03 Nisan 2012 12:03

Hâlâ demokratik bir ülke değiliz

SUNU12 Eylül askeri darbesi Türkiye toplumunun son 30 yılını belirleyen gelişmelerin başında geliyor. Darbeyle sadece dönemin gerilim ve ‘çatışma’larına müdahale edilmedi. Çünkü hem ‘müdahale’ biçimi hem de yaratılan ‘korku’ toplumunun etkileri, dönemin sınırlarını aşacak nitelik

Hâlâ demokratik bir ülke değiliz
Paylaş

İlyas Coşkun

SUNU

12 Eylül askeri darbesi Türkiye toplumunun son 30 yılını belirleyen gelişmelerin başında geliyor. Darbeyle sadece dönemin gerilim ve ‘çatışma’larına müdahale edilmedi. Çünkü hem ‘müdahale’ biçimi hem de yaratılan ‘korku’ toplumunun etkileri, dönemin sınırlarını aşacak nitelikteydi. 12 Eylülle gündeme gelen toplumu şekillendirme operasyonunun bugüne kadar sürdüğü de söylenebilir. Kendilerinden önceki darbecilerin söylediği “Mevcut elbise bol geldi” sözlerini kendilerine düstur edinen 12 Eylülcüler, toplumu tam bir cenderenin içine almak istediler. Başarılı oldular mı, ekonomik, siyasal ve kültürel anlamda etkileri devam ediyor mu, darbeciler nasıl yagılanacak, yargılama 12 Eylülle gerçek bir hesaplaşma anlamına gelecek mi; bütün bu sorulara dosyamızda yanıt arayacağız.


Darbeyle beraber, toplumsal örgütlülük dağıtılır sendikalar ve siyasi partiler kapatılırken insan hakları açısından da büyük bir gerileme yaşandı. Hayatın tümünde yaşam, ifade ve basın özgürlüğü derdest edilmek istendi. Bu sebeple 12 Eylül dosyamızda ilk sözü, insan hakları ihlallerini konuştuğumuz gazetemiz yazarı ve İHD Eski Genel Başkanı Avukat Hüsnü Öndül’e bırakıyoruz…

İddianameyi okuduğumuzda, Evren ve Şahinkaya’nın ‘80-83 yılları arasındaki darbe yıllarından dolayı suçlandıklarını görüyoruz. ‘83’teki seçimlerden sonra hayat ‘normale’ dönebildi mi?
İddianamede 12 Eylül Darbesini gerçekleştiren generallerin Milli Güvenlik Konseyi üyeleri sıfatıyla görev yaptıkları dönem esas alınmaktadır. Bu dönem 12 Eylül 1980 askeri darbesinin yapıldığı günden başlatılıyor ve milletvekili genel seçimlerinin ardından Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlık Divanının oluştuğu 6 Aralık 1983 tarihinde bitiyor. Anayasanın geçici 15. maddesi, darbecileri bu dönemdeki uygulamaları ve çıkardıkları mevzuat bakımından sorumluluktan azat ediyordu. Dokunulamaz, soruşturulamaz, cezalandırılamaz kılıyordu. Darbeyi yapanlar hukuki korumayı da anayasal bir norm ile sağlamışlardı.
Darbenin etkisi bugüne değin sürmüştür. Çünkü yukarıda belirtilen tarihler arasında Anayasa dahil 800 civarında yasa yürürlüğe girmiştir. Bu sayıya kanun hükmünde kararnameler, tüzükler, yönetmelikler, genelgeler dahil değildir. Bu mevzuatla Türkiye’nin anayasal ve yasal çerçevesi yeniden şekillendirilmiştir. Bu çerçeve militer-otoriter-totaliter özelliklidir. Bu çerçeve 2000’li yılların başından itibaren değişme sürecine girmiş olmakla birlikte hâlâ egemendir. Zaten yeni, demokratik anayasa talebi de bu çerçevenin verdiği rahatsızlığın (Üstelik 17 kez değişikliğe uğramasına karşın) sürüyor olmasındandır.

12 Eylül deyince akla Diyarbakır Cezaevi geliyor. Hak ihlallerinin en yoğun olduğu cezaevlerinin başında geliyordu. Sizin o Diyarbakır’daki mahpuslarla bir temasın oldu mu darbe yıllarında?
Diyarbakır cezaevinde olup bitenleri o yıllarda tutuklu ailelerinden dinlemiştim. Bir kaç kez de müvekkillerimle Diyarbakır Cezaevinde görüşmüş, sonra da başka cezaevlerine nakledildiklerinde daha rahat olanı-biteni dinleme olanağına kavuşmuştum. Bir kaç kez de Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesinde görülen davalarda avukat olarak bulunmuştum. Mahkemelerdeki asker davranışları ile yargılama süreçlerinin cereyan tarzının söz gelimi Selimiye ya da Mamak mahkemeleri gibi olduğunu söyleyemem. Özü itibariyle benzemekle birlikte muamelede ton farkını görmek mümkündü. Söz alan bir sanığın önce kendisini asker tekmili ile mahkeme başkanına tanıtması, ellerin diz üstünde ve başı sağa sola sapmadan duruşma yargıcına bakması gibi uygulamalar; duruşmalara zincirle birbirine bağlanmış şekilde getirilmeleri ve benzeri… Diyarbakır Cezaevinde yapılanlar da biliniyor. Tam bir vahşet yaşanmıştır. Kuşkusuz çözümsüzlükte cezaevlerindeki uygulamaların etkilerini görmek mümkündür. Bu uygulamalar, belki daha fazla insanın devletin ve politikasının ne olduğunun farkına varmaları sonucunu doğurmuştur. Kürtler açısından devleti tanımada uyandırıcı etkisi olmuştur. Türkiye kamuoyu ise sonraki yıllarda olan biten hakkında bilgi sahibi olmuştur. Yazılı ve görsel basının sivil idare döneminde bile (1984 Diyarbakır ve Metris-Sağmalcılar Cezaevlerindeki açlık grevleri ve ölüm oruçları ve ölümler karşısındaki sessizliğine, “Bilmedim, Görmedim, Duymadım” tavrına bizzat tanık olmuştum)  üzerlerindeki baskıyı ve ayrıca kendilerinin uyguladığı otosansürü kaydetmemiz gerekiyor.

Darbe yıllarından bu güne; yaşam ve ifade özgürlüğüne, örgütlenme özgürlüğüne devletin, iktidarların yaklaşımı ne derece olumlu yönde değişti?
Yaşam hakkı, ifade özgürlüğü ve örgütlenme özgürlüğü konularında öncelikle Türkiye toplumundaki bilinç düzeyindeki artışa dikkat çekmek isterim. Türkiye toplumu haklarının ve özgürlüklerinin geçmişle mukayese edilemeyecek ölçüde bilincindedir. Bunda bilimsel teknolojik gelişmelerin etkisi olduğu kadar insan hakları hareketlerinin ve genel olarak sivil toplum hareketinin, -Toplumsal muhalefet diyebiliriz buna- etkisi büyüktür.
Benim bakış açıma göre ‘80’li ve 90’lı yıllar, militer-otoriter-totaliter özellikli sistemin birbirinin devamı niteliğindeki yıllarıdır. 20. yüzyılın son 20 yılındaki Türkiye böyle bir Türkiye’dir.
Halbuki 21. yüzyılın ilk 10 yılındaki Türkiye farklı bir Türkiye’dir. Buna “Geçiş Dönemi Türkiye’si” diyebiliriz. Darbe yasalarıyla şekillenen Türkiye’den demokrasiye doğru yönelim gösteren bir Türkiye var. Bu makro ölçekte böyledir. Ama uygulama açısından bu geçiş döneminde de ‘80’li ve 90’lı yılları hatırlatan benim “konjonktürel gerileme” diye nitelendirdiğim süreçler yaşanmaktadır. Son 10 yılda AB sürecinde 10 uyum paketi ile 70’in üzerinde yasada yüzlerce madde değişikliğine gidilmiş, 60’ın üzerinde de bütünüyle yeni yasa çıkarılmıştır. Ama buna rağmen yasal çerçeve itibariyle Türkiye demokratik bir ülke sayılamaz.  Yönelim itibariyle ise demokrasiye yöneldiğini gözlemlemek mümkün. Henüz demokrasi, insan hakları ve özgürlükleri konusunda devlet katında bütüncül bir bakış açısına ve programa sahip olunduğu söylenemez. Yaşam hakkı bağlamında ölüm cezasının kaldırılmış olması önemli bir adımdır. İHD’nin 1999’dan 2011 yılına değin karşılaştırmalı istatistiklerine göre, gözaltında kayıplar, faili meçhul siyasal cinayetler, yargısız infazlar ve silahlı çatışmalarda insan kayıpları başlıklarında son birkaç yıl hariç büyük ölçüdeki azalan eğriyi görmek mümkün.  Toplumsal dinamikler konuşmaya, yazmaya, muhalefet etmeye devam ediyorlar ve topluma baktığınızda daha özgür, itiraz ve talep eden bir toplum var. Ama yine son birkaç yıla bakıldığında ise özellikle ‘80’li ve 90’lı yılların ifade özgürlüğüne tahammülsüz devlet pratiklerinin sergilendiği görülüyor. Örgütlenme özgürlüğü ve toplantı özgürlüğü alanlarında önemli yasal değişiklikler yapılmış olmasına karşın (Dernekler Yasası, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası değişiklikleri bunlar arasında sayılabilir) dernekler, sendikalar, siyasi ve toplumsal muhalif kesimlere polis ve yargı baskısının son birkaç yılda yoğunlaştırıldığını görmekteyiz.  Güvenlikçi bakış açısının, henüz bireylerin, grupların, halkların hakları ve özgürlükleri bakış açısına evrildiğini söyleyemeyiz.


