20 Mart 2007 00:00
GÖZLEMEVİ
Ben o küçük Amerikalılaşmaya iman etmiş kocayı tanıyorum. Adı ister Celâl olsun, isterse Kemâl Önemli değil.
Ben o küçük Amerikalılaşmaya iman etmiş kocayı tanıyorum. Adı ister Celâl olsun, isterse Kemâl Önemli değil. Yükseköğrenim görmüş, ama toplumda kendine iş ve yer bulamadığından için için kendini kemiren ozan-çevirmen Suatı ya da Fuatı da yakinen tanırım Adı fark etmez, tanıyorum ya, siz ona bakın! Ya ablasını? Ablasını da tanırım. Daha eşitlikçi bir dünya umuduyla yanıp kavrulan; sanat, yazın, müzik tutkunu Sanayı ya da Şenayı tanımaz olur muyum hiç? Tanırım. 1914 doğumlu bir Rus Yahudisi olan Erol Güney ile de tanışıklığım var (Erol Güneyin Ke(n)ndisi / Göçmen-Çevirmen-Sevgili / Haluk Oral M. Şeref Özsoy Yapı Kredi Yayınları, 2005). 1940lı yıllarda Tercüme Dergisinde bir araya gelerek başlatılan kültür hareketinin yaşayan son temsilcisi Erol Güneyi nasıl tanımam? Onu da tanırım. Ben, 1950li yılların çocuğu, 1960lı yılların delikanlısıyım. Yani, bir anlamda Nesrin Kazankayanın Şerefe Hatıralar 1955 başlıklı oyununda anlattıkları arasındayım, olayların yakın tanığıyım.
Bataklığa düşmemizden önceki son fotoğraf
Nesrin Kazankaya, son yazdığı ve halen Tiyatro Perada sahnelenmekte olan yukarıda andığım oyununda, 1955-56 yılları arasında İstanbulda Nişantaşılı soylu ve zengin bir ailenin yaşamı ekseninde gelişen olayları anlatıyor. İki bölümlük oyunun ilk bölümünde, yeni kurulan çok partili demokratik rejimle liberal ekonomik atılımlar yapan Türkiyedeki siyasal süreçte, bir ailenin varoluşunu konu edinmiş. Oyunun ikinci bölümündeyse aileyle ilişkili ikinci kuşak figürlerin toplumsal ve siyasal çalkantılar doğrultusunda yaşadıkları 70li yıllar yer almakta. Bu iç içe geçen iki öyküde, aile bireylerinin farklı dönemlerde de olsa siyasal sistemin yol açtığı sorunlarla yaşadıkları parçalanmalar, yitirilen yaşamlar var. Dediğim gibi, benim de pek iyi bildiğim yıllar bu yıllar. Toplumumuzun şu anda içinde bulunduğu bataklığa düşürüldüğü yıllar o yıllar.
Umut fakirin ekmeği
Nesrin Kazankaya sanki bir dönemsel fotoğraf çekmiş. Bu fotoğraf içinde politik hataların insanların yaşamını nasıl altüst ettiğini mükemmel bir kurguyla işaretlemiş. İnsanların kaderi, ülkelerinin kaderinden ayrılamıyor, ne doğru bir teşhis! Gelin görün işte, 1950lerde yapılan hatalar, ister istemez gelecek yılları da olmazcasına etkiledi. Bakmayın siz oyunun sonundaki: Güzel 80li yıllara repliğine. Esasında insanın içini yakan bir son bu! 80lerde de bulamadık beklediğimiz güzelliği. 90lı yıllara başlarkenki umutlarımız da heder oldu. 21. yüzyılın ilk altı yılını da yedik, umutlarımız hâlâ ekmeğimiz.
Suatın psikolojik durumu, siyasal tutumu
Şerefe Hatıralar İstanbul 1955 oyunu ile Nesrin Kazankayayı öncelikle Cumhuriyet tarihiyle yüzleşme cesaretini gösterdiği için, aydın sorumluluğunu yerine getirdiği için kutlamak isterim. Bugüne değin hep insana değgin oyunlar yapan, bu oyunlarda Türkiyenin geçmişine sürekli göndermelerde bulunan, seyircisini geçmişiyle yüzleştiren Tiyatro Perayı da övmeden duramayacağım. Türkiyenin gerçek dönüm noktası olarak 1955i saptamalarından ötürü, Nesrin Kazankayayı ve Şafak Eruyarı da huzurlarınızda alkışlıyorum. Osmanlı anlayışının devam ettiği yıllarda Cumhuriyet coşkusunu yaşamak gibi bir ikilemin politik aymazlığı getireceği noktasının altının bu ikili tarafından kısa, öz, ama böylesine kalın çizilmesini takdirle karşıladığımı da itiraf edeceğim. Diğer taraftan, dönemin mutsuz aydını Suatın psikolojisi ve siyasal tutumu daha net çizilebilir miydi diye lütfen ısrar etmeyin sormayacağım. Suat muhalif mi, devrimci mi, nihilist mi varsın seyirci çözsün diyeceğim.
Nesrin Kazankayanın rejisi
Oyunu, aynı zamanda yazarı da olan Nesrin Kazankaya yönetmiş. Yönetirken dramatik bir yapı yeğlememiş, ama titiz bir estetik arayış içine girmiş. Oyunun kimi yerlerini cam arkasına taşımış, kimi yerlerde de oyuncuları dondurmuş. Şampanyalı yılbaşı partisiyle, tango ezgileri eşliğinde Suat/Sanay/Celalin dans tablolarıyla görsel zenginlik sağlamış. Sam Amca güdümlü kalkınma politikası, 6-7 Eylül olayları, Erol Güneyin bir yazısı nedeniyle sınır dışı edilmesi, Stalin bataklığında gömülen şair, ormanda sırtından vurulan yazar, denizin ortasında bir kürek darbesi ya da bir kurşun sesi ile yok olmak da konunun içinde yer almış. Yani Kazankaya, eseri yazarken düşünüp tasarladıklarını soyutluktan ve imgesellikten kurtarmış, sahnede somut ve gerçek bir yaşayışa kavuşturmuş.
Aymazın ve Dağtekinin başarısı
Suat ile Sanayın, Heinrich Heinein şiirinden Friedrich Silcherin bestesi Lorelei (ya da Lorelai) aryasını dinledikleri tablodaki gölge düşümleri ve oyuncuların yüzlerinin karanlıkta kalışları dışında, Yüksel Aymaz son derece iyi bir ışık tasarımı yapmış. Oyundaki her tabloyu, her tablo içindeki oyuncuların mizansenlerini, duruşlarını çok iyi saptamış ve oyunun bütününü düşünerek elindeki ışık malzemesiyle en ideal tasarım tekniğini uygulamış. Hele o karakterlerin dondukları tablolar Pek güzel. A. Şirin Dağtekinin minimalist, ama dönem izleri belirgin dekoru ve zevkli dönemsel kostümleri iyi üstü.
Oyuncular
Oyundaki tango figürlerini çalıştıran Ceren Ağata sözüm yok da, şarkıların çalıştırıcısı Filiz Salepçiye çalıştırmayı sürdürmesini önereceğim. Özellikle Aytunç Şabanlının sesi çok kayıyor. Başak Meşenin Nedreti, Berinden daha başarılı bence. Çaresi nedir diye sual edecek olursanız, Başak Mete, Berinin sarhoşluğunu, tutkusunu yeniden yaratan basit birkaç jest ve tavır bulmalı derim. Berini daha bir bedenselleştirmeli ve fiziksel olarak görünür kılmalı. Muhammet Uzuner Celâlde iyi. Aytunç Şabanlı görevini yapıyor. Kazankaya, elbette ki oyunun temel direği. Gerçi tonlamalarında kimi yanlışlıklar yakalanıyor, yakalanıyor yakalanmasına da, rolden çıkmamaya gösterdiği özen, Sanay karakteri ile özdeşleşirkenki özel yoğunlaşması kolayca düzeltebileceği bu tonlama yanlışlarını görmezden gelmemi sağlıyor. Seçtiği kodlamaya ve kabul ettiği oyun konvansiyonlarına fevkalade hâkim Nesrin Kazankaya. Sanayın coşkularını yönetmeyi ve onları okutmayı da pek güzel biliyor. Sahnede, üretici-sanatçı olduğunun seyircisi tarafından unutulmasına asla izin vermiyor, izleyicinin oyundan aldığı hazzın büyük lokması oluyor. Mehmet Aslanın, Suatın duygusal yapısını yazarın istediği biçim içinde seyirciye kusursuz aktardığı elbette görmezden gelinmemeli, ama Suatı anlamak için önce dağarcığını dayanak almamış olduğu bence kıyasıya eleştirilmeli. Bir de, arızi yerine arizi dememeye özen göstermeli.
Şerefe Hatıralar İstanbul 1955, sezonun görülmesi gereken oyunlarının başını çekiyor. Mutlaka, ama mutlaka izlenmeli. (Tiyatro Pera / Taksim Telefon 0212 245 44 60)
Üstün Akmen