03 Nisan 2007 00:00
YAŞAMA KÜLTÜRÜ
Nazım Hikmet içerik-biçim tartışmasında da şöyle düşünüyordu :Evvela bir metodoloji meselesi olarak şunu kabul etmeli: şekilden öze, muhtevaya değil; muhtevadan, özden şekle.
Nazım Hikmet içerik-biçim tartışmasında da şöyle düşünüyordu :
Evvela bir metodoloji meselesi olarak şunu kabul etmeli: şekilden öze, muhtevaya değil; muhtevadan, özden şekle.
İlk önce muhteva, sonra şekil. Şeklin nasıl olacağını tayin edecek muhtevadır. Tabi bu metedoloji bakımdan böyledir. Yoksa şekille muhteva bir birliktir. Lakin, bu birlikle karşılıklı etkileri olmakla beraber eninde sonunda tayin edecek unsur muhtevadır.
Kısacası Biçim işlevi izler. diyor Nazım; ama temel olanın işlev olduğuna inanıyor.
Nazımdan iki tümce daha aktarmak istiyorum.
Herkesin anlayabileceği sanatı en basit en sade vasıtalarla vücuda getirmek lazımdır.
Teknik sanatkara değil, sanatkar tekniğe hakim olmalıdır.
Nazımın sözünü ettiği, bizim üzerimizde etkisini gösterecek olan çevre nasıl bir çevre; en kısa yoldan özetleyeyim:
lYeryüzünde toprağın ilk sürüldüğü ülke bizim ülkemiz
lİlk yerleşmenin gerçekleştiği yer Anadolu
lİlk kentsel yaşamın yeşerdiği yer Çatalhöyük Anadolu' nun tam ortasında
lTroyada,kurgusu önceden planlanmış ilk kent Priene de bu ülke kültürünün yaratısı.
lTam 235 tiyatro saptanmış bu topraklarda
lÜç imparatorluk kurulmuş bu coğrafyada. Hitit, Doğu Roma, Osmanlı Hepsinin, yeryüzü kültüründe önemli yer tutan yapılarının arasında yaşıyoruz.
l19. yy da yaşama kültürümüzü yarattığı sivil yapılarımızın bize ulaştırdıkları iletileri çağdaş bir yorumla, iyi anlamamız gerekiyor. Daha dünkü toplumların teknolojiyi mimarlık sanan medyatik mimarları, boş verin geleneğe diyebilecek denli saygısız davranabiliyorlar. Çünkü 10 000 yıllık kültür tarihimizi bilmiyorlar. (Onlar bilmiyorlar da biz biliyor muyuz?)
Okullarımızda Süleymaniyeye Selimiyeye girmeden mimar diploması alınabiliyor.
Kendi kültürünün, geleneğinin ne olduğunu bilmeyen kişilerin bilisizliği uyarında yapılan yapılar, Bu geçmişin çocukları bunlar olabilir mi? sorusunu usa düşürüyor.
Bana göre mimar, özellikle bizim mimarımız, kültür birikiminin bilincinde olmalıdır.
Mimarlık elbette insanlar için, bu çağda onlara insancıl oylumlar sunmak için yapılmalıdır. Onların gereksinimleri, mutlulukları, sağlıkları için çalışmak demektir bu.
İşverenimizin ilk kimliği insan olmak... Geri kalan ne varsa (renk, ırk, dil, din) onun ancak 2nci, 3üncü, 4üncü kimlikleri olabilir. Mimar, ne kendisi için, ne bir diktatör için; ne paranın emrine göre, ne de öteki mimarlar beğensin diye çalışmalıdır.
Örneğin bir okul yapıyorsa, yapı her şeyden önce öğrenciyi korkutmamalı, ona yaşama sevinci, öğrenme coşkusu vermelidir. Yapı bunu elbette tek başına yapamaz. Ama bunu yapmak isteyen öğretmene, eğitmene engel olmamalıdır.
Mimarın işi biçim yaratmak olamaz. Bir başka deyişle mimar işine biçimle başlayamaz. İşlevle başlar dedim ya... Ama bu işlev kullanıcının yalnızca fiziksel gereksinmeleri ile ilgili değildir. Yalnızca bugünü için değildir. Bu yüzden ilk işimiz kullanıcıyı tanımak olmalıdır. Yalnız bugünü ile değil, olanakları, beklentileri geleceği ile de...
Mimarın işi, teknolojik cambazlık değildir, moda terziliği de değildir. Onun işi, ülkesinin olanakları uyarınca kullanıcıyı mutlu edecek oylumu yaratmaktır. Mimarlık her şeyden önce bu oylumdur.
Bu oylumun içi ile dışı uyum içinde olmalıdır.
Mimar yalan söylememelidir, dış yüzde de, ayrıntılarda da...
Yapay konularla, yapay gereçlerle gerçeklik duygusunu yitirtmemelidir.
Cengiz Bektaş