05 Nisan 2007 00:00

MERCEK

KONDA araştırmasının verilerini dayanak edinen gazeteci, yazar ve sosyologların çoğu, bu verileri Kürtlerin hak eşitliği taleplerinin “olmazlığı”nı göstermek için kullanmaya soyundular.

Paylaş

KONDA araştırmasının verilerini dayanak edinen gazeteci, yazar ve sosyologların çoğu, bu verileri Kürtlerin hak eşitliği taleplerinin “olmazlığı”nı göstermek için kullanmaya soyundular. T. Akyol’a göre, örneğin “gecikmiş uluslaşma”nın, “nüfus hareketleri”nin ve Türkiye’nin büyük kentlerine giden Kürtlerin orada Türk nüfus ile “kaynaşması”nın kanıtladığı şey buydu!
Kavim, aşiret, feodal kapalı ve ‘dar’ örgütlenmenin hakim olduğu toplumun kapitalizmin gelişmesiyle bir “ulus birliği”ne doğru evrilmesi, toplumların gelişme aşamalarında “tipik” olanı oluşturur. Bu gelişmenin Kürtler bakımından çeşitli iç ve dış etkenler nedeniyle geç “kalınarak” yaşanması, uluslaşma ve sonuçlarının inkarını haklı çıkarmıyor. Toprak, dil, kültür ve ‘ruhi şekillenme’ birliği de, ulusu oluşturan kitlelerin bir kesiminin iktisadi gelişmeler ya da siyasal zor sonucu başka alanlara göçüyle ortadan kalkmaz. Akyol ve çok sayıdaki diğer sermaye yazarları Kürt nüfusun bir kesiminin, yoğun olarak bulunulan topraklardan başka kentlere “göçü”nü ulusal karakter özelliklerinin kaybı olarak gösteriyorlar. Oysa kapitalizm koşullarında, özellikle de zor yöntemiyle sindirilmek istenen ve milyonlarla ifade edilen ulusal toplulukların kendilerine has özelliklerini yitirmeleri beklenemez. Bu yöndeki gelişme, ancak ulusal tam hak eşitliğinin sağlandığı bir toplumsal sistemin uluslararası ölçekte hakim hale gelmesiyle gerçek anlamda mümkün olacaktır. Pazar ve etki alanı kavgasının var olduğu bir sistemde ve ezen-ezilen ilişkisine sahip farklı ulusların bu türden bir “entegrasyon”u gerçekleşemez.
Akyol, “Kürtlerin ise üçte birinin bölge dışına ‘yayılmış’ olması”nı “kaynaşma”ya kanıt gösteriyor: “Yerleşilen şehirde oturma süresi arttıkça, iş ve sosyal ilişkiler geliştikçe ve sosyal statü yükseldikçe entegrasyon güçleniyor, DTP’ye oy verme oranı daha da düşüyor.... Türkiye’de ekonomik faktör nüfusu harmanlayarak, iç içe geçirerek entegrasyonu güçlendiren bir işlev görüyor. İç göç uzun vadede etnik milliyetçiliğin tabanını aşındıran sosyolojik bir süreçtir.”
Kürtlere karşı sürdürülen ayrımcı politikayla Kürt karşıtı şoven milliyetçi tutumdan ve bunun yol açtığı “kaynaşma” engellerinden arındırıldığında bu söylenebilir. Nüfus göçü ve iç içe geçme, toplumsal değişim ve gelişmenin kendi “doğal seyri”nde gerçekleşmesi durumunda ilerici bir işlev görür. Kapitalizmin gelişmesi sürecinde farklı köken, bölge, inanç grubu vs’den insanların süreç içinde ve başlıca iki sınıf olarak şekillenecek biçimde “yeniden harmanlanmaları” bu yönüyle ilerici bir gelişmedir. ‘İnsanlık serüveni’nde, kapitalizm öncesi bölünmüşlük ve geriliğin aşılması, kapitalist sömürünün sınıf mücadelesi yoluyla aşılması için nesnel koşulların oluşması bakımından da gerekli, ilerici ve ilerleticidir.
Ancak Türkiye’nin bugünkü toplumsal gerçeği ve “demografik yapısı” göz önüne alındığında, gelişmelerin bu “doğal seyir içinde” gerçekleşmediğini görmemek için kişinin kör ya da bilinçli inkarcı olması gerekir. Kürt sorunu söz konusu olduğunda, -öncesi bir yana- 84 yıldır yaşanan onca acı, katliam, baskıyla haklarından yoksun tutulmayı unutarak; kimliğini açıklamaya dahi bin türlü baskıyı göze alarak ancak karar verilebildiği görmezden gelinerek; sürgünler ve mecburi iskana tabi tutulmalar saklanarak; ve tüm bunların getirdiği duygu, düşünce ve eylemler ‘Kürt milliyetçiliği’ diye suçlanarak gerçeğe ulaşılamaz. “Çoğunluğun kendini bu memleketin insanı olarak görmesi”, örnek olsun onca baskı ve haksızlığa karşın Kürdün “hasleti”ne sayılmıyor ve bundan, gecikmiş “Kürt ulusallığı”nın “ilkelliği” ve “gereksizliği” sonucu çıkarılıyorsa, Kürtleri dışlayıcı egemen anlayış sürdürülüyor demektir. Nasıl gerçekleştiği ya da örneğin özellikle başkaldırı dönemlerinde yoğunluk gösteren nüfus hareketlerinde askeri zor, sürgün-zorunlu ikametin yeri dikkate alınmadan tüm nüfus yer değişmeleri “kaynaşma”ya ve toplumsal ilerlemeye kanıt gösterilemez. Kürtlerin “11.5 milyon” civarında kimliklerini açıklamaları, “Üçte ikisi”nin bir bölgede yaşaması ve “ülkenin her yanında” varlıklarının gözlenmesi, ulus olamayacaklarına gerekçe sayılıyorsa, “kimlik”lerinin reddi ve haklarının gaspı benimseniyor demektir. Ulusal ayrımcı politikaların sürdüğü ve antidemokratik baskı sistemi altında “kimlik sorunları”nın önemini koruduğu koşullarda, çok genelde ileriye doğru devam eden bir değişimin ardına sığınarak, Kürt “ulusallığı”nı suçlamak, şoven inkarcı ‘kulvar’da durmak demektir. Akyol -ve diğerleri- bunu yapıyorlar.
Dikkate almadıkları bir diğer önemli nokta, “Biz Kimiz?” sorusunun sorulduğu koşulların temel özelliğinin antidemokratik oluşudur. Araştırmacıların da işaret ettikleri üzere onyıllardır farklı kimlikleriyle varlıkları tanınmazdan gelen ve egemen erk, hükümetler ve burjuva partilerince baskı altında tutulmuş kesimlerin kimlikleriyle ortaya çıkmaları, ancak baskıyı göğüslemeyi göze almalarıyla mümkün olmaktadır. Ve buradan şu çıkar ki, eğer gerçekten “kimin ne olduğu” öğrenilecekse, bunun için önce herkesin düşüncesini, ulusal-etnik, inançsal vs. “kimliğini” özgürce ifade edeceği bir siyasal sistem ve ortamın yaratılması gerekir. Bu bakımdan, konu üzerine ilk makalemizde belirtilen soru yerindedir! “Biz Kimiz?” sorusunun bugünkü ortamda, bu baskı ve hak yoksunluğu sisteminde, sosyal, hukuksal, politik-askeri vs. baskı koşullarında, gerçeği açığa çıkaracak netlikte cevaplanamadığı kesindir.
A. Cihan Soylu
ÖNCEKİ HABER

Cizre hükümete öfkeli

SONRAKİ HABER

10 Aralık Hareketi’nin adayı Cindoruk

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...