06 Mayıs 2007 00:00
Geri dönmek yok!
6 ve 8 Mayıs. 6 Mayıs 72 ve 8 Mayıs 45.Dünya ve Türkiye tarihine kazınmış iki önemli dönüm noktası. Her iki dönüm noktasına da mücadele içinde ve koşarak gelindi
6 ve 8 Mayıs. 6 Mayıs 72 ve 8 Mayıs 45.
Dünya ve Türkiye tarihine kazınmış iki önemli dönüm noktası. Her iki dönüm noktasına da mücadele içinde ve koşarak gelindi.
Ve devasa bedeller ödeyip faşizmi ezerek dünya barışını kurmak için 8 Mayısa koşanlarla olanca samimiyetleriyle Tam Bağımsız ve Gerçekten Demokratik Türkiye için koşarken halka bağlılıklarından milim şaşmadan 6 Mayısta can verenlere Güneşin Türküsünü İçenler dendi. Akın akın koşmuşlardı güneşe doğru. Ve Nazım en çok onların türküsünü yazmıştı:
Bu bir türkü: -
toprak çanaklarda
güneşi içenlerin türküsü!
Bu bir örgü: -
alev bir saç örgüsü
kıvranıyor;kanlı, kızıl bir meşale gibi yanıyor
esmer alınlarında
bakır ayakları çıplak kahramanların!
Ben de gördüm o kahramanları,
ben de sardım o örgüyü,
ben de onlarla
güneşe giden
köprüden
geçtim!
Ben de içtim toprak çanaklarda güneşi
Ben de söyledim o türküyü!
Yüreğimiz topraktan aldı hızını;
altın yeleli aslanların ağzını
yırtarak
gerindik!
Sıçradık;
şimşekli rüzgâra bindik!
Kayalardan
kayalarla kopan kartallar
çırpıyor ışıkta yaldızlanan kanatlarını.
Alev bilekli süvariler kamçılıyor
şaha kalkan atlarını!
Akın var güneşe akın
Güneşi zaptedeceğiz
Güneşin zaptı yakın!
Nâzımla, türküleriyle yetişmişti
1000 yıllık dünya egemenliği peşine düşen faşizme karşı 8 Mayıs zaferi için koşanlar, güneşi zaptetme peşindeydiler; ancak içlerinde Nâzımın Güneşi İçenlerin Türküsünü bilip söyleyenler var mıydı, bilmiyoruz. Ama Deniz, Nazımla, şiir ve türküleriyle yetişmişti, çoğunu ezbere bilir ve yerli yerinde kullanırdı. Örneğin Dolmabahçede Amerikan 6. Filosu askerlerini denize dökmek üzere Gümüşsuyundaki İTÜ duvarları önünden on bin gencin yürüyüşünü başlatırken, fırladığı duvarın üzerinden bu türküyü okuyarak, o bilinen jestiyle havaya kaldırdığı kolunu arkadan öne savurmuş ve Haydi demişti. Bu türkü aynı zamanda, yalnız Denizin değil, ama Denizlerin mücadele yürüyüşünü de simgelemekteydi.
Düşmesin bizimle yola:
evinde ağlayanların
göz yaşlarını
boynunda ağır bir
zincir
gibi taşıyanlar
Bıraksın peşimizi
kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar!
İşte:
Şu güneşten
düşen
ateşte
milyonlarla kırmızı yürek yanıyor!
Sen de çıkar
göğsünün kafesinden yüreğini;
şu güneşten
düşen
ateşe fırlat;
yüreğini yüreklerimizin yanına at! Akın var güneşe akın
Güneşi zaaptedeceğiz
Güneşin zaptı yakın!
Biz topraktan, ateşten, sudan, demirden doğduk!
Güneşi emziriyor çocuklarımıza karımız,
toprak kokuyor bakır sakallarımız!
Neşemiz sıcak!
kan kadar sıcak
delikanlıların rüyalarında yanan
o an
kadar sıcak!
Merdivenlerimizin çengelini yıldızlara asarak
ölülerimizin başlarına basarak
yükseliyoruz
güneşe doğru!
