11 Ekim 2015 03:44

Bilge Yoldaş'a mektup

Paylaş

Ercüment AKDENİZ

En az gençlerin ölümü kadar kederlidir bilgelerin aramızdan kopup gidişi, bilirsin. Hiç beklenmedik bir andı ve o buruk acı bu kez senin adınla geldi; “Sennur Sezer’i kaybettik...”  
Ah! acı ki hem de ne acı...  
Ne o çok eskilerde kalmış kuyudan bir eser var şimdi, ne de suyu çeken zincirden bir iz; Zincirlikuyu karşımda koca bir kabristan!
Kabristan’ın giriş kapısında seni bekliyorum, bekliyoruz... Bir karşımızda nehir gibi akıp giden otomobillere bakıyorum; bir tepemizde asılı duran o çinili yazıya. Şöyle diyor yazı: “Her Canlı Ölümü Tadacaktır”
Bu yazıyı oraya konduranlara haykırmak istiyorum; “Hayır efendim, eksik! O çinili kapıdan sadece ölümü tadan faniler geçmiyor; türküleri, marşlarıyla ‘güneşi içenler’ de geçiyor! Prometeus’tan çalınan ateşi bir sonraki insan soyuna taşıyanlardan biri geçecek şimdi, biz onu bekliyoruz!”
Canım Ablam,
Sivas’ta ateş olup semah dönenleri anmak için gelmişsin daha önce buraya, Zincirlikuyu’ya. Yazılarından birinde okudum, içim burkuldu ve ama gururlandım da. Şöyle yazmışsın;
“..Sivas’ta yitirdiğimiz arkadaşlarımız için Zincirlikuyu mezarlığının kapısından girip hemen orada toplanmıştık. Konuşmalar yapıldı. Asım Bezirci’nin mezarını ziyaret ettik. Aramızdaki kimi arkadaşlarımıza soruşturma açılmış. Adnan Özyalçıner ile EMEP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Kılınçarslan birlikte gittiler savcılığa (Ben de yanlarındaydım, kendimi ihbar edeceğim güya). Mehmet Kılıçarslan savcıdan önce sordu: “Ölülerimizi ziyaret için izin mi alacağız?” Bu soru sabah akşam çınlıyor kulaklarımda...”
Kısa bir zaman sonra yine Zincirlikuyu’da; can yoldaşın, yoldaşımız Memet Kılınçaslan’ın mezarı başında konuşacağını nereden bilebilirdin? Kılınçaslan’ın önünde başlarımızın eğik olmadığını söylemiştin. İşçi sınıfının zor aşamalardan geçtiğini eklemiş ama umudu da eksik etmemiştin. İşçi önderi Memet’e şöyle demiştin:
“Serbest bölgedeki bacıların örgütlenerek yeni başarılar elde ediyorlar. Genç yoldaşların, ‘sınıfımız direniyor’ diye sana haber getirmeye devam edecekler.”
İşçi hayatını devrim davasıyla birleştirebilen ve hiç yıkılmadan dik durabilen bir işçi önderini tarif etmek de en çok sana yakışırdı zaten. Memet Kılınçaslan kitabı için şöyle yazmıştın:
“Memet Kılınçaslan’ın gerçeği işçi sınıfının yürüyüşlerindeki önderlerinden birinin öyküsüdür. Saflarımızda göremediğimizde, bizden daha ileride olduğunu bildiğimiz bir yoldaşımızın öyküsü”
O söz... “Saflarımızda göremediğimizde, bizden daha ileride olduğunu bildiğimiz bir yoldaşın öyküsü”... Şimdi seni anlatıyor o söz, senden öncekiler gibi sana da çok yakışıyor.  
Parti neydi?
Parti, işçi hareketi ile sosyalizmin birliğiydi.
Ve siz üç ayrı damardan gelip sınıf partisinde birleşmiş üç sembol isimdiniz. İşçi önderi Memet işçi hareketinin temsilcisiydi. Marksist devrimci, öğretmen Şeref Aydın ise proleter sosyalist hareketin önderlerinden. Sense partili sanatın, partili sanatçının adı oldun. Nasıl ki esas olan dünyayı sadece yorumlamak değil aynı zamanda değiştirmek idiyse; sanat da bu yoldan ilerlemeliydi. Ve sen bu yolda sanatı, işçi sınıfı ve sosyalizm davasından bir an olsun ayırmadın. Bu zorlu yolda kirişi kırıp sınıf atladığını düşünen sanatçılar, arkalarına dönüp bir tek kötü laf dahi etmeye cesaret bulamadılarsa eğer; bunda elbet senin sarsılmaz bağlılığının ağırlığı vardı. Ve hiç partili olmamış sanatçıların, senin etrafında kümelenmiş genç sanatçıların, yüzünü sınıfa ve sosyalizme dönük tutmalarında da elbet inkar edilmez emeğin vardı.
Baktım... Şeref Aydın’ı şöyle anlatmışsın:  
“...Yanı başınızda olsa bile uzaklığını duyduğunuz ne çok arkadaş daha doğrusu eski arkadaş / yoldaş vardır. Bir de dost olmaya zaman bulamadığınız, kısacık süre, bir yol kesişmesi boyunca birlikte olabildiğiniz kişiler vardır, ömür boyunca dost ve yoldaş kalırsınız. Aranızda binlerce kilometre olsa bile. Şeref Aydın, benim için ikincilerdendi...”
Almanya’da kültür sanat üstüne bir toplantıda tanışmışsınız Şeref Aydın’la. 12 Eylül darbesini tamamlayan kültür emperyalizminin saldırılarıyla başa çıkabilmenin yollarını tartıştığınız bir toplantıda. Amansız bir hastalığın pençesinde can verdiğinde ona şöyle yazmıştın;
“Şeref Aydın, seni tanımak bana bir dost kazandırmıştı. Kilometrelerce öteden bile varlığın güven veriyordu. Senin başlattığın işleri sürdürmek de hepimize onur verecek..”
Ne diyebilirim ki? Koca eserleri sığdırdığın bu hayat ağacının gölgesinde küçük bir kesişme anıydı belki de bizimkisi. Geride bıraktığın eserleri okuyarak tanışacağız bundan böyle... Bıraktığın işleri sürdürmek elbet bize de onur ve mutluluk verecek.
 
Ve ellerin...
O kutsal, saygıdeğer ve öpülesi ellerin...
Seni her gördüğümde öpmeye doyamadığım, baş tacı yaptığım ellerin...
Onların zarafetini, ben ne yapsam da, senin dizelerindeki gibi anlatamam;   
“Elim ateşten korkmuyor,
Ülkemin bütün kadınları gibi tırnaklarım küt
Ateşten sıcak bir tencereyi yanmadan alabilirim
Köz basarım yüreğime.
Yüreğim nasırlarıyla umudu koruyor,
Bir küçük ışıltıyla baharı bekleyen
Çekirdek ateşten korkmuyor”

Bir de Engels’in şu cümleleri var, kapısı sanata ve sanatçının ellerine açılan;   
“İlk çakıl taşının insan eliyle işlenerek bıçak haline gelmesi için öylesine uzun bir zaman geçmiştir ki, bizim tarih diye bildiğimiz zaman, bunun yanında önemsiz kalır. Ama zorunlu adım atılmış, insan eli özgürleşmiştir, bundan böyle de yeni hünerler kazanacak, bu yolla edinilen büyük el yatkınlığı insan soyundan soyuna geçecek, gittikçe artacaktır. Onun için emeğin sadece bir organı değil, ama aynı zamanda bir ürünüdür el. Ancak emek yoluyla... insan eli mükemmellik derecesine ulaşabilmiştir. Raphael tablolarını, Thorvald heykellerini, Paganini müziğini mucizevi biçimde ortaya koyabilmiştir”
Raphael, Thorvald ve Paganini’nin yanına Nazım’ı da eklemeli, Ahmed Arif’i de... Ve elbette seni ablacığım, seni ve Sennur Sezer şiirlerini...   

Ve aşk...
Adnan abiyle senin arandaki o dipsiz aşk...
Her babayiğidin (kızacaksın peki; ve anayiğidin) girmeye cesaret edemeyeceği derin sulardaki o aşk...
Aşkınızı görür, bilir, konuşurdum lakin böylesini tasavvur bile edemezdim!
Son yolculuğuna uğurlarken seni; yüreğimizde patlayan Adnan abinin o şimşek çakan sözleri aslında her şeyi anlatıyordu:
“Sevgilim, sen benim her şeyimdin.
Karım, sevgilim, annem, elim ayağımdın.
Şimdi elim ayağım koptu...”
Adnan Özyalçıner’in bu sözleri bana Marx’ın Jenny’e doyamadığı o sonsuz aşkı anımsattı. Jenny’e adadığı şiirlerinde Marx da benzer bir yangında kavruluyordu:
“...Binlerce cilt doldurabilirim.
“Jenny” yazarak yalnız her satırına.
...
Zefir’den yankılanıp gelir yine o bana,
Kuduran dalgaların uğultusundan gelir.
Evet nakarat gibi yazabilirim onu,
Görebilsinler diye gelecek yüzyıllara-
AŞK JENNY’DİR, JENNY DE AŞKIN ADI.”

Ve şimdi...
Şimdilik bitiriyorum...
Sana bir daha yazma cesaretini kendimde bulabilir miyim, bilmiyorum.
“İnsanın bilinci yalnızca gerçekliği yansıtmaz, ama aynı zamanda onu yaratır da” diyor Viladimir İlyiç Lenin.
Gerçeği selamlıyorum,
Gerçeği yaratanı selamlıyorum,
Şimdi,
Ölçüsüz uzaklarda,
Bana güven veren yoldaşlığını selamlıyorum.
Işıltılı gözlerinden,
Bilge ellerinden öpüyorum...
Yoldaşın, evladın

ÖNCEKİ HABER

‘Ağrımasa bilir miydim yüreğimin yerini’

SONRAKİ HABER

İyi değilim, iyi olmayacağım, iyi olmayın

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...