10 Şubat 2007 01:00
Türkiye barışını arıyor - 3
GÜNÜN YAZILARI
Ayhan Bilgen*
Konferans; barış çalışmalarına ivme, cesaret ve heyecan katmıştır. Elbette bir konferansla Türkiyenin onyıllardır kangrenleşmiş bir sorununun çözülmesini beklemek, aşırı ve abartılı bir değer yüklemektir. Bir toplantı ile sihirli değnek gibi geçmişin tüm acılarını silmek, yeni, bambaşka bir ortam oluşturmak mümkün değildir.
Ancak kabul etmek gerekir ki katılım düzeyi, geliştirilen ortak akıl ve elden geldiğince dikkatle, özenle geliştirilen dili ile barışın kaçınılmaz ve mümkün olduğu tüm kamuoyunun gündemine taşınabilmiştir. Elbette eksikleri olmakla birlikte, barış adına söyleyecek sözü olan hiçbir çevre, grup kaprisleri ile bilerek dışarıda tutulmamıştır. Barış mücadelesinin öncülüğünü yapma ve temsilcisi olma iddialarını aşan bir olgunlukla, özveriyle hareket edilmiştir.
Bugüne kadar barış adına atılan her adımı, her girişimi kucaklayan, rekabet sendromuna kapılmayan bir kuşatıcılık sergilenmiştir. Bu konferans, bugüne kadar konunun masaya yatırılmasından korkan, çekingen davranan çevrelere cesaret verecektir.
Kürt sorununun tartışılmasından bile imtina edenlerin meşruiyet krizini büyük oranda giderecektir. Bu konferans, barış konusundaki beklentilerin kapsamını açık biçimde ortaya koyarak herkesin bu konuda sorumluluğu olduğunu gözler önüne sermiştir.
Konferansta temsil edilenlerin gözle görülür sol ağırlığı, İslami çevrelerin özellikle dışlandığı anlamına gelmemelidir. Türkiyenin Kürt sorununa yaklaşımındaki korkularını aşamayan bu çevrelerin, böyle bir platforma ev sahipliği yapmalarını bekleyemeyiz. Bugüne kadar kim daha açık tavır koymuş ve bedel ödemişse; elbette bugün de söz söyleme önceliğine sahip olacaktır. Barış konusunda da hiç kimseye hak etmediği statüler verilmeye çalışılmamalıdır. On yılların can yakıcı gelişmeleri karşısında yanlış yerde saf tutan ya da inandıklarını karnından konuşan kesimlerin, toplumsal temsil gücü yüksek de olsa barış adına söz söyleme kapasiteleri bu güce paralel değildir.
Mazlum-Derin kurulduğu yıllarda gerçekleştirdiği Kürt Sorunu Forumundan bu yana elbette birçok dergi ve dernek, konu ile ilgili kaygı ve beklentilerini Türkiye kamuoyu ile paylaşmışlardır. Ancak takdire şayan istisnai çıkış ve duruşlar olmakla birlikte bu söylemler, daha çok İslami çevrelerin iç ve kapalı platformlarında dillendirilmiştir. Bu sorunla ilgili 1970lerden beri açık mesajlar veren tartışmalar yürüten sol aydınlarla ya da hareketlerle bir diyalog zemini oluşturulamamıştır. Özellikle solun İslami çevrelere yönelik küçümseyici ya da dışlayıcı tutumları da elbette bu diyalogsuzluğun nedenlerinden sayılmalıdır.
Az gittik uz gittik...
Ancak Kürtlerin kendi sorunlarına ilgi gösteren her kapıyı çaldığı, hatta her çıkışa umut bağladığı ve neredeyse bunun da istismarlara fırsat verdiği bir ülkede, İslami çevrelerin aynaya bakmaları gerekmektedir.
O meşhur masal girişinde olduğu gibi Az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik, sonra bir de baktık ki bir arpa boyu yol gittik dedirtecek bir konumda bulunmak, gerçek dünyada da ciddi bir muhasebeyi ve özeleştiriyi gerektirir.
Dini duyarlılığı yüksek çevrelerin siyasal temsiline talip olan partilerin bölgeden seçilen milletvekillerinin soruna yaklaşımı, ya adam yokluğuna yorulmalı ya da daha vahimi, politika yokluğuna. Elbette bu tanımlamayı hak etmeyen ve üzerine düşeni elinden geldiğince yapmaya çalışan kişiler olduğunu biliyoruz. Bu konferansa katılan Ankara Milletvekili Ersönmez Yarbayı saymazsak bölgeden iktidar partisi listelerinden seçilmiş tek kişi Adıyaman Milletvekili Faruk Ünsaldır. Yıllardır resmi ideolojiyi temsil eden ve devlet politikalarının savunuculuğunu yapan CHPden de bir milletvekilinin; Esat Cananın konferansı izlediğini düşünürsek, iktidarın bu sorun karşısında ana muhalefetten çok ileride olmadığını görürüz. Bu durum, İslami çevrelerin siyasal iddiaları açısından acınacak bir tabloyu ortaya koymaktadır.
Resmi ideolojinin ürettiği düşman söylemlerinden, kendini önce solun mu yoksa İslami çevrelerin mi kurtaracağını zaman gösterecektir. Ama bunu kim daha doğru biçimde ve erken başarırsa Kürt sorununun çözümüne öncülük etme kapasitesini sergileme imkanını da elde edecektir.
Devlete çözüm önermek
Kürt sorununun barışçı yollarla çözümü ise Türkiye barışının olmazsa olmaz şartıdır. Çalışma hayatında barışın sağlanmasından inanç özgürlüğüne kadar birçok alan, buraya kilitlenmiştir.
Konferansın bundan sonra atacağı en önemli adım, devlete çözüm önermekle birlikte daha çok toplumun bütün kesimlerine yönelik sağlıklı mesajlar üretmektir. Barış, iktidarların lütfu ile değil toplumsal talebin, muhalefetin iyi örgütlenmesi ile elde edilecektir. Barıştan başka şansımız olmadığına, önce barışseverlerin kendilerinin inanması gerekir. Kültürel ve siyasal çalışmaların barış eksenli söylemlerle yeniden dizayn edilmesi gerekmektedir. Barış taleplerinin, bütün toplumu ilgilendiren yeni bir anayasa ve seçim-siyasi partiler yasası zeminine taşınması, kaçınılmaz bir zorunluluktur. Kürt sorununun aslında bir Türk sorunu, Türkiye sorunu olduğu gerçeğini kamuoyunun dikkatine taşıyacak yerel inisiyatifler geliştirilmelidir. 2007 yılının gerilimleri içinde yeni bir umut olacak alternatif siyasal çözümlerin üretilmesi, hepimizin ortak sorumluluğudur. Barışın insani ve vicdani karşılığını koltuk hırsına kurban etmeye, tabela, rozet, lider tartışmalarına feda etmeye hiçbirimizin hakkı olmadığını düşünüyorum. Barışın hayat, hayatınsa barış demek olduğunu, bütün insanlığın önüne koyabilmeliyiz!..
(*)Mazlum-Der Genel Başkanı
Psikolojik eşik atlandı
Eski milletvekillerinden Kamil Ateşoğulları, konferansla birlikte Kürt sorununda bugüne kadarki görüş ve yaklaşımlarda bir kırılma olduğunu ve psikolojik eşiğin atlandığını söyledi. Ateşoğulları, bir toplumsal mutabakat sözleşmesi olan eşitlikçi, özgürlükçü ve çoğulculuğu esas alan demokratik bir anayasaya da ihtiyaç olduğuna dikkat çekti.
Konferansta ortaya çıkan tabloyu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Konferansa değişik kesim ve anlayışlardan kişilerin katılarak ortak arayışa girmeleri, bir ortak payda aramaları, önemli bir gelişmedir. Çünkü barış, yalnızca silahların bırakılması değil eski anlayış ve yaklaşımların bırakılmasıyla olanaklıdır.
Bunun için de yeni bir kültüre gereksinim vardır. Çatışma ve kavga kültürü yerine hoşgörü ve diyalog kültürünün geliştirilmesi gerekiyor.
Uzlaşma ve diyalog için de ortak bir barış dilini bulmak, kullanmak gerekiyordu. Toplumsal uyuşmazlığın taraflarının birbirlerini anlayabilmeleri empatiden geçer düşüncesiyle şiddetin toplumdan dışlanması, çözümü ülkenin iç dinamiklerinde arayan, ortak acıyı paylaşan, sosyal barışı sosyal adaletten ayrı düşünmeyen temel ilke ve yaklaşımlarla düzenlenen konferansın sonunda;
TBMMnin barış konusunda adım atması için neler yapılabilir?
Barışın bir uzlaşma kültürü, farklılıklara karşı barış içinde, bir arada yaşama istenci olarak yasalarla sağlanabileceğini sanmıyorum. Önemli olan, toplumda var olan eski değerlerin yıkılması, mantalitenin değişmesi gerekir ki bu da kısa zamanda ve kolayca gerçekleşecek bir olay değildir; zaman ve sabır ister, çaba ister.
Ancak sorunun çözümünü kolaylaştırmada bir siyasal istence, kararlı bir siyasi istence gereksinim vardır. Böylesi bir kararlılığın, barış ortamının yaratılmasında ve koşulların sağlıklı olarak değerlendirilmesinde çok önemli bir işlevi olacaktır.
Parlamento ve hükümetin yanında siyasal partilere, emek örgütlerine, diğer tüm kurum ve kuruluşlarla medyaya, bireylere, vatandaşlara da önemli görevler düşmektedir.
Geçmişin yaralarını sarmaya yönelik olarak başta bir toplumsal mutabakat sözleşmesi olan eşitlikçi, özgürlükçü ve çoğulculuğu esas alan demokratik bir anayasa, siyasi partiler ve seçim yasaları olmak üzere tüm diğer yasaların çıkarılması, TBMMne, diğer gerekli düzenlemeler ve önlemlerin alınması da hükümete düşen görevler olmaktadır.
Girişimciler, tarafların barışı geliştirmeleri için arabulucu ya da diyalog grubu olabilir mi?
Bilindiği gibi konferans sonunda nihai bir program, bir yol haritası, bir proje sunulmadı. Konferans girişimcileri, kendilerinin toplumsal uzlaşmanın, barışın tarafı olmadıklarını da biliyorlardı.
Taraflar bellidir. Konferansın amacı, bir ateşkes sürecinin kalıcı bir barış ortamına dönüşmesi istem ve beklentisinin kamuoyuna yansıması, sahiplenilmesini sağlamak için bir toplumsal duyarlılık yaratılması ve barışın birlikte aranmasıydı.
Konferans; barışı hukuksal, siyasal, ekonomik ve kültürel boyutlarıyla ele alarak bir program geliştirmeye açık ana hatlarını belirlemiştir.
Arabuluculuk görevi ya da diyalog grubu olup olmama, toplumsal uzlaşmanın taraflarının ortak istemine bağlı bir durumdur.
YARIN: Prof. Dr. Büşra Ersanlı: Genel af diyalogu kolaylaştırır
Yıldırım Kaya: Barış daha da aciliyet kazandı
Hazırlayan: Sultan Özer Şahin Bayar
Evrensel'i Takip Et