Ölenlerdövüşerek öldüler;
güneşe gömüldüler.
Vaktimiz yok onların matemini tutmaya!
Akın var
güneşe akın
Güneşi zaaaptedeceğiz
Güneşin zaptı yakın!
Kavgada ölenler daima dövüşerek ölüyor ve güneşe gömülüyorlardı. Matemlerini tutmaya vakit olmuyordu. Spartaküsten beri böyleydi bu. Sömürülenler ve ezilenlerin öfkesine tercüman olup yola düşenler, güneşi zapt etmeye çıkanlar düştüklerinde güneşe, halklarının yürekleri ve belleklerine gömülüyor, süren mücadelenin bayrağı oluyorlardı. Deniz, yanında vurulan Taylan Özgürün ölümüne ağlayamamış, matemini tutamamıştı. Tıpkı Vedat Demircioğluna, Sinana, Kadire, Alpaslana ağlayamadığı gibi. Devam etmişti mücadelesine. Bir son isteği de olmuştu ama; Taylanın yanına gömülmek istemişti. Bu bile yerine getirilmemişti!
Oysa birlikte liseden, üniversiteden başlamışlardı hak aramaya. Özerk demokratik üniversite istemişlerdi birlikte. Eğitim sistemine dair başka pek çok talepleri vardı. Özgürlük istemekteydiler. Atıldıkları hürriyet kavgasıydı. Nâzımın dediği gibi:
Yine kitapları, türküleri, bayraklarıyla geldiler,
dalga dalga aydınlık oldular,
yürüdüler karanlığın üstüne.
Meydanları zaptettiler yine.
Yürüdüler karanlığın üzerine...
Çok, pek çok yürümüşlerdi, dalga dalga olmuşlardı kitapları, türküleri ve bayraklarıyla. Karanlığın üzerine yürümüşlerdi binlerle, onbinlerle.
Ama en çok bağımsızlık talep etmişlerdi. Kurtuluş Savaşından güç almış, onun yarım bıraktıklarını tamamlamak istemişlerdi. NATOya girmişti Türkiye. Koreye Amerikan emperyalizminin peşinde ve tamamen onun emperyalist çıkarları için asker göndermişti. Yüzden çok ikili anlaşma imzalamıştı ABDyle. Üsler vermişti. Ülkenin bir kısım topraklarında Amerikan bayrağı dalgalanıyordu. Ve ülkeyi topun ağzına koyan atom başlıklı füzeler yerleştirilmişti buralarda, Sovyetler Birliğine karşı. Ve 6. filosu limanlarından çıkmıyordu Türkiyenin. Vietnam elçisi Commer, Türkiyeye gönderiliyordu. Daha önceden Eisonhower burslu Demirel, başbakan olarak gönderilmişti. Amerikan tekeli Morrisondan gelmişti, lakabı Morrison Süleymandı. Ülke çoktan yabancı sermayenin talan alanına dönmeye başlamıştı. İşbirlikçi tekeller gericiliğin başlıca kaynağıydı. Denizlerse memleketlerini seviyorlardı. Yurtseverlerdi. Nazım ne güzel anlatmıştı:
En yakın insanınmış gibi seversin memleketini,
günün birinde, meselâ, Amerikaya ciro ederler onu
seni de büyük hürriyetinle beraber,
hava üssü olmak hürriyetiyle,
hürsün!
Yapışır yakana kopası elleri Valstritin,
günün birinde, diyelim ki, Koreye gönderilebilirsin,
büyük hürriyetinle bir çukuru doldurabilirsin,meçhul asker olmak hürriyetiyle,
hürsün!
Bir alet, bir sayı, bir vesile gibi değil
insan gibi yaşamalıyız dersin,
büyük hürriyetinle basarlar kelepçeyi,
yakalanmak, hapse girmek, hattâ asılmak hürriyetiyle,hürsün!
Amerikan işbirlikçiliğine, Türkiyenin Amerikan emperyalizmine bağımlı kılınmasına itiraz etmişler ve asılma hürriyetlerini kullanmışlardı!
Hasretleri, özgür ve kardeşçe yaşamaydı. Özlemleri kuşkusuz sosyalizmdi.