HAKİKAT KOMİSYONLARI KURULMALI

Evren ve Şahinkaya, bugün yargı önüne çıkıyor. Yargılamanın önemli olduğu gerçeğini bir kenara koyarak, siz 12 Eylül darbesiyle gerçekten hesaplaşıldığını düşünüyor musunuz? Siyasi otoritenin atması gereken başkaca, çok daha önemli adımlar var mı?
12 Eylül ile ve 1915 yılındaki Ermenilere yaşatılan-dayatılan “büyük felaket” dahil hiçbir geçmişle hesaplaşılmadığını düşünüyorum. Geçmişle yüzleşme-hesaplaşma için de bütüncül ve yüksek bir politik iradeye ve bakış açısına ihtiyaç var. Dünyada 40 civarında ülkede geçmiş travmalarla yüzleşme ve hesaplaşma açısından “Hakikat Komisyonları” kurulmuştur. “Geçiş dönemi adaleti” diye bir kavram var ve bu çok yönlü girişimleri, işlem ve eylemleri zorunlu kılar. Sadece ceza yargılaması süreçlerini işletmek değil mesele.  Türkiye 12 Eylül ile hesaplaşmalıdır. Cunta liderleriyle ilgili açılmış olan davayı önemli buluyorum. Simgesel bir anlamı var. Fakat geçmişle hesaplaşma konusunda bir kanun çıkarılmalıdır. Bu konuda Birleşmiş Milletlerin hakikat komisyonları konusunda kabul ettiği yol gösterici ilkeler var, dünya deneyimleri var. Türkiye geçmişle hesaplaşma konusunda da “geçiş sürecini” yaşıyor. Sivil toplum alanında çeşitli çalışmaları görüyoruz. Bugün daha çok bilgilenme ve teşhis, teşhir, belgeleme aşamasında olsa da bu hazırlık sürecinin geçmişle hesaplaşma için kanun çıkarılması aşamasına geçeceğini ve bir gün hesaplaşılacağını düşünüyorum.


BÜYÜK HAPİSHANEYE DİKKAT ÇEKTİLER

Darbe döneminde cezaevleri, tam bir işkence merkezi olarak kullanıldı. Darbenin bu amacına içerden nasıl tepkiler geldi, bu tepkiler doğru okundu mu?
12 Eylül Askeri Darbesinin özellikle yaşam hakkı ve işkence yasağı bağlamındaki uygulamaları -karakollarda ve cezaevlerinde yaşananlar- etkilerini, olağanüstü boyutlardaki travmalar biçiminde kendisini göstermiştir.
Cezaevlerindeki işkence sonucu ölümler, açlık grevleri ve ölüm oruçlarındaki direnişler yoluyla verilen mesajlar ve insanların yaşamlarını yitirişi, sadece aileleri üzerindeki acıyı, üzüntüyü ve travmayı anlatmadı topluma. Bir sistemin kurulmakta olduğunu ve herkesin özgürlük alanlarının daraltılmakta olduğunu da anlattı. Toplumun anladığını düşünüyorum. Devleti yöneten politik ve bürokratik kadroların ise ne yazık hâlâ anlayamadığını düşünüyorum. İçerdekiler, meselenin sadece Diyarbakır, Metris ya da Mamak Cezaevleri meselesi olmadığını anlatmaya çalıştılar. “Büyük hapishane”ye dikkat çektiler. Türkiye hapishanesine...

YARIN: Eski Adana Savcısı Sacit Kayasu

evrensel.net

ÖNCEKİ HABER

İşçi sınıfının mücadele aracı mı burjuvazinin ideolojik aygıtı mı?

SONRAKİ HABER

Demirtaş: Samimiyseniz buyrun görüşelim

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...