08 Mayıs 2007 00:00

GÖZLEMEVİ

Peter Shaffer’in “Amadeus”u, insanlık tarihinin en büyük bestecilerinden Mozart’ın 250. doğum yılı kutlama etkinlikleri kapsamında, 1983-1984 sezonundan sonra tam yirmi üç yıl sonra, gene bir İstanbul Devlet Tiyatrosu büyük projesi olarak 15. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali’nde, geçen yılın mayısının ortasında seyirciyle buluşmuştu.

Paylaş

Peter Shaffer’in “Amadeus”u, insanlık tarihinin en büyük bestecilerinden Mozart’ın 250. doğum yılı kutlama etkinlikleri kapsamında, 1983-1984 sezonundan sonra tam yirmi üç yıl sonra, gene bir İstanbul Devlet Tiyatrosu büyük projesi olarak 15. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali’nde, geçen yılın mayısının ortasında seyirciyle buluşmuştu. Etkinlikler kapsamında, Türk tiyatro tarihinin en görkemli prodüksiyonlarından biri olarak tanımlandı. Tanımlandı ama, anılan “görkem”, son derece doğal olarak kimi eleştirmenlerce yadsındı, eleştiri masasına yatırıldı.

Yücel Erten’den Can Gürzap’a
Oyun 1983-1984 sezonunda Yücel Erten tarafından sahneye taşınmıştı ve Can Gürzap Salieri’yi, üzerine ışıklar yağası Alev Sezer ise Mozart’ı oynamıştı. Yazar Shaffer’a göre Mozart zeki, yaramaz, sivri dilli, neşeli, muzip bir insandı. “Tourette Sendromu” denilen nevrolojik-psikiyatrik bir hastalığı vardı ve bu hastalık nedeniyle küfür etmeden, ona buna bulaşmadan, saldırganlaşmadan duramıyordu. Yüzyılların, onu donmuş bir porselen heykelcik haline getirecek olmasına şiddetle karşı çıkıyor, o takdirde bu heykelciği kırmaktan hiç mi hiç çekinmiyordu. Oyun, sonuç olarak toplumlarda kurnaz yeteneksizlerin gerçek dehaların yetişmesini engellemedeki hünerlerinin bir örneğini Salieri-Mozart karşıtlığını kullanarak veriyordu ya da oyundan benim çıkardığım sonuç buydu.

Salieri haklı mı
Can Gürzap’ın rejisiyle geçen yıl sahnelenen oyunu, festival sırasında izleyemedim. Yeni yıla kadar da olmadı, ne yapıp ne ettimse gidemedim. “Amadeus”u, ancak şubat ayı içinde seyredebildim. Oyun öncesi, oyun ile ilgili broşürde yönetmen Can Gürzap’ın yazısını okurken tüyümün tüsümün dineldiğini duyumsadım. Yanılmıyorsam kırk yıldır tiyatronun içinde olan Can Gürzap, daha önce rol aldığı bu oyunu, bu kere sahneye koyarken “Mozart mı, Salieri mi” sorusu karşısında: “Salieri” yanıtını verdiğini açıklıyor: “… çünkü -diyordu- ben sanatta çalışmaya, hem de çok çalışmaya inanırım, çalışmaya ve işini ciddiye almaya…”

Pekiii... Mozart çalışmadan mı üretti
Veee… Ben, acaba Mozart işini ciddiye almıyor, onca besteyi yumurtluyor muydu diye düşünürken ekliyordu: “… Salieri de yaşamı boyunca bunu yaptı; çalıştı, çalıştı, didindi, ‘Allah’ın büyüklüğünü terennüm eden besteciler arasına katılmak için’ gerçekten de çok iyi eserler besteledi. Amma, bir anda, yanlışlıkla bu dünyada gözlerini açmış bir yaratık, bir insan üstü varlık, bir büyük deha, kısacık yaşamı boyunca kendini hiç zorlamadan öyle besteler yaptı ki, insan kulağının ve hayal gücünün duyamayacağı öyle sesleri bulup bir araya getirdi ki, onun bir günde yaptığı besteleri, Salieri’nin dediği gibi, başka bir besteci yüz senede yapamazdı.”

Üçüncü zilden önceki hal-i pür melâlim
Böyle diyordu Can Gürzap ve esasında orta düzeyde bir besteci olan Salieri’nin, genç Mozart’a duyduğu kıskançlığı ve bu dehanın sivrilmesini önlemek için uyguladığı hinoğluhinlik sonucu kendisi şan, şeref ve para içinde yüzerken Mozart’ın sefaletle boğuşmasını, Salieri’nin kıskançlığının Mozart’ı zehirlemeye kadar vardığı yolundaki iddiaları yazısı içinde yadsıyor; konuyu Salieri’nin dramı olarak algıladığını söyledikten sonra, Salieri’nin zamansız bir zamanda dünyaya mecbur kaldığı yorumunu yapıyor ve Mozart’ı: “Salieri’nin zamanını elinden almış ve bir kenara atmış” kişilik olarak tanımlıyordu. Bu “teşhis”, bu tanımlama beni oyunun başında bozdu. Ama mesleğim önyargısız olmamı gerektiriyordu, o sırada zaten AKM’nin Büyük Salonu’nda üçüncü gonk vurdu.

Can Gürzap nasıl yönetmiş
Oyun başladı, iki buçuk saat sürdü ve bitti. Salondan iyi bir çalışma olduğu inancıyla çıktım. Yapım çok zengindi. Hatta gerçekten, şimdiye kadar Türk Tiyatrosu’nda görülmüş en büyük, en görkemli prodüksiyonlardan biriydi. Kadro ciddiyetle çalıştırılmıştı. Kalabalık sahnelerde oynayan kırk yedi genci Can Gürzap mükemmel yönetmiş, en küçük falsoya izin vermemişti. Can Gürzap’ın kalabalık tablolara hakimiyetini oyun boyunca içimden alkışladım, kalabalığı curcunaya dönüştürmemesini sürekli kutladım. En önemlisi yazarın yazdıklarına kuş kondurma hevesine kapılmamış, yazarın söylediklerinin dışına çıkmamıştı. Diğer taraftan oyuncuların yaratıcı kişiliklerini geliştirmenin yollarını aramış, onlardaki (elbetteki önceden saptadığı) yaratıcılık kaynaklarını yeniden “keşfetmiş”, korumuş, gözetmiş, genişletmişti.
İyi de, ne demeye Salieri’den yana saf tuttuğunu söylemişti?

Önder Arık’ın ışık dramaturgisi
Oyundan çıkarken bir diğer düşüncem, Yeşim Alıç’ın koreografisinin bana pek “belli belirsiz” geçmesiydi. Önder Arık, ışık tasarımında oyundaki duyguyu, düşünceyi, imajı, zaman kavramını, derinliği, perspektifi bütünlük içinde seyirciye ulaştırmıştı da Mozart’ın ölümü tablosunda, Mozart’ın evi sefalet içinde bir ev olarak tanımlanırken o görkemli sahne düzenini olduğunca aydınlatmış, tanıma uymayan bir atmosfer yaratmıştı. Mozart’ın masasını lokal olarak aydınlatamaz, dekor tasarımcısının vurgu öğesi olarak kullandığını sandığım mavi fondan gelen kar yağışı ile masayı bütünleştiremez miydi, bilemem. Bilebildiğim, o tablonun inandırıcılıktan uzak oluşuydu.

Dekor ve kostüm
Serpil Tezcan’ın “2007 – Afife Tiyatro Ödülü”ne de değer görülen kostümleri dönemselliği ve hatta dönemselliğini de aşan zevkliliği, çeşitliliğiyle göz doldurduğunu söylemeliyim. Her iki perdede de, kostümler doğrusu fevkalade iç açıcı güzellikte. Tezcan’ın kostümlerinin düşünsel, anlamsal işlevleri yerine getirdiğini de yorumuma eklemeliyim. Ethem Özbora ise, ne yalan söyleyeyim gerçekten görkemli bir saray ortamı yaratmış. Tavanda muhteşem üç kristal avize, yanlarda ve arkada stilize edilmiş dev kapılar/duvarlar… Tablo içeriklerine göre, avizeler yukarıya çekiliyor, arkadaki kapılar/duvarlar arkaya yatırılıyor. Özbora’nın dekor verileri, hiç kuşkum yok ki, seyircilerin olayı seyretme anındaki kişisel yaratıcılığını da kışkırtıyor. Gel gelelim, yukarıda da söylediğim gibi, Mozart’ın ölüm tablosunda Önder Arık ile el ele vermemesinin nedenini anlayamadığımı da açık yüreklilikle itiraf edivereyim de rahatlayayım… Pedalsız klavsen derseniz… Sizce ne edeyim de şaşırmayayım? Neyse!.. Bu arada, Nüvit Özdoğru’nun çevirisini, kendisini ışıklar içinde alkışlayarak anlatmış olayım.

Oyuncular
Oyunculardan Mustafa Kırantepe, Gökçer Genç, Erkan Horzum, Tuba Kantoğlu, Levent Güner görevlerini hakkını vererek yapmaktalar. Ali Ersan Yenar Baron’da pek zayıf kalıyor. Ali Düşenkalkar I. Venticello’nun, Payidar Tüfekçioğlu Kont Rosenberg’in, Mahmut Gökgöz Kont Von Strack’ın canlı, fiziksel ve psikolojik yönelimlerini başarıyla oluşturmuşlar. Nişan Şirinyan’ın Joseph II’si de iyi. Meral Bilginer, Constanze’yi canlı ve devingen kılıyor. “Brava” Bilginer’e. Celal Kadri Kınoğlu Salieri’ye fiziksel olarak hayat buldururken, onun içsel yüzeylerini de mükemmelleştiriyor. Zafer Algöz ise, Mozart’la özdeşleşirken, hiç ama hiç kuşkum yok ki Mozart’la duygusal bir iletişim de sağlıyor.
Kısacası, “Amadeus”, mutlaka seyredilmeyi hak ediyor. Ama bu sene, ama seneye…
Üstün Akmen
ÖNCEKİ HABER

Sanatta sınırlar yok

SONRAKİ HABER

Halkbilimi uğrunda bir ömür İlhan Başgöz 85 yaşında

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...