25 Nisan 2007 00:00

Göç Hikayeleri

İstanbul Tiyatro Atölyesi, ilk sergilemesini Köln’de gerçekleştirdiği Göç Hikayeleri 1 Türkiye-Almanya (Turnalar) adlı oyunuyla bu akşam saat 20:30’da Akatlar Kültür Merkezi’nde tekrar seyirciyle buluşuyor

Paylaş

İstanbul Tiyatro Atölyesi, ilk sergilemesini Köln’de gerçekleştirdiği Göç Hikayeleri 1 Türkiye-Almanya (Turnalar) adlı oyunuyla bu akşam saat 20:30’da Akatlar Kültür Merkezi’nde tekrar seyirciyle buluşuyor. Oyunun Sanat Yönetmeni Doç. Dr. Kerem Karaboğa ile prodüksiyonun nasıl ortaya çıktığını, tiyatronun yaşamla olan ilişkisini ve İstanbul Tiyatro Atölyesi’nin projelerini konuştuk.

İstanbul Tiyatro Atölyesi nasıl kuruldu? Kuruluş aşamasını anlatır mısınız?

İstanbul Tiyatro Atölyesi’nin geçmişi, İstanbul Üniversitesi Öğrenci Kültür Merkezi (ÖKM) Tiyatro Kulübü’ne uzanıyor. İstanbul Tiyatro Atölyesi’nde çalışan oyuncuların hepsi ÖKM Tiyatro Kulübü’nde görev almış insanlar. Geçmişi aşağı yukarı 2000 yılına kadar geriye gidebilir. O tarihlerde şöyle bir tartışma vardı: “Öğrenciyken tiyatro yapmış birçok insan, öğrencilik sonrasında da birlikte tiyatro yapmayı nasıl sürdürebilir?” O dönemlerde yine ÖKM Sahnesi içerisinde kalmayı sürdürerek, kulüpte de eğitim görevleri üstlenen kadro içinde bir Eğitim-Araştırma birimi oluşturduk. Fakat şöyle bir durum da söz konusuydu: ÖKM daha çok öğrencilerin kulüplerinin olduğu bir alandı. Bu noktada İstanbul Üniversitesi Mezunlar Derneği ile temasa geçildi. Derneğin içinde bir tiyatro topluluğu meydana getirdiler. Ve bu tiyatro topluluğu da İstanbul Tiyatro Atölyesi ismini aldı.

İstanbul Tiyatro Atölyesi çalışmalarına ne zaman başladı ve Göç Oyunları prodüksiyonu nasıl doğdu?

Çalışmalara geçtiğimiz yaz döneminde başladık. Bu esnada bir teklif geldi Almanya’dan. Daha önce İstanbul Üniversitesi’ni ziyarete gelmiş, bizim provalarımıza da tanık olmuş iki Alman eğitmen, bizi orada yapılacak bir sempozyuma davet etti. Sempozyumun konusu “Orient und Okzident im Dialog” yani “Diyalog İçerisinde Doğu ve Batı”ydı. Ve sempozyum kapsamında, hem çok fazla dekor, aksesuar gerektirmeyen, hem de az sayıda kişiyle oynanabilecek bir oyunumuz olup olmadığını sordular. Böyle bir oyunumuz yoktu. Bahsettiğim iki oyunda da daha kalabalık bir kadro vardı.

Metin oluşturma süreciyle sahne üstü çalışması birlikte ve baş başa yürütüldü sanırım...

Evet. İki merkezi anlatı seçtik. Bunlardan bir tanesi bir kadın işçinin hikayesi; diğeri de yine 60’lı yılların ortasında oraya gitmiş, daha sonra ailesini oraya aldırmış bir erkeğin anlatısıydı. Fakat bu anlatıları birebir, olduğu gibi kullanmadık. Başka hikayelerden, yani hem bizim derlediğimiz hikayelerden, hem de onlarla aynı dönemde oraya göç etmiş kuşaktaşlarının hikayelerinden de malzemeleri katarak, kimi yerlerde bazı unsurları ön plana çıkarıp, bazı unsurları değiştirerek veya ekleyerek önce iki tane merkezi anlatı inşa edildi. Bunun yanı sıra bizim konuyla ilgili tespit ettiğimiz belli planlar, daha çok toplumsal panorama veya Almanya’da göç olgusunun tipik diyebileceğimiz birtakım niteliklerini gösteren ara geçiş sahneleri oluşturuldu. Bunlar belli görüntülerle de desteklendi. Mesela ilk göçmenlerin Sirkeci Garı’ndan uğurlanması ya da oraya göç edenlerin burada kalan yakın akrabalarıyla kurdukları iletişim veya iletişememe meselesi. Yani telefon yoluyla, doldurulan kasetler yoluyla... Bunlar da olayın içine monte edildi. Bir tür montaj yapıldı, hem hikayelerde, hem de bu tür sahnelerde.

Almanya’ya göç oldukça kapsamlı ve dallı budaklı bir konu...

