18 Mart 2007 01:00
bi eğe, bi kaşık, yeter de artar bile...
Suç nedir, cezası ne olmalı, suç olmasa erdem olur mu, bütün bunlar
konumuzun dışında. Mesele; suçlayıp cezalandırdığın, ömür boyu buradan bir yere kıpırdamayacaksın dediğin adam orada durur mu? Eh durmaz tabii. Ama birkaç alet edevat lazım. Pasta ya da ekmek içine saklanacak demir eğesi, kürek niyetine kaşık, molozları saklamak, yaymak, yok etmek, gerekli boş alan, birkaç ampul, biraz kablo yeter de artar bile. Sonra gelsin tünelin ucundaki ışık.
Tünelin ucundaki ışık meselesi, ilginç bir rivayete göre dünya denen hapishaneden giderken de görülüyormuş. Gerçi sonrasına ilişkin bir tanık yok. Herhangi başka bir veri de... Bizim konumuz tamamen dünyada geçiyor. Görünmeyen duvarlarla, ruhumuzun tutsaklığıyla işimiz yok. Kaçtığımız hapishaneler de kazdığımız tüneller de tamamen kul yapısı. Tutsaklıktan kurtulmanın yolları ve yöntemlerini şöyle bir gözden geçireceğiz. Mevzu, tıkıldığımız yerden nasıl sıvışacağımız, dışarıdaki hapishaneye nasıl sızacağımız.
Kimi gerçek kimi kurgu, kimi trajik kimi komik, kimi hedefine varıyor kazılan tünelin kimi müdürün odasına çıkıyor. Hiçbir bilimsel veriye dayanmadan, benim aklımdan süzülenlerden idare edeceksiniz yalnız. Sinemada Tutsaklıktan Kaçış Teması başlıklı bir tez değil bu çünkü. Birçoğu çocukluğumda seyrettiğim, unutamadığım; bir kısmı da yarım yamalak hatırladıklarımdan. Bazı kaynaklara başvurdum ama sadece Sarışın karizmatik adam, kısa boylu şey filminde, şey şey Mezun filminde oynayan vardı ya hani ya da eskiden kovboydu, şimdi yönetmen oldu dememek için kopya çektim o kadar. İsimleri, yılları sadece. Buyrun oynatalım.
Önce Nazilerin elinden kurtulanlar...
1963 yapımı Büyük Kaçış, tarihteki en cesur firarı gerçekleştiren bir grup müttefik savaş esirinin hikayesi. Filme esin kaynağı olan The Gret Escape kitabının yazarı Paul Brickhill, 1943 yılının Mart ayında, Tunus üzerinde uçarken düşürülmüş. Sağ kurtulan yazar, Stalag Luft III esir kampına götürülmüş.
1943 yılında Almanlar, yüksek güvenlikte savaş esirlerinin tutulduğu bir hapishane olan Stalag Luft IIIü, en becerikli kaçış ustasını bile içeride tutacak şekilde tasarlamış. Fakat Naziler farkına varmadan, bilmeden, istemeden ordunun en iyi takımını bir araya getirirler. Bu takım, özgürlüğe giden yolu hep birlikte açar. Elindeki eşek kadar bavulla herkesten iyi kaçan James Coburn, sahte evrak üstadı Donald Pleasence ve ne gerekiyorsa anında tedarik eden James Garner, filmin oyuncuları arasında. Steve Mcqueenin motosikletle dikenli telleri aşmaya çalıştığı sahne, sinema tarihinin de seyredenin de aklına kazınan sahnelerden. Taktik ve teknik konusunda da gayet öğretici bir film.
Zafere Kaçış da Nazilerin elinden kurtuluşu anlatıyor. Bu kez kaçmaya çalışanlar profesyonel asker değil. Tünel münel de kazmıyorlar. Bileklerinin, yani ayaklarının gücüyle kazanıyorlar özgürlüğü. Filmde Pele, Bobby Moore ve Ossie Ardiles gibi futbol efsanelerinin yanı sıra Sylvester Stallone ve Michael Cainein gençliklerini de görmek mümkün. Gelelim konuya; yukarıda saydığımız kadro, bir esir kampındadır. Bir Alman subayın aklına, bu esirleri kullanarak propaganda yapmak gelir. Esirlerle Almanlar arasında bir maç düzenlenecektir. Esirler kazanırsa özgürlüklerini kazanacaklardır ki bu, hemen hemen imkansızdır. Ama Peleyi tanımayan, hiçbir maçına gitmemiş; Sylvester Stallonenin marifetlerini bilmeyen zavallı Nazi (ideolojisiyle beraber tabii), ezim ezim ezilecektir filmin sonunda.
Umut yoksa özgürlük de yok...