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim... diyorlardı.
Kökleri dışarıda diyenler çıkmıştı. Ama hiçbirinin adı-sanı hatırlanmıyor. Yurt sevgisiyle ve demokratik bir ülke için mücadeleleriyle, ezilenlerin ahından aldıkları güçle ve kendilerini sadece ve sadece halka emanet ederek, toprağına ve halkına en derinden kök salanlardandılar.Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benzeyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim dizeleri dillerindeydi.
Bu toprak herkesten çok onlarındı. Bir Kurtuluş Savaşında kanlarını dökenlerin, bir de onların. Bu cehennem ve bu cennet vatan onlarındı. Cennetten tuttular, tümüyle cennet kılmaya uğraştılar. Cennetin hakkını verdiler. Ama cehennemin de hakkını verdiler. Cehennem onları, ayakkabılarını bile bağlamaya fırsat vermeden darağacına çıkardı.
Ancak Denizleri, Türkiyenin bu yüz akı devrimci militanlarını yalnızca yurtseverlikleriyle tanımlamak, onlara haksızlık olur. Yürekleri emperyalizme karşı mücadele verilen dünyanın dört bir köşesinde atıyordu. Vietnamda, Kübada ve tüm mücadeleci Latin Amerikada, Asya ve Afrikanın ezilen halklarının mücadelesindeydiler. Cheye selam gönderiyor, Amerikan işgaline karşı yurdunu savunan Ho Chi Minh ile birleşiyorlardı. Dünyanın tüm antiemperyalist direnişlerinden, sosyalist ve ulusal devrimleri ve devrimcilerinden esinleniyorlardı. Taranta Babu da onlarındı, Tanya da. Üstelik Tanya onların geleceğini daha on sekizindeyken önceden yaşamıştı. Deniz, Tanyayı henüz idamı gündeme gelmediğinde de hiç dilinden düşürmezdi:
Tanya seslendi kolhozlulara ilmiğin içinden kardeşler üzülmeyin gün yiğitlik günüdür.
soluk aldırmayın faşistlere yakın, yıkın, öldürün....
bir alman vurdu ağzına partizanın
genç kızın beyaz, yumuk çenesine aktı kan
fakat askerlere dönüp devam etti partizan:
biz iki yüz milyonuz
iki yüz milyon asılır mı?
gidebilirim ben
ama bizimkiler gelecekler teslim olun vakit varken...
Safları sıklaştırın çocuklar!
Dünya ve Türkiyede olup bitenlere bakarak kararlarını vermişlerdi çoktan. Bir yandan sosyalizme, 8 Mayısta kazanılan, başında Stalinin olduğu antifaşist kavgaya bağlıydılar.
Daha gün o gün değil, derlenip dürülmesin bayraklar.Dinleyin, duyduğunuz çakalların ulumasıdır.
Safları sıklaştırın çocuklar,
bu kavga faşizme karşı, bu kavga hürriyet kavgasıdır diyorlardı.
Öte yandan kavgaya girmişlerdi. Kararları karardı. Geri dönmek yoktu, sonuna kadar yürüyeceklerdi:
Ben yanmasam
sen yanmasan
biz yanmasak,nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa.
Ve Türkiye işçi sınıfına selam duruyor, fabrikaları ve işçi evlerini mekan tutuyor, onlarla eğitim çalışmaları yapıyor, yardımlarına koşuyorlardı. 15-16 Haziranda örneğin işçi yürüyüş kollarında, hatta Siz yürüyüşü, eylemi iyi bilirsiniz, gelin diyen işçilerin isteğiyle kolların başındaydılar. İşçi örgütü kurmuyorlardı, ama işçilerden ayrılmamaya bakıyorlardı. Mücadelelerinin mesajı da en başta buradan oldu:
Meydanlarda hasretimizi haykıranlara,
toprağa, kitaba, işe hasretimizi,
hasretimizi, ayyıldızı esir bayrağımıza. Paranın padişahlığını,
karanlığını yobazın
ve yabancının roketini yenecek işçi sınıfına selâm!
Mustafa Yalçıner