18 Haziran 2015 00:55

Eller

Bakırın benim gibi, görebilen gözleri, duyabilen kulakları, düşünen bir beyni, hisseden bir yüreği, yürüyebilen ayakları, dokunan elleri yoktu. Ama bakır, şirketin ve ülkenin duyduğu, şirketin ve ülkenin gördüğü, şirketin ve ülkenin düşündüğü, şirketin ve ülkenin hissettiği, şirketin ve ülkenin üzerinde konuştuğuydu...

Paylaş

Trevor Scott BARTON
dissidentvoice.org

Gazeteci, eski bir madenci ile röportaj yaptı. Tüm yaşamı, madenlerin karanlık derinliklerinde bir alet olarak kullanılan bir adam ile...Derisinin rengi, nefesinin sesi, gözlerindeki hüzün, bu insani özellikler bizzat madenin kendisine aitti aslında; ve madenin insanlık dışılığı insanın insanlığına üstün gelmişti sanki...
Gazeteci ve madenci, sıradan ahşap bir masanın etrafında gösterişsiz ahşap sandalyelere oturdular. Akşam güneşinin solgun ışığı mutfak penceresinin camından hırpalanmış ellerini ortaya çıkarıyordu madencinin.
Tokalaştılar.
Aslına bakarsanız bu eller gazeteciye her şeyi anlatıyordu. “Tüm sorular ellerimi işaret ediyor, ellerimi”. Konuşuyorlardı... “Yanıtlar nasırlı, hırpalanmış ellerimde saklı.”
 “Kimsiniz” diye sordu gazeteci. Sesi, sakin ve ısrarcıydı... Adalarında her öğle sonradan yağan yağmurlar gibi... Her gün denizden esen meltem gibi serin ve şefkatli.
 “Ben bir madenciyim” diye yanıtladı. Sesi, bir eşeğin arkasında sendeleyip duran bir saban gibi yaşlı ve kırık dökük,  eşeğin kendisi gibi sıcak ve yumuşaktı... “Ben bir madenciyim; ama bir insanım. Ben bir madenciyim, bir alet değil. Ben bir madenciyim; ama insanım.”
“Ne demek istiyorsunuz?” diye sordu gazeteci kadın.

DÜNYANIN EN BÜYÜK AÇIK MADENİNDE..

“Bir süre” dedi, “Şili’de Chuquicamata bakır madeninde çalıştım. Bu, dünyanın en büyük açık madeniydi.  Bu maden Şili’yi zengin etti. Bir Amerikan şirketince işletiliyordu. Şirket, bu madenden çok para kazandı. Şili, bu şirketten gelen paraya bakıyordu. Bakır değer kazandığında para da çok oluyordu. Değer kaybettiğinde daha az para demekti. Bakır... Bakır madenciden... Madenciden daha önemliydi. Bakırın benim gibi, görebilen gözleri, duyabilen kulakları, düşünen bir beyni, hisseden bir yüreği, yürüyebilen ayakları, dokunan elleri yoktu. Ama bakır, şirketin ve ülkenin duyduğu, şirketin ve ülkenin gördüğü, şirketin ve ülkenin düşündüğü, şirketin ve ülkenin hissettiği, şirketin ve ülkenin üzerinde konuştuğuydu... Bu nedenle benim ellerimi, beni, madenciyi, bakır çıkaran bir alet olarak kullandılar.
Şafak vakti Chuquicamata madeninin derinlerine inerken “Ben bir insanım” dedim. Hava karardığında, Chuquicmata fırlatırken ağzından beni dışarı, “Ben bir insanım” dedim. Ama ben de insan olan ve alet olmayan diğer madenciler gibi sendikaya girdiğim, biz hep birlikte “biz insanız!” dediğimiz için şirket ve ülke bizi kodese tıktı. “Siz insan değilsiniz” dediler. “Siz aletsiniz”
 “Ben delikten kurtuldum; ancak arkadaşlarım kurtulamadı. Küba’ya döndüm; ama arkadaşlarımın çoğu yok oldu, yok oldular. Çekip gittiler; oysa onlar insandılar, insanoğluydular. “Ben bir insanım.”  “Şimdi” dedi gazeteci kadına, yumuşak bir ses tonuyla, “Lütfen elime tut.”
Gazeteci, madencinin elini tuttu.  Derisi, çalıştığı madenin duvarlar gibi çatlak çatlak ve yarık içindeydi. Yıllardır kazma vurula vurula tahrip olmuş, yerin yedi kat dibine, toprak gibi, yaşam vermek için yaratılmış eller gibi can vermeyen, can almaya alışkın derinlerine kadar inen maden duvarları gibi...
Gazeteci, madencinin eli elindeyken bir yandan da “Yaşamı yaratan, maden duvarları gibi çatlak çatlak olup yarıklar içinde kalıncaya dek alet olarak kullanılıp tüketilmiş bu ellerin yaşamı elinden alınmış,” diye geçirdi içinden.
Elinin kemikleri eğrilmiş ve kırık içindeydi. Tıpkı uzun yıllardır kullanılan, yerin giderek daha derinlerini kazan çalıştığı madendeki kazmalar gibi... Öte yandan bu anda madenci, pencerenin yanındaki mutfak masasında soluk akşam ışığında hafifçe gazetecinin elini sıkıyordu, yumuşak bir şekilde. Gözlerine bakmadan. Ellerine bakıyordu çünkü o anda madenci. Elleri kenetlendi.
Ve gazeteci, “Yaşamı bu eller yarattı. Kemikleri eğilip bükülünceye ve kırılıncaya dek tüketilerek hurdaya dönüştürülen, tıpkı madendeki kazmalar gibi alet olarak kullanılan bu eller...
Ama biliyorum ki şu anda bir alet değil o, bir insan.  Ve ben onun elini tutuyorum o da benimkini. Biz insanız. Yaşam almıyor, yaşam veriyoruz. Çünkü biz el ele tutuşuyoruz, el ele...” diye düşündü.

*Çeviren: Hilal Ünlü

ÖNCEKİ HABER

Zaxarçenko: Barış için hiçbir fırsatı yanıtsız bırakmayız

SONRAKİ HABER

Merhaba alın teri ve gözyaşı ortak olanlar

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...