Frank Darabontun yönettiği Esaretin Bedelinde (The Shawshank) ise genç ve başarılı bir banker olan Andy Dufresne, karısını ve sevgilisini öldürmek suçu ile ömür boyu hapse mahkum edilir ve Shawshank Hapishanesine götürülür. Bu hapishanede 20 yıl kalır. Hapishanede tanıştığı Ellis Reddingle (Morgan Freeman) sıkı bir dostluk kurar. Dufresne, hapishanede kısa zamanda farklı davranış tarzı ile dikkat çeker. Kaçmayı düşünen tek adamdır o. Filmdeki karakterlerden yaşlı Brucks, hapishanede o kadar uzun yıllar kalmıştır ki Shawshanki ve kütüphaneyi evi gibi görmektedir. Nitekim Brucks dışarıya çıktığında evinden ayrılıyor olmanın üzüntüsünü taşımaktadır. Bu da tecridin yarattığı bir deformasyon olsa gerek. Sinema tarihinin en takdire şayan filmlerinden biri olan Kelebek ise Henry Charrierein romanından. Filmde haksız yere hapis yatan Papillon lakaplı mahkumun, özgürlüğünü elde etme adına giriştiği akıl almaz mücadele anlatılır. Beş adımlık hücrede yıllarca kaldıktan sonra, özgürlüğe kavuştuktan sonra bile 6. adımı kavrayamaması, filmin en dikkat çekici sahnelerindendir. Okyanusla çevrili bu adada günlerce dalgaların gel-gitini hesap eden Papillon, Hindistan cevizi torbalarıyla kendini okyanusun sularına bırakacak ve çok hak ettiği o özgürlüğe en sonunda kavuşacaktır. 1973 yapımı filmde, Dustin Hoffman ve Steve Mcqueenin performansları da kayda değerdir tabii. Filmdeki hapishaneler daha sonra kapatılsa da hâlâ benzer koşullara sahip, tecritle insan beynini deforme etmeye çalışan anlayışın bittiğini, kapandığını söylemek mümkün değil.
Bizde de var...
Bizdeki ilk aklıma gelen örnek, hemen hemen tümünün Cüneyt Arkın tarafından oynandığı, rol kişilerinin adının da Murat olduğu filmler. Mafya tarafından kullanılıp kirletilen Murat ya da suçsuz yere içeri tıkılan Murat, dışarıda bir yakınına mafyanın musallat olduğunu duyunca hapisten kaçarak onların karşısına dikilir. Ve bütün yaptıklarına pişman eder teması etrafında yürüyen bir dizi film. Kaçma yöntemleri muhtelif tünel, kılık değiştirme ve aklınıza gelen diğerleri. Diğer filmse Osman Şahinin hikayesinden uyarlama. Şerif Görenin çektiği Firar isimli bir film. İki çocuklu Ayşe (Hülya Koçyiğit) metres olarak beraber oturduğu kocasını, nikah kıymayıp kendisini oyaladığı için öldürür. Tutukevinde, kaçmak için topal gardiyanla (Talat Bulut) ilişki kurar. Ayşenin tüm amacı, hapse girdiği süre içinde çocuklarını bulmaktır. Ayşe, hapisten kaçtıktan sonra yakınlarının aracılığıyla bir şantiyede iş bulur. Şantiye şefi ile erkeksizlik nedeniyle yatar. Sonunda iki yavrusuna kavuşursa da polisler tarafından yakalanıp tekrar cezaevine gönderilir. Kadın kahraman kullanması açısından hemen hemen tek örnek. Ayrıca kadına bakış açısının, hapishanede de özgür hayatta da pek değişmediğinin hoş bir kanıtı.
Daha var demeyin bir de Woody Allen yeter valla...
Aklımdan hiç silinmeyen, hâlâ güldüğüm, birkaç sahnesiyle ta çocukluğumdan kalan filmlerden biri de Parayı Al ve Kaç. Yıllar sonra bu filmde oynayan adamın Woody Allen olduğunu öğrendiğimde oldukça şaşırmıştım. Film Allenın ilk filmi. 1969 yapımı. Virgil Starkwell, başarısız müzik kariyeri ve bir türlü engel olamadığı banka soyma takıntısıyla ilginç bir kişiliktir. Virgilin etrafındakilerle yapılan röportajlardan oluşan belgesel havasındaki filmde, Virgilin başarısız birkaç firar girişimine de tanık oluruz.
Mahkumlara, özgürlükleri karşılığı birtakım ilaç deneyleri yapılmaktadır. Bizimki de bunu kabul eder. Fakat Virgile yapılan aşı, onu bir hahama dönüştürür. Soygunculuk gibi firarilik konusunda da pek başarılı olmayan Virgil, bir denemesinde de sabundan bir tabanca yapar; ayakkabı boyasıyla güzelce boyadıktan sonra dışarı çıkar, dışarıda şakır şakır yağmur yağmaktadır. Elindeki tabanca öyle köpürür öyle köpürür ki... Ve bu girişimler sürer gider...
Dahası var elbet; ne yer geniş ne yen duvarlar oldukça, sistem insanları bir kalıba sokmaya çalıştıkça, olacak da yeni yeni hikayeler. Ya altından tünel kazılacak sistemin, ya üstünden atlanacak illa ki.
Bir de burada söz etmediğimiz kılık değiştirme yöntemi var ki ben böyle bir film hatırlamıyorum. Askerler tarafından nöbetçi kıyafetiyle kaçma girişimlerine ait birtakım belgeseller varsa da bunlar, derin mevzular. Hiiiç açmayalım. Elimizdeki filmlerle idare edelim.
Ayşebengi
Evrensel'i Takip Et