22 Mayıs 2007 00:00

GÖZLEMEVİ

Festival nedeniyle Trabzon’da kaldığım akşamların bir akşamüstüsünde bir avuç tiyatroseverin 2006’nın Mayıs ayında kurduğu gencecik bir tiyatro olan Trabzon Şehir Tiyatrosu’nun oyununa da gittim.

Paylaş

Festival nedeniyle Trabzon’da kaldığım akşamların bir akşamüstüsünde bir avuç tiyatroseverin 2006’nın Mayıs ayında kurduğu gencecik bir tiyatro olan Trabzon Şehir Tiyatrosu’nun oyununa da gittim. “Bu kentin bir çocuk tiyatrosu, bir kadın tiyatrosu, bir işçi tiyatrosu, bir köy tiyatrosu olması gerek” diye düşünmüşler. Belediye ile uzaktan yakından ilgisi olmayan tiyatrolarında eğitim vererek oyuncu kazandırmayı, kent insanına tiyatroyu sevdirmeyi, gençleri kahve köşelerinden, kötü alışkanlıklardan uzaklaştırıp temiz, düzeyli ortamlara çekerek şiddetten uzak, topluma yararlı bireyler yaratmayı amaçlamışlar. Geçen yılın aralık ayından bu yana Dukovski’nin “Barut Fıçısı”nı oynamaktaymışlar.

Yeni başlanınca “Olur Böyle Vakalar”
Oyunu sahneye Trabzon Devlet Tiyatrosu sanatçılarından Mesut Yüce koymuş. Koyarken, ne yalan söyleyeyim, metindeki karakterlerin sürekli gerginliğini, yıllardır dostluk içinde yaşamış o gergin insanları; her an karşı karşıya gelmeye hazır dostlukların altını yeterince çizememiş. Yugoslavya’nın acı gerçeğini, toplumun ruhsal ve psikolojik çöküşünü, Hitler’den sonra Avrupa’daki bu en iğrenç savaşın nedenlerini slayt gösterisi aracılığıyla vermeyi yeğlemiş. Uzun slayt gösterileriyse tempoyu kısıtlamış. Hiç yoktan nedenlerle sille tokat dövüşen, birbirlerine silah çeken, sefalet ve umutsuzluktan sıyrılma uğraşındaki Balkan halkına ilişkin beşinci, haydi bilemediniz altıncı öyküden sonra hafif çiklet tadı vermeye başlayan, ilginçliğini yitiren öyküler sahne temposu da olmayınca sıkıcılığa mahkûm olmuş. 2. tabloda, Birinci Karakterin İkinci Karaktere: “Şarap ister misin” diye sorduktan sonra Votka şişesini eline alması; sonrasında İkinci Karakterin Birinci Karaktere aynı soruyu yinelemesinden ve: “Evet” yanıtını aldıktan sonra dışarıya yönelmesi gibi mizansen hatalarından vazgeçtim, Mesut Yüce’nin çaresizlikten başvurduğu ve oyuncuların ataletiyle daha da battallaşan oyunda zorunlu olarak uyguladığı black-out’larla olmayan tempo eksiye kadar düşmüş. Tablo bitiyor, oyuncu hâlâ bekliyor... Tablo başlıyor oyuncu gene bekliyor… Selama geç çıkılır mı? Bu kadro selama da geç çıkıyor!
Neyse! Bu kadar eleştiri yeter. Madem ki bir işe soyunmuşlar, inanıyorum mutlaka başaracaklar. Oyunculuklara gelecek yıl oyunlarını izleme olanağı bulursam dokunurum. Ama Özlem Şahin kızıma bir önerim var. Yeteneğini gördüm, tamam da beni dinlerse mutlaka ses-nefes çalışmalı, yoksa bu işi bırakmalı.

“16. Koğuş”
Romanya’nın Oradea Devlet Tiyatrosu, festivalde 2006-2007 sezonu oyunlarından Anton Çehov’un “16 Numaralı Koğuş”u ile yer aldı. Bir saat elli dakika süren oyunda anlatıcı kullanılmasaydı daha mı iyi olurdu, gösterinin ertesi günü oyunu romandan uyarlayan ve yöneten Petru Vutcarãu ile biraz tartıştık. Uzuuun mu uzun repliklere bir de anlatıcının anlatımı girince oyun sıkıcı olabilirdi. Olabilirdi diyorum, çünkü hiç de sıkıcı değildi oyun. Nedeni, iyi oynanıyordu. İyi oynanmasaydı bu oyuna oyun demez, hiç kuşkunuz olmasın “devinim katılmış okuma tiyatrosu” derdim. İnsanların içinde bulunduğu kötü koşulların değişmesi için herkesin sorumluluk duyması ve bir şeyler yapması gerektiği; güçlü-güçsüz ilişkisi; şiddete karşı olunamaması halinde şiddetin kişinin kendisine döneceği iletilerini kapsayan oyunda, 115 yıl sonra hâl⠓… en aşağılık durumun en yüksek düzeyini” yaşamakta olduğumuza tanık olmak doğrusu umudumu oldukça kırdı. Gene de, Raghin’de Volin Costin’i; Anlatıcı’da, Hemşire’de ve Dariuşka’da Elvira Platon-Rimbu’yu, ama özellikle Gromov’da Richard Balint’i izlemenizi çok isterdim.

Moldovalıların Gogol yorumu
Devletin isimsiz otoritesinin insanlar üzerinde yarattığı korkuyu öne çıkaran Nikolay Gogol’ün (1809-1852) 1836 yılında yazdığı “Müfettiş”i gecelerden bir gece Moldova’nın Eugene Ionesco Tiyatrosu yapımı olarak izledik. Belediye başkanı, yargıç gibi doğrudan devlet hizmetinde çalışanların yanı sıra; tüccarlar, toprak ağaları ve benzerlerinin dolayısıyla bu insanlardan çıkarı olan kişilerin arasında doğal olarak sürüp giden karmaşık ilişkiler “malûm olduğu veçhile” ne yazık ki günümüzde de sürüp gitmekte. Oyunu sahneye koyan Petru Vutcarãu, Gogol’ün oyunda görülen sert gerçekçi, devlet parodisi biçiminde beliren tutumuyla, oyun hakkında yazdığı yazılarda ve mektuplarda görülen yarı-romantik, maneviyatçı söylem arasındaki çelişkiyi pek çözememiş gibi geldi bana. Çözemediği için de köşe dönmeciliğin, rüşvetin yükselen değerler olduğu 1800’ler Rusya’sını eserlerinde acımasızca eleştiren Gogol’ün, diğer yandan çözüm ve umut üretebilecek bir toplumsal odak bulamaması ve bu nedenle “yarı-romantik”, giderek “maneviyatçı” söyleme sürüklendiği gerçeğini de yakalayamamış. Gerçi Gogol’ün dingin dil yapısını sahne diliyle süslemesini bilmiş bilmesine de, nedense oyunun ana eksenini bireyin vicdanı ve karanlık yanları arasındaki çatışma üzerine kurmamış. Gene de evrensel özellikler taşıyan, kasabada somutlaşan kokuşmuş sistemin, yozlaşmayı normalleştirmiş bir devlet işleyişinin, gücünün farkında olmayan ve asıl çelişkileri görmekten uzak bir halkın ideolojilerini seyircinin rahatça algılamasını zeki yöntemlerle sağlamış. Absürd öğeleri, insanın: “Ne ilgisi var bunun gerçeklikle,” diyemeyeceği öğeler arasından seçmiş. Kim ne derse desin, oyunu kaba çizgili bir fars olarak işlemekten dikkatle kaçınmış. Terazi duyarlılığıyla grotesk biçem içine oturturken de, grotesk unsurları sulandırmaktan, Hlestakov’u basit bir vodvil serserisi olarak tanımlamaktan ciddiyetle, dikkatle, özenle kaçınmış. Ama nedense bir imlemeyi defalarca yinelemiş. Yeni bir dramatik unsur yaratma çabasının merkezine yerleştirdