12 Mayıs 2007 00:00
12 Eylül düzeni
tamamen tıkandı
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mithat Sancar, CHPnin, Cumhurbaşkanlığı seçimi için 367 şartını öne sürmesi, seçimlerin ilk turunu Anayasa Mahkemesine götürmesi gibi girişimlerini, sisteme, sistem dışı bir müdahale olarak yorumladı.
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mithat Sancar, CHPnin, Cumhurbaşkanlığı seçimi için 367 şartını öne sürmesi, seçimlerin ilk turunu Anayasa Mahkemesine götürmesi gibi girişimlerini, sisteme, sistem dışı bir müdahale olarak yorumladı. Bu süreçte Anayasa ve işleyiş ile ilgili ortaya atılan tüm hukuki görüşlerin, hukuku farklı yorumlama değil, bir tür hukuk darbesi olduğuna dikkat çeken Sancar, buna karşılık AKPnin erken seçim kararı alması, Cumhurbaşkanlığı seçimini halka yaptırması, Anayasa değişiklikleri gibi girişimlerin ise AKPnin çıkış arayışları olduğunu söyledi.
Sancar, tüm bu sürecin altında 12 Eylül Anayasası ve düzeni olduğunu söyledi.
Prof. Dr. Sancar ile Cumhurbaşkanlığı seçiminden Genelkurmay Başkanlığının muhtırası, AKP ve CHPnin bu süreçteki rolünden 1 Mayısta İstanbulda yaşanan olaylara kadar konuştuk.
Cumhurbaşkanlığı seçimi için 367 şartı aranmasını, bu sürecin Anayasa Mahkemesine taşınmasını, anayasa tartışmalarını bir hukukçu olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin anayasa tartışmaları, hukuk zemininde yürüyen tartışmalar değildir. Özellikle 367 oyun toplantı yeter sayısı olarak aranması, bir siyasi duruştur, siyasi taktiktir; bir yorum farklılığı sorunu değildir. CHP ve arkasındaki güçler, AKPnin Mecliste sahip olduğu oy oranıyla istediği kişiyi cumhurbaşkanı seçebileceğini gördüklerinde, bunu engellemek için her türlü yolu kullandılar. Bu yöntemlerin büyük bir kısmı demokratik usullere ve parlamenter sistemin mekanizmalarına aykırıdır. Zaten 367 şartını gündeme ilk getirdiklerinde, çok fazla ciddiye alınmadı. Ancak süreç CHP ve birtakım güçlerin istedikleri gibi işlemeyince, bunu daha fazla gündeme getirmeye başladılar. Tabii havayı değiştiren başka faktörler de var. Anayasa Mahkemesinden iptal kararı çıkmasından önce arka arkaya üç önemli gelişme yaşandı. Birincisi Cumhurbaşkanı Sezerin Cumhuriyetin, tarihinin en ağır bunalımı ve en büyük tehlikeleriyle karşı karşıya olduğunu söylediği Harp Akademisindeki konuşması; ardından 27 Nisan gecesi ordunun internet sitesinde yayınlanan muhtıra ve CHP Genel Başkanı Deniz Baykalın eğer Anayasa Mahkemesi 367 şartı talebini reddederse toplum çatışmaya sürüklenir mealindeki sözleri. Bunlar mahkemeyi kuşatma altına almıştır. Zaten karar çıkmadan önce de çıkacak her karar bu ortamda tartışmalıydı. Anayasa Mahkemesi bu ortamda başka türlü karar verebilir miydi? Sanmıyorum. Kuşkusuz bunu söylemek, mahkemenin sorumluluğunu ortadan kaldırmıyor. Sonuç olarak 367 şartı; sisteme, sistem dışı bir müdahaledir. 27 Nisandan itibaren adım adım gelişmeleri izlediğimizde, bir tür hukuk darbesinin hedeflendiğini söyleyebiliriz. Cumhurbaşkanlığına vekalet konusu çok önemli değildi, kolayca çözülürdü; nitekim öyle de oldu. 367 kararı çıktıktan sonra Meclisin Cumhurbaşkanlığı seçimi dışında hiçbir faaliyette bulunamayacağı iddiası, Meclisi işlevsiz kılmaya yönelik bir operasyon girişimiydi. Bu ise, Meclisi askıya alan bir darbe teşebbüsünün hukuksal kılıflar içinde yaşama geçirilmek istenmesi anlamına gelir. Darbe; anayasal düzeni askıya almaktır. Bu, 367 kararıyla bir şekilde gerçekleşti. Diğer hamle yani 27 Nisan başarılı olamadı, çünkü hiçbir dayanağı yoktu, kamuoyunda açık bir destek bulmadı; aksine tepkiyle karşılandı.
Cumhurbaşkanını seçemeyen Meclis hukuksal olarak görevlerini sürdüremez mi?
Anayasanın 77nci maddesine göre, yenilenmesine karar verilen Meclisin yetkileri, yeni Meclisin seçilmesine kadar sürer. Anayasa herhangi bir yoruma yer bırakmayacak kadar net bir biçimde söylüyor. Dolayısıyla Meclisin bu sürede sadece Cumhurbaşkanlığı seçimiyle uğraşacağı görüşü, 367 gibi Anayasa sistemi dışında müdahale teşebbüsüydü, ama başarılı olamadı. Tartışma demokrasi kültürü ekseninde yürütülebilirdi ve o zaman çok da anlamlı olurdu. Cumhurbaşkanlığı seçimi usulünde böylesine önemli bir değişikliği yeni oluşacak Meclise bırakmak, çok daha demokratik bir tutum gibi. Hatta demokratik değerlere en uygun yaklaşım; yüzde 10 barajını kaldırmak, hiç değilse makul bir düzeye indirmek, böylece temsil kabiliyeti çok daha yüksek bir Meclisin oluşmasını sağlamak; konunun kamuoyunda yeterli bir süre tartışılmasını beklemek ve ondan sonra karar vermek olurdu.
AKPnin Anayasa değişiklikleri, erken seçim kararı yanında cumhurbaşkanını halkın seçmesi gibi girişimlerini de karşıt bir müdahale olarak yorumlayabilir miyiz?
Bunlar, çok aceleye getirilmiş ve kaygısı demokratikleşme dışında nedenlere dayanan bir taktiktir. AKPnin kendi şartlarını ve durumunu esas alan bir çıkış arayışıdır. AKP, eğer siz Meclise seçtiremiyorsanız biz başka şekilde seçtiririz, halka karşı hiçbir şey yapamazsınız düşüncesiyle hareket etmiştir. Bu çıkış kısa vadede, belli bir rahatlama getirebilir. Çünkü Cumhurbaşkanlığı seçiminde Meclis yetkili olduğu sürece Meclisi çeşitli yollarla etkileme çabaları, bundan önce de olduğu gibi hep olacaktır. Bu sistem, 1960lardan bu yana sıkça gördüğümüz gibi, başta ordu olmak üzere bürokratik iktidar aygıtlarının müdahalesine açık olacaktır. AKP seçimin halk tarafından yapılması görüşünü ortaya atarak, Meclisin baskı altına alınması ihtimalini ortadan kaldırmayı düşünmüş de olabilir. Bu kısa vadede bir rahatlama yaratır, ama uzun vadede sistemin daha derin krizler yaşamasına neden olabilir.
Siyasal olarak girilen krize ve yaratılan hukuk kaosuna neden olarak 12 Eylül Anayasasını gösterebilir miyiz?
Esasen 27 Nisanla birlikte ortaya çıkan tablo; 12 Eylül Anayasası ve bununla kurulan sistemin tamamen tıkandığı, hatta çöktüğü anlamına geliyor. 1982 Anayasası, Cumhurbaşkanlığını güçlü bir makam haline getiren, yürütmenin yetkilerini artıran ve toplumun hareket alanını iyice daraltan bir sistem kurdu. Bu sistem içinde cumhurbaşkanını Meclise seçtirmek kendileri açısından bir risktir. Çünkü Mecliste çoğunluğu yakalayan bir partinin cumhurbaşkanını seçebileceğini de düşünmeleri gerekiyordu. Düşünmüş olabilirler, ama bana göre nihai güvence konusundaki yaklaşımları şöyleydi: Eğer bir yerde bizim istemediğimiz güçler, siyasi gruplar, toplumsal kesimler Mecliste çoğunluğa sahip olurlarsa buna karşı ordu devreye girer. 12 Eylül rejimi, sistemin işleyişini anayasal mekanizmalara bırakmış değil, tam tersine kendilerinin nihai olarak bu işin hakemi ve belirleyicisi olacaklarını düşünmüşlerdi. Bu son krizde de açıkça görüldüğü gibi, toplumun zayıf, iktidarın aygıtlarının güçlü olduğu sistem, sorunların toplumsal zeminde ve siyasal yöntemlerle değil, iktidar aygıtları arasındaki çekişmelerle ve buradaki güç dengelerine göre çözülmesi arayışını teşvik ediyor. Bu şartlarda çoğulcu siyasal zemin ve temel hukuksal mekanizmalar kolayca devre dışı bırakılabiliyor. CHPnin tutumu bunun tipik örneğidir. 1982 Anayasası bu oyunu teşvik ediyor. Bu Anayasayla kurulan sistem, 27 Nisan itibariyle artık son darbeyi yemiştir.
Toplum ve solun bu sürece dahil olamadıklarını düşünüyor musunuz?
Sosyalist sol, sürecin büyük ölçüde dışında kaldı, Cumhurbaşkanlığı seçimini ciddiye almadı. Oysa bu, sadece şekli bir parlamenter mesele değildi. Toplumun bugününü ve geleceğini etkileyen her sorun, solun gündeminde olmalıdır. Cumhurbaşkanlığı seçiminden en az bir yıl önceden, demokratlığı tartışma götürmeyen, hukuk devleti ilkelerine bağlı ve sosyal sorunlara duyarlı saygın bir cumhurbaşkanı talebiyle ortaya çıkılabilir; hatta aday da belirlenip bir kampanya tertiplenebilirdi. Bu kampanyada, ayrıca cumhurbaşkanının yetkilerinin azaltılması ve demokratik siyaset kanallarının güçlendirilmesi talebi de işlenebilirdi. Böyle bir çıkış eğer erkenden yapılsaydı, toplumda sanıldığından daha geniş bir yankı bulabilirdi. Sol, bunun ne kadar önemli bir sorun olduğunu, sistemin bütün unsurlarını etkileyen bir krize dönüşebileceğini görmedi. Veya gördü, ama sorunu hakkıyla kavrayan bir tutum geliştiremedi. Sonuçta gündemin belirlenmesine etki eden değil, başka güçler tarafından oluşturulan gündemin peşine takılan bir noktaya geldi. Bu şartlarda yapılacak bazı şeyler var hâlâ. Örneğin her türlü darbe girişimine ve darbeci anlayışa kayıtsız şartsız karşı çıkmak zorundadır sosyalist sol. Toplumda şeriat tehlikesi olduğu yönünde oluşturulan korkuyu da sol, bir şeriat tehlikesi olarak algılamak zorunda değildir. Ortada kuşkusuz din referanslı toplum ve siyaset projeleri var; belli bir güce de eriştiklerini görüyoruz. Solun bununla, kendi demokratik ve eşitlikçi, özgür sistem talebiyle mücadele etmesi gerekir. (Ankara/EVRENSEL)
AKP sorumluluğunda faşizan tavır
1 Mayısta İstanbulda yaşananları, yöneticilerin tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Mağduriyetten dolayı demokrasiye en çok sahip çıkan siyasi güç olarak gösterilen AKP, 1 Mayısta bu kadar faşizan bir tavırla alınan önlemlerin, bu kadar gaddarca yapılan saldırıların tüm sorumluluğunu hükümet olarak omuzlarında taşıyor, taşıyacaktır. Saldırıların ardından sergilediği tutum, AKPnin hukuk devleti ve demokrasi konusundaki samimiyetsizliğinin göstergesidir.
Ayrıca olaylarla ilgili sosyalist sol ve insan hakları savunucuları dışında Kemalistlerin, CHPnin, Tandoğan ve Çağlayan mitingleri örgütleyicilerinin hiçbir tepki göstermemeleri de, aslında bu mitinglerin ne kadar kucaklayıcı, kapsayıcı ve demokrat bir zihniyete sahip olduklarının da ölçüsüdür. Bu gösteri yürüyüşü bana olduğu sürece demokratik bir hak, ama sistemin tehlikeli gördüklerine bu hakkı tanımadıkları zaman ben susarım anlayışıdır.
Bugün yaratılan kutuplaşmada, cumhuriyetçi güçler diye anılan kesimlerin ciddi bir demokrasi derdine sahip olmadıkları açıkça görülüyor. Bunların içinde faşizan ulusalcı grupları bu açıdan anmaya bile gerek yok. AKPnin de, pragmatist ve araçsalcı bir yaklaşımın etkisi altında olduğu ortada; onların da, herkes için demokrasi talebine uzak olduğunu görüyoruz. Bu durumda, sosyalist sol kapsamlı ve kapsayıcı bir demokrasi projesinin en güvenilir adresi olarak ortaya çıkmak ve sesini duyurmak gibi bir görevle karşı karşıyadır.
Müge Tuzcuoğlu