21 Nisan 2007 00:00

SOL AÇIK

“Daha fazla araba satmam için daha çok araba yarışı düzenlemem gerekiyor” demişti meşhur Ford arabalarının üreticisi Bay Henry.

Paylaş

“Daha fazla araba satmam için daha çok araba yarışı düzenlemem gerekiyor” demişti meşhur Ford arabalarının üreticisi Bay Henry. Ancak sadece araba yarışı düzenleyerek “mass production” niteliğine sahip olan ürünlerine pazar yaratması mümkün değildi. Bunun için ayrıca propagandaya gereksinim vardı. O vakitler şimdiki kadar gelişkin olmamakla birlikte propaganda yapmanın en iyi yolu filmlerdi. Amerikan tarzı hayatı da anlatan bu filmlerde, dış kapının önünde duran arabalar, bahçeli evler içinde mesut biçimde yaşayıp giden Amerikalı çekirdek ailelerin mutluluklarına mutluluk katan bir figür olarak gösteriliyordu. İnsanın ayaklarını “yerden kesen” bu “arabalı mutluluk” görüntüleri, Amerikan hükümetleri eliyle dünya ölçeğinde dağıtıma sokuluyor, Amerika’nın himayesine girmek için birbirleriyle rekabet halinde olan ülkelerin yöneticileri ise bu görüntüleri neredeyse mahalle mahalle gösterime sokarak kapitalizmin insanlara sağladığı “refahın”, dolayısıyla da kendilerinin reklamını yapma olanağına kavuşuyordu. Böylelikle sırtını Ford’lara, Ford gibilerle işbirliği yapan yerli burjuvalara yaslamış olmanın siyasal açıdan ne derece doğru tercihler olduğunu, kitlelerin gözlerinin içine sokarak kanıtlamış oluyorlardı. Mutluluk “timsali” arabaların “Fordgillere” sağladığı olanaklar, bununla sınırlı değildi elbette. Yeni yeni palazlanmakta olan sanayi burjuvazisinin gereksinim duyduğu ucuz emek “depoları” kırlarda “gizli işsiz” olarak “sahiplerini” beklemekte idi. “Sahipleri” daha fazla bekletmemek için kırları kentlere bağlayan otoyollarının inşası da kaçınılmazdı. Otoyollarında sadece insan değil mallar da taşınacak, bunun sonucu olarak da piyasanın hakimiyetine giren coğrafyanın sınırları daha da bir gelişmiş olacaktı. Sözcüklerin tam olarak ifade ettiği biçimiyle “frenlerinden boşalmış bir kamyon” gibi gelişen bu süreç, otomotiv sektörünü, bu sektörle ilişkili diğer sektörleri ve zaten bütün sektörleri denetimi altında tutan tekelleri adeta ihya etti.
Ne bitmez bir “gelişme” ise yaklaşık elli senedir “gelişmekte olan ülke” sıfatıyla anılan memleketlerin çoğunda yaşanan bu manzaraların Türkiye “ayağı”, 1950’lerden itibaren “koşulmaya” başlamıştı. Araba olmadan “küçük Amerika” olmak kolay değildi. Komünist “işi” demiryolları bu tarihlerde terk edildi. Kendi elleri ile yarattıkları ulaşım keşmekeşini maniple etmek için ilerleyen zamanlarda “trafik canavarı” diye “dahiyane” kavramlar kullananların “saltanatları”, bu tarihlerde doruğa ulaşmaya başladı. Onların “saltanatı”, milyonların acısı anlamına geliyordu. Eskimiş ve yetersiz sayılabilecek bir veri ile 1960’lardan bu yana 200 bin kişi trafik kazalarında yaşamını yitirmiş, 2 milyon kişi ise yaralanmış. “Canavarın” aramazdan aldıkları arasında güreşçi Baki Yürüker, bisikletçi Betül Coşan, amatör futbolcular Önder Baytok ve Hüseyin Öz gibi isimleri çok bilinmeyen gencecik insanlar olduğu gibi, Metin Oktay, Renç Koçibey gibi çok bilinen sporcular da var. Son olarak 33 küçük bedeni daha yitirdik o yollarda. Trafiği “canavar” olarak tanımlayanlar, bu bedenleri manşetlerine taşıyıp bu kez de “melekler” söylemi ile kazayı dramatize etmeye çalışıyorlar. Tıpkı yukarıda isimleri zikredilen sporcuları olduğu gibi “melekleri” de aramızdan alan trafik yapılanmasından sorumlu olanları magazin haberlerinin üst sıralarına taşıyanların, “melek” kavramını kullanmaya hakkı olmamalıdır. Eğer bu ülkede insanların yüzde 95’i karayolları aracılığıyla bir yerden bir yere taşınıyorsa, bu ulaştır-ma(!) sistemini yaratan düzeni görmezden gelip “melek” söylemiyle haber yapmak kabul edilebilir bir durum değildir. Bu tutum, gerçek “canavarlarla” “melekleri” yan yana koymak anlamına gelir ve bu durumda “canavarlar” “melekleri” hep yutar. Daha fazla araba satmak için daha fazla araba yarışına, pazarı bir an önce genişletmek için daha fazla yola, daha fazla tüketim için daha fazla reklama ihtiyaç duyan ya da sanki bütün bunlara ihtiyaç varmış havasını yaratan kapitalist yapılanmayla hesaplaşmadan olmaz.
Tarihe düşülen not: Bir Deniz daha geldi dünyaya. Şimdi bütün “Denizler” bir Deniz kadar daha çoğaldı. Hoş geldin Hüseyin Deniz bebek.
Cem Doğan
ÖNCEKİ HABER

Pertek’te gençler tiyatro öğreniyor

SONRAKİ HABER

‘En zorlu rakibim federasyon’

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa