22 Nisan 2007 00:00

neo-nazizmi seyderken

Evet, biz bu ülkeyi seviyoruz. Ve şimdi ben size bir şey söylemek istiyorum: Kendilerini “ulusal” diye nitelendiren ve orta sınıf milliyetçileri olma dışında bir özellikleri olmayan şu kişilerin bu ülke ve onun dili üzerinde sadece belli kişilere tapu çıkarma çabasından daha gerçeğe aykırı bir şey olamayacağı ortada.

Paylaş

Evet, biz bu ülkeyi seviyoruz.
Ve şimdi ben size bir şey söylemek istiyorum: Kendilerini “ulusal” diye nitelendiren ve orta sınıf milliyetçileri olma dışında bir özellikleri olmayan şu kişilerin bu ülke ve onun dili üzerinde sadece belli kişilere tapu çıkarma çabasından daha gerçeğe aykırı bir şey olamayacağı ortada.
Ne redingotlu devlet memuru, ne sıska lise öğretmeni ve hatta ne de “çelik miğferli” hanfendi ve beyfendiler oluşturuyor sadece Almanya’yı. Almanya sadece onlardan ibaret değil. Biz de varız burada.Ağızlarını kocaman açıp, haykırıyorlar, “Almanya’nın adına!”… “Biz bu ülkeyi seviyoruz – yalnız biz seviyoruz onu” diye bağırıyorlar. Bu doğru değil.
…Ve tıpkı davullar çalarak sokaklarda dolanan milliyetçi örgütler kadar -bizler de aynı hakka, tamamiyle aynı hakka sahibiz, burada doğan bizler, burada yazan ve Almancayı şu ulusalcı salaklardan daha iyi konuşan bizler- tamamiyle aynı hakkı iddia ediyoruz nehirler üzerinde, kıyılar ve evler üzerinde, meydanlar ve çayırlar üzerinde: Burası bizim ülkemiz.
… Almanya bölünmüş bir ulus. Biz onun bir parçasıyız. Ötekilerin her şeyi ile zıt, anayurdumuza beslediğimiz sessiz sevgide
-sarsılmaz bir sevgi bu- bayraklar olmadan, boru ve trampet sesleri olmadan, kınından çekilmiş kılıçlar ile aşırı duygusallık olmadan…
Kurt Tucholsky

Hitler’in iktidara yürüyüşü kesintili oldu. Aslında 20’lerin başında da ortam o kadar elverişsiz değildi. Ama bu iş 30’ların başında gerçekleşti, 10 yıllık bir rötarla.
Türkiye’de faşist hareket ise 70’lerin ortasından beri bunu deniyor.
Hatta Ecevit hükümeti ile bunun eşiğine geldiklerini bile sandılar. Ecevit, Weimar Cumhuriyeti’nin başı Prusyalı Mareşal Hindenburg’a denk düşüyordu. Ölümü ile barışcıl yoldan, iktidar armutu pişip Başbuğ’un ağızına düşecekti. (Bu konuda Özgür Bakış ve Yeni Gündem gazetelerinde 1999 ve 2000 yılında yazdıklarımıza bakılabilir).
Ama koşullar hâlâ yeterince olgunlaşmamıştı. Ecevit ölmemekte inat etti. Sağlık bahanesi ile ona yönelik saray darbesi de başarılı olmadı, “Sen de mi Brutus” tiradlarından sonra partisi bölündü, erken seçime gidildi. Ve sonuçta, bırakın Hitler gibi koalisyon hükümeti aracılığı ile iktidar olmayı, siyasal faşizm parlamentoya bile giremedi. İktidarı hemen ellerinin altında sanırlar iken. Bu onlar için altından zor kalkacakları bir şok oldu.
Şimdi ise şartlar çok daha olgun görünüyor.
İlk defa azgın bir milliyetçilik, toplumun her kesimine bulaşmış vaziyette. 60’ların, 70’lerin Türkiye’sinde, Kemalizm ve milliyetçilik, arkaik bir kalıntı olarak görülüyordu, kültür, entelijansya ve akedemyada olan sol düşünce bir hegemonyaya sahip idi. Enternasyonalizm, bizim medyanın deyişi ile “in”, nasyonalizm ise “out” idi. Entelektüel arenada milliyetçi görünmek ayıpsanırdı, olanlar da onu örterlerdi ya da solculukla Kemalizmi bulamaç haline getirmeye çalışırlardı.
Solun bu hegemonyası, 80’deki generaller darbesinden sonra şiddet kullanılarak kırılmış olsa da, çeşitli alanlarda etkisini sürdürdü. Ama son dalga ile hegemonya ilk defa milliyetçiliğe geçmiş vaziyette.
İttahatçılık hortladı
Kemalizmi bırakın, İttahatçılık hortlamış vaziyette. Ankara tepeden tırnağa kurumları ile milliyetçi bir kent artık. Hakimlerinden, generallerine ve genç subaylarına, bürokratlarına, ticaret erbabına kadar herkes tepeden tırnağa milliyetçi. Millete vatana hayırlı olsun!
Bir tek “Führer” gibi karizmatik önderleri eksik. Geçmişte Türkeş’in bu şansı yoktu, çünkü halkın çoğunluğu onu, iktidara oyları ile taşıdığı Başbakan Menderes’in katili olan 27 Mayıs’ın “sesi” olarak hatırlıyordu.
Ancak bir anlamda Ecevit-Bahçeli hükümetinin ektiği tohumların semeresi yeni alınıyor. Soykırım inkarcılığı bu hükümet sırasında devletin merkezi olarak koordine ettiği bir harekat alanı oldu.
Kurulan üst komisyonun başkanı Devlet Bahçeli idi. Bu komisyonda Genelkurmay’ın, MİT’in, YÖK’ün ve bütün önemli bakanlıkların üst düzey temsilcileri yer almaktaydı. Soykırım inkarcılığı adeta milli bir seferberlik konusu oldu. “İnkarcı” kitaplar ve araştırmaların kitapçı raflarını kaplaması sağlandı. Medya da bunun önemli bir ayağı oldu.
Erdoğan hükümeti bu komisyonu tasfiye etti mi bilmiyoruz. Eğer etmedi ise bu komisyonun başkanı kim onu da bilmiyoruz. Belki de hükümet sözcüsü olan Adalet Bakanı Çiçek’tir. Aslında Çiçek, hükümet içinde olabilecek bütün “derin” çevrelerin Truva atı oldu her zaman. Ve görevini başarı ile yerine getirdi. Herkes emin olabilir ki, Adalet de, “emin ellerde” bulunmaktadır. İstediğiniz kadar İtalya’daki “temiz eller”e hasret duyun. Ondan ilham alan, 12 Eylül sorumlularını suçlamaya, paramiliter çetelerin ardındaki generalleri ortaya çıkarmaya çalışan savcılar kendilerini kapı önünde buldular.
Peki, Türkiye’de örtülü değil de açık bir faşist iktidarın olasılığı var mıdır?
Yeteri kadar uyanık davranılmaz ise evet!
Hitler’i iktidara taşıyan koalisyonun taşları, bugünkü Türkiye’ye baktığınızda, hazır gibi görünüyor.
Artık ordu yönetimi doğrudan Kürt savaşını yönetmiş, bu savaşın travmasını taşıyan generallerin elinde. Bürokraside ve Adalet mekanizmasında milliyetçi bir ruh egemen. 80 öncesi iç savaş kıyımlarının, işkencelerin sorumluları ise üst düzey “idareci” konumunda.
Artık Genelkurmay’ın sitesinde “Ermeni Soykırımı” teması yer almakta. Ankara Ticaret Odası ise “inkarcı” yayınların ulusal ve uluslararası çapta koordinatörü. Üniversiteler peş peşe “inkarcı” konferanslar düzenliyor. Makyaj açısından yararlı görülen, Adalet Bakanı’nın taş koyduğu “Osmanlı Ermenileri” Konferansı ise ancak Başbakan’ın doğrudan müdahalesinden sonra yapılabildi. Şiddet, suikastçılık gibi olaylar TV kanalları tarafından yeni gençliğe kahramanlık olarak sunuluyor. Yurtseverlik değil, milliyetçi değerler, ırkçı önyargılar sistematik olarak topluma enjekte edildi ve ediliyor.
Sonuç olarak operasyonun oldukça başarılı olduğu söylenebilir.
Peki, bu dalgaya karşı olan çevreler yok mu, elbette var.
Faşizme karşı omuz omuza sloganı uzun süreden beri ilk defa kitlesel boyutta yükseldi.
Bu da, belki Türkiye’nin geleceği bakımında tek umut…
Ama Hrant Dink’in cenazesine katılan iki yüz bin insan, “kuğunun ölümden önceki son dansı”na dönüşmemeli. İtalya’da da milletvekili Mateotti’nin cenazesine kitleler katılmıştı. Ya da Yunanistan’da solcu milletvekili Lambrakis’in cenazesi de kitlesel bir tepkiye yol açmıştı. Ama bunlar, gelmekte olan faşist iktidarları engellemedi.
Faşist kampanya bir an duraklasa bile, sonra bu tepkiden de ürkerek, daha da azgınlaşarak devam ediyor.
AKP’nin durumu
AKP’nin durumu, Hitler öncesi sosyal Hıristiyanların durumunu andırıyor. Muhafazakarlar, aynı zamanda milliyetçi unsurları da barındırıyorlar, liberal unsurları da… Bir anlamda AKP, Özal konseptinin, daha İslami bir kisve altında hortlaması aynı zamanda…
Nazi Almanya’sı I. Dünya Savaşı’ndaki yenilgiden dolayı “iç düşmanı” sorumlu tuttu, ekonomik bunalımın sorumluluğu da onların üstüne yıkıldı. İç düşman, yani birincil olarak Yahudiler… Sonra da kozmopolit değerleri savunan sol… Ardından peşpeşe ötekiler geldi.
İttihatçılar ve daha sonra Kemalistler de, 1. Dünya Savaşı’ndan sonraki yenilgiden dolayı iç düşmanı, en başta Ermeniler olmak üzere azınlıkları sorumlu tuttular. Ülkenin yoksul kalmasının nedeni de, onların sömürüsü idi. Sonuçta imha, aynı zamanda bir talana dönüştü. Bu talandan bazen kitlelere de bazı kırıntılar verildi ve suç ortağı haline getirildiler.
17 Devrimi’nin getirdiği yeni dünya dengesi sayesinde, Kemalist Türkiye, 1. Dünya Savaşı’nın son tahlilde “kazananları” arasında yer aldı.* Alman militarizminin “yenilgi” duygusu, bir yerde 2. Dünya Savaşı’nı fişeklerken, Türkiye bu savaşta “tarafsız” kaldı.
Faşizmin 2. Dünya Savaşı’ndaki yenilgisi, bir anlamda milliyetçilik ile bir kırılma yaşanmasını sağladı Avrupa açısından. Türkiye’de ise böyle bir kırılma yaşanmadığı gibi, soğuk savaş bu milliyetçiliğin, NATO şemsiyesi altında, İspanya’daki Franco ve Portekiz’deki Salazar rejiminin uluslararası düzeyde meşruiyet kazanmasını da sağladı.
Şimdi Türkiye’de yeniden bir iç düşman yaratılmış vaziyette. Emekli generaller, ağızlarından tükürükler saçarak, serbest düşünceli aydınlara saldırıyor. Nasyonal sosyalistler, Kürtlere karşı apartheid uygulanmasını savunan makaleler yayınlıyor. Kürtler iç düşman ilan ediliyor. Azınlık düşmanlığı kışkırtılıyor. Hitler’in “Kavgam” kitabının sürekli yeni baskıları yapılırken, ırkçı nefret söylemini saçan propaganda kitaplarına önemli kaynaklar aktarılıyor.
Nazi Almanya’sı yazarlarını, aydınlarını, sanatçılarını, bilim adamlarını düşman ilan edip, ülkeyi terke zorlamıştı, Yahudiler, Çingeneler ve solcular için temerküz ve imha kamplarını hazırlarken.
Türkiye’de yükselen neo-ittihatçılık** da Türkiye’nin aydınlarını, yazarlarını, sanatçılarını düşman ilan ediyor. Halk arasında aydın düşmanlığını yaygınlaştırıyor. “Ya sev ya terk et!” deniyor. ***
Sanki yurdunu onlardan daha fazla seven varmış gibi…
Ve Erdoğan hükümeti de, bu gelişmeleri tıpkı Weimar Hükümeti gibi seyretmekle yetiniyor, kılını bile kıpırdatmıyor.

***

* Bk.: Christopher Catherwood, A Brief History of the Middle East (From Abraham to Arafat), New York 2006.
* * Bu, neo-nazizmin Türkiye versiyonu bence...
** * Bu slogan da nazi sloganlarının bir kopyasıdır. Kurt Tucholsky, daha 1929 yılında, ulusalcıların, nazilerin ve şakşakçılarının sahiplendiği bu vatanseverlik tekelini, yazımızın başındaki alıntı ile eleştirmişti.
Ragıp Zarakolu
ÖNCEKİ HABER

bir gazeteyi çok görüyorlar

SONRAKİ HABER

evrensel olmak

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...