın bu dünyadaki duruşunu sevmiyorum. Evrenin bütün canlılarına tepeden bakmasını kabullenemiyorum ve bu dünyaya ve hayata, ölerek borcunu ödemesi gerektiğini düşünüyorum. Açıkçası ve bir gün bu borcu ödeyeceğim için de mutluyum.

ÖLÜMSÜZLÜK DEDİĞİNİZ ŞEYİ İNSAN SANATTA BULMALI

Biz her zaman öğrenciye birinci dersten sanatın “güzellik” olmadığını, “güzel”in sanatın kapsadığı kavramların içinde en içi boş kavram olduğunu ve sanatın zaman içinde güzellik şartından nasıl kurtulduğunu, daha doğrusu çıktığı noktaya, içinde güzellik kavramının bulunmadığı özüne nasıl geri döndüğünü öğretiriz. Bütün sanat dallarının çıkış noktasında mutlaka ölümün bir rolü var. Ölümsüzlük dediğiniz şeyi insan sanatta bulmuş olmalı; ölümsüzlüğü, yani ölüme karşı teselliyi sanatta bulmuş olmalı. Bugün hepimizin direnişini sanat oluşturuyor. Bugün bütün bu ölümlere karşı da biz sanatla direniyoruz, mizahla direniyoruz. Bugün protestomuzu sanatla yapıyoruz. Ölüm ve sanatın bu kadar iç içe geçtiği bir yerde bunun inkârını uzun süre anlayamadım. Aslında bir yandan toplumda öte dünya korkusunu yerleştiren din adamlarıyla, bir yandan ilaç endüstrisinin tetiklemesiyle, bir yandan estetik, güzellik, gençlik meselesinin, o devridaimin sürebilmesi için, hep o ideal kadın figürüne göre üreten moda sektörünün kazanabilmesi için, bütün bu pazarların hep birlikte ölümü korkunç bir şey haline getirdiğine ve bir şekilde ölüme haksızlık edildiğine inanıyorum.

ÖLDÜRÜLMÜŞLERİN ANISINA

Bazen o bedeli çok acımasızca ödetiyorlar bize. Özellikle son dönemlerde yaşadıklarımız Ankara, Suruç, Roboski... Söylemesi bile korkunç ama sanki ölüme alıştık. Hayatımıza devam ediyoruz. Bu kadar hayatımıza devam etmeye alıştığımız bir dönemde Ölüm, Sanat ve Mekân Sempozyumunu bu bağlamda nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ölüm, Sanat ve Mekân dersini açtığım zaman ve sempozyumları yapmaya başladığım zaman bu kadar iç içe değildik ölümle. Sıralı, zamanlı, daha doğal ölümlerle yüz yüzeydik. İlerleyen zamanda sempozyum bir şekilde öldürülmüşlerin anısına olmaya başladı. Bir öğrencimin anısına başladı ama, sonrasında bir çok toplu ölüme tanıklık ettik. Sempozyumun her zaman bu ölümlere de dikkat çekmesini istedim. Özellikle günümüz medyası tarafından bu ölümlerin bir yandan normalleştirildiğini bir yandan da ajitasyona uğratılarak kullanıldığını düşünüyorum. Bu nedenle anmaları yaparken bile kendi kendimi sürekli sorguluyorum, ben de bu işin bir parçası olmadan bunu nasıl yapabilirim diye. Okulda bu dersi açma nedenim biraz ölümü normalleştirmekti. Elbette cinayetleri değil, doğal yoldan gelen ölümü normalleştirmekten bahsediyorum. Çünkü ölüm korkusu hayatımızda temel bir verimsizliğe ve kalitesizliğe itiyor bizi. İnsanın ölümden korkmamaya başladığı noktada korkacağı hiçbir şey kalmıyor. Doğaya bakarak, evrene bakarak aslında insanın çok da önemli bir varlık olmadığına ve dolayısıyla günü gelince öleceğine inanmak ve asıl bunu normalleştirmek ve bunu kabullenmek, bundan korkmaktan vazgeçmek müthiş bir özgürlük aslında. Hayat kalitesini çok yükselten, dolayısıyla verimliliği çok yükselten bir hâl. Buradaki verimliliği evrene ve insana dönük bir faydalılık olarak kabul ediyorum. Çünkü ölüme karşı belki de yapabileceğimiz en iyi direnme şekli bu. Daha doğrusu ölümsüzlük bu benim için. Aynı zamanda sanatın ölüme karşı üretilmiş bir şey olduğunu biliyoruz. Sanat, kültür ve bilgiyle hemhâl olmanın bir çeşit ölümsüzlük olduğunu düşünüyorum.

'İSTANBUL HİÇBİR ZAMAN ANADOLU’YA O KADAR YAKIN OLMADI'

Acı var bu topraklarda, ağıt var. Böyle bir ortamda ölüme öyle alıştık ki; ölümden aslında korkmamaya başladık. Çünkü ölüm her an her yerde bizi bulabilir. Bir gün oluyor tüm sevdiklerinizi, yakınlarınızı tek tek arıyorsunuz hayattalar mı diye...
O kadar yaklaştığını düşünmüyorum. Şu anlamda söylüyorum bunu, İstanbul hiçbir zaman Anadolu’ya o kadar yakın olmadı, hiçbir anlamda olmadı. Ufacık bir kar yağışında da olmadı, “İstanbul’da hayat felce uğradı” haberleriyle, ölümlerde de olmadı. Ölümün Suruç’ta ve Ankara’da olması bile farklı hissettiriyor. Ne kadar yaklaşırsa yaklaşsın ölüm, onu dibimizde görmeden, onunla yüz yüze gelmeden, aslında ne kadar yakınımızda olduğunu fark etmemize de imkân yok. Dolayısıyla aslında biz hâlâ bunun farkında değiliz. Belki bir gün İstanbul’da olursa - bunu böyle söylemem doğru değil ama - belki o zaman daha çok anlayacağız. Bir kısmımız farkındayız. O acıyı içselleştirebilen, Anadolu ile İstanbul arasındaki o farkı gözetmeyen, kültürler, cinsiyetler arasındaki farkı gözetmeyen, konuya temel bir insanlık meselesi olarak bakabilen, farkında olan bir kesim var elbette. Ama çok ciddi steril yaşayan bir kesim de var. Ben henüz bunun çok fazla bilincinde olduklarını düşünmüyorum. Yani korktuklarının ne olduğunu bile çok fazla fark ettiklerini düşünmüyorum.

Öyle bir kesim var ki; diğer tarafta olan ölümleri yok sayıyor, görmüyor. Bir çocuğun ölümünden bahsettiğinizde zaten büyüyünce terörist olacaktı diyebiliyor. İnsana değer vermeyen bir toplulukla bir arada yaşamak hakkında ne düşünüyorsunuz?
Tam da biraz evvel konuştuğumuz o mesafelerle ilgili bir şey. Mesela Gezi sürecinde, orada her kesimden insan vardı. Benim memleketimi ilk benimsediğim zamandır, açıkça söylüyorum. Gezi sürecinde birbirini hiç ötekileştirmeyen, birbiriyle bütünlük oluşturabilmiş ve nihayet kendinden uzak olan yani cinsiyet olarak, inanç olarak, dini görüş olarak, etnik köken olarak, hatta politik görüş olarak farklı olan insanların birlikte bütünlüğünü gördüğüm zaman memleketime inancım geri gelmişti. Sonrasında çok büyük hayal kırıklığına uğradım. Çünkü Gezi’de kendinden uzak olanın hayatından bir parça, paralel bir şeyler görebildiğini umduğum insanlar sonrasında, mesela bir Suruç’ta, bir Roboski’de yani kendinden uzak ya da kendinden farklı olana aynı polisin yaptığı aynı şeye çok farklı kriterlerle yaklaşır oldular gene. Bütün o Gezi süreci unutuldu. Sana da terörist demişlerdi bunlar Gezi’de. Burada, Gezi’nin içinde sen de teröristtin. Şimdi, başka bir yerde polisle karşı karşıya gelen bütün insan topluluklarını, sadece farklı bir kökenden geldikleri için doğrudan doğruya terörist kategorisini oturtabiliyorsun. Bu aslında meselenin hâlâ bize ne kadar uzak olduğunu gösteriyor. Bir de tabii şöyle bir şey var; nedenine hiç bakmıyorsun. Yani hiç kimse herhalde ben terörist olayım diye doğmuyor. Ne istiyordu da çıktı dağa, ne gördü, yaşadı da çıktı dağa? Böyle bir bakışı geliştiremedik. Bu hiçbir zaman olmuyor maalesef, artık toplumun genlerine işlemiş bir şey. Şimdi yeniden o bakışı geliştireceğimize dair inancı kazanmaya çalışıyorum. Biz diğerine ettiğimiz zulmü kabullenmek bir yana zulmetmeye devam ediyoruz.

Derslerinizde hep söylediğiniz benim de çok sevdiğim bu metropolde artık yalnız ölmeye başladığımızdan bahsediyorsunuz.
Eski, kadim kültürlere baktığımızda çok güzel karşılıyorlar ölümü. Çünkü onların toplumsal anlamda birlik halleri var ve doğaya bakmayı bilen kültürler. Doğa zaten bu konuda en öğretici şey. Doğayı gözlemleyen, doğayla bütünlük halinde olan toplumların ölüme bakışları çok farklı. Bunu çok daha kolay kabullenebiliyorlar. Bireyselciliğin bu kadar ön plana çıktığı bir yerde çok yalnızız. Bu bireyselcilik bizim tek başına ölmemize neden olan bir şey. Ve tek başına ölmeyi de kabullenemiyoruz.

Bir taraftan hâlâ ölmez otunu arıyoruz.
Yanlış yerde aradığımızı düşünüyorum onu ve aradıkça kaybettiğimizi düşünüyorum. Aslında o eski kültürler onu çoktan bulmuşlar. Biz de onların bulduğu şeyi unutmaya çalışmakla meşgulüz. Özellikle iktidar, devlet, gücü elinde bulunduran, silahı elinde bulunduran, söz hakkını elinde bulunduran, kendisini ölümsüz kılmaya ve bu bağlamda kendinden "aşağıdaki" insanı, doğayı, hayvanı yok etmeye meyilli. Dolayısıyla bir gün onun da doğal yoldan yok olacağını düşünmek bana teselli veriyor. Öleceksin... Kim olursan ol öleceksin.

Yaşadığımız bazı acı ölümler üzerinden geliştirilen bir takım kutsal söylemler hakkında ne düşünüyorsunuz?
Ölümü her dönem bir şeylere araç etmiş zaten insanlar. Aslında her zaman iktidar faydalanmıştır ölümlerden. Milliyetçiliğin aslında insana değer vermediği, cana değer vermediğini biliyoruz, iktidar tarafından kendi gücünü pekiştirmek için bu yolla kullanılıyor ölümler. Fakat şehit ailelerine baktığımız zaman aslında orada esas ölümün en acı yüzünü görüyoruz. Şehitlik kavramı, bütün bu güzelleme, sadece bu sistem, bu devridaim sürsün diye uydurulmuş, dinin de iktidarın da desteklediği içi boş bir kavram.

BEN ÖLMEDİM AMA BİZ ÖLÜYORUZ

Hep biz ölüyoruz nedense...
Hep biz ölüyoruz. Ben ölmedim ama biz ölüyoruz. Biz ölüyoruz...

Sempozyuma dönecek olursak...
Sempozyumun öncelikle ölümün konuşulabilir olmasını sağlamasını istedim. Çünkü çok aykırı konu idi. Ve bence ölümü konuştukça bu korkumuzu üstümüzden atıyoruz ve gençler buna çok açık. Bu dersi çok benimsediler, hakikaten seviyorlar, sempozyumu çok benimsediler. Aynı zamanda sanatın nasıl ölümden beslendiğini ya da ondan kaynaklandığını konuşabilelim istedim. Aslında sanatın her dalının içinde ölümün var olduğunu görelim istedim. Ve özellikle de - bizim genellikle İstanbul’da oturduğumuz yerden çok yakından tanıma fırsatını bulamadığımız - Anadolu kültürlerinin, Anadolu’nun içindeki, o aslında ölüme bizden çok daha vâkıf olan kadim Anadolu bilgisinin, daha doğrusu bilgeliğinin mutlaka bu sempozyumun içinde bulunmasını, paylaşılmasını istiyorum.

Sempozyum Programı:

ÖLÜM SANAT MEKÂN SEMPOZYUMU VI

2 Kasım Pazartesi Mimar Sinan Salonu
16:00 – 16:45 Sen Balık Değilsin Ki Konsept/Uygulama/Performans Mihran Tomasyan 

3 Kasım Salı Sedad Hakkı Eldem Oditoryumu
10:30- 11:00 Açılış
11:00-12:30 Emre Zeytinoğlu - Atilla Birkiye, Sanatta ve Edebiyatta Ölümün Hazzı ve Ahlak
12:30-13:30 Öğle arası
13:30- 14:40 Belgesel Bebekler ve Cinayet Üzerine Yönetmen Susan Marks
14:40-15:00 Kahve arası
15:00- 16:00 Belgesel Gesualdo- Beş Ses İçin Ölüm Yönetmen Werner Herzog
16:00-16:45 Kahve arası
16:45- 18:15 Performans Bugün, hiçbir şey…/ Oggi, niente… Koreografi ve Performans İlyas Odman

4 Kasım Çarşamba Sedad Hakkı Eldem Oditoryumu
10:30- 11:00 Erdem Ceylan Ölü Bir Adamın İzini Sürdüm Bir Siperde: Büyük Savaşta Ölümün Topografyası
11.00-12:30 Oratoryo Shell Shock Koreografi Sidi Larbi Cherkaoui Müzik Nicholas Lens Söz Nick Cave
12:30-13:30 Öğle arası
13:30- 15:00 Film Calexico Ölüm Çiçekleri Müzik Calexico Yönetmen Danny Vinik
15:00-15:15 Kahve arası
15:15-16:45 Alper Maral Caz Ölüler Kitabı Konferans ve Dinleti
5 Kasım Perşembe Sedad Hakkı Eldem Oditoryumu
10:30 - 11:30 Gevher Gökçe Acar Ahmatova Requiem: Anna Ahmatova – John Tavener
11:30- 12:35 Belgesel Anna Ahmatova Dosyası Yönetmen Semyon Aranovich
12:35-13:15 Öğle arası
13: 15- 14:45 Belgesel Karşı Requiem Yönetmen Doug Shultz
14:45- 15:00 Kahve arası
15:00- 16:00 Belgesel Terezin’de Müziğe Sığınmak/ Theresienstadt Yönetmen Dorothee Binding - Benedict Mirow
16:00-16:15 Kahve arası
16:15- 17:45 Renan Koen Holokost’u Anma… Açıklamalı Konser
6 Kasım Cuma Sedad Hakkı Eldem Oditoryumu
10:30- 11:00 Levent Şentürk  Jan Svankmajer: Kara Grotesk
11:00- 12:30 Film Faust Yönetmen Jan Svankmajer
12:30-13:30 Öğle arası
13:30-14:45 Amed Gökçen Kara Kitap Kara Talih; Ezidiler ve Ezidi Ağıtları
14:45- 15:00 Kahve arası
15:00- 16:00 Belgesel Şılfîtazî/Çırılçıplak Yönetmen Zekeriya Aydoğan [Yönetmenin Katılımıyla]
16:00-16:30 Kahve arası
16:30-17:30 Coşkun Karademir Kerbelâ Nefesleri Söyleşi ve Konser
Mimar Sinan Salonu
17:45 – 18:10 Hayat Bu Kadar Güzelken Şiir/performans Performans Ayşe Lebriz Berkem Mekân Yerleştirme Başak Özdoğan

SERGİ
2-7 Kasım 2015 Mimar Sinan Salonu
Alberto Modiano Bir Açıkhava Mezartaşı Müzesi: İtalyan Musevi Mezarlığı
Aykan Özener Okul 
Başak Özdoğan Hayat Bu Kadar Güzelken

Kaan Çaydamlı Son Kare’den
Mehmet Kerem Özel   Pina’nın Âlemleri [2-6 Kasım]
Şahin Domin Aşağıdakiler, Hafiflik, Medussa 
Sempozyumu düzenleyen ve Küratör Gevher Gökçe Acar
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Fındıklı Kampüsü

ÖNCEKİ HABER

Aleksis Çipras, mülteci gündemi için Türkiye’ye geliyor

SONRAKİ HABER

Meclis'te kadın temsiliyeti düştü

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...