Burada çok büyük bir mecra var. Tutup da, Almanya şöyledir, bakın göç olgusu böyledir gibi didaktik bir söylemden ya da Almanya’ya göçü bütün sosyal panoramasıyla izah etmekten ziyade, bizi daha çok ilgilendiren göç etmiş bir insanın durumuydu aslında. Göçmen olmanın yarattığı o kimlik karmaşası, kimlik bölünmesi, ne oraya ne buraya ait olmama durumu, belli bir getirinin üzerine eklenen, ondan bağımsızlaşamayan, özellikle birinci kuşaktaki belli bir yenilgi, belli bir yıkılmışlık hali... Biz daha çok bunların dramatik olarak üzerine gittik.

Bu oyununuz Göç Hikayeleri 1 olarak geçiyor. Daha sonraki oyunlarınızda neler var?

Yaz döneminde başlayıp önümüzdeki sonbahara sergilemeyi düşündüğümüz hikaye “mübadiller ve muhacirlerle” ilgili olacak. Yani aslında Balkanlar ve Anadolu ya da Yunanistan ve Türkiye gibi bir başlığı olacak. Çünkü burada söz konusu olan şey Osmanlı topraklarında yaşayan Rumların Yunanistan’a gönderilmesi ve oradan da Makedonya’nın bir kısmı ve Girit’te yaşayanların, özellikle Türk kökenli insanların, Türkiye’ye göçe zorlanması. Oyun çıktığı zaman, şu andaki oyunla dönüşümlü olarak oynamayı hedefliyoruz. Eğer bu kronolojiyi planladığımız gibi sürdürebilirsek, bir dört beş sene içerisinde Göç Hikayeleri en aşağı üç-dört oyunluk bir seri olacak. Ama temel olan yine ait olduğun yerden başka bir yere göç etmeye maruz kalman. Onu araştırmayı sürdüreceğiz.

Belgesel tiyatroya doğru bir yönelimden bahsedebilir miyiz? Ya da ileride böyle bir yöneliminiz olabilir mi?

Ben öyle bir iddiayı kendi hesabıma taşımıyorum. Oyunların zaten bu konuları işlemesi, ister istemez belgesel nitelikli bir tiyatroyu doğuruyor. Ama belgesel tiyatro diye tanımlanmış olan şeyle, bizim yaptığımızın aynı şey olup olmadığından emin değilim. Çünkü biz belgelendirme üzerinden değil, daha çok onun içersindeki insani deneyim üzerinden hareket ediyoruz. Bunlar doğrudan doğruya birbirinden ayrıştırılacak şeyler değil. Ama belgesel tiyatro daha çok o şeyin arkasındaki iletiyi temel alır. (İstanbul/EVRENSEL)
Hepimizin bir yakını göçmen
Yaz çalışmaları başlarken kendi metinlerimizi oluşturma düşüncemiz vardı. Fakat bunu yaparken de belli bir perspektif, belli bir tema bütünlüğünden de hareket edilmesi düşünülüyordu. Ve Anadolu’da tarih boyunca yaşanan ve bugünün konjonktürünü önemli ölçüde etkileyen meseleler üzerinde, özellikle göç konusunun üzerinde durmaya başlamıştık. Bunlardan biri 1923-24’te, Lozan Anlaşması’yla bağlantılı “mübadiller” meselesi. Veya yine doğuda, son dönemde gündemde olan Ermeni tehciri hikayeleri veya Kürtlerin yine o bölgede göçe zorlanmaları... Onun dışında “insan ticareti” meselesi var. Uzak Doğu’dan, İç Asya’dan ve Afrika’dan başlayıp gelişen insan ticareti trafiğinin göbeğinde yer alıyor Anadolu. Göç dediğinizde bir sürü başlık, bir sürü alan var.
Bu alana eğilirken ya da bu alanı araştırırken birkaç tür malzemeyle karşılaşıyorsunuz. Bir edebi malzeme var. Bu konuyla ilgili yazılmış romanlar, hikayeler, oyunlar... Doğrudan doğruya belgesel nitelikli anlatılar var, birebir insanların kendilerinin anlatıları var. Bir de konuyla ilgili yapılmış tarihi-sosyolojik akademik araştırmalar var. Böylesi bir çalışma yürütmek, öncelikle bu boyutla da teması gerektiriyor. Dolayısıyla grubun okumaları, araştırmaları bütün bu alanlarda kendisini gösteriyor. Ama bunun bir şekilde dramatik metne ve sahneye de transfer edilmesi gibi bir süreç var. Sahne süreciyle araştırma süreci birlikte yürütülebiliyor böyle bir konuda.
Kadrodaki hemen herkesin mutlaka çok yakın veya uzak akrabası ya Almanya’da ya da başka bir Avrupa ülkesinde göçmen durumundaydı. Dolayısıyla bu bahsettiğim edebi malzemenin, doğrudan biyografik ve belgesel anlatıların, konuyla ilgili sosyolojik-tarihsel araştırmaların yanı sıra birebir kadro içersindeki insanların kendi deneyimleri, kendi hatıraları veya yakınlarıyla diyaloga girerek, röportaj yaparak veya onlardan anlatı toplayarak getirebilecekleri bir malzeme de burada gündeme geldi. Bu malzemenin üzerinden Almanya’ya göçe ilişkin belli konu başlıkları oluşturuldu.
Mehmet Öner
ÖNCEKİ HABER

Yaşar Aksoy’la birkaç saat...

SONRAKİ HABER

30 yılın acısı bir günde diniyor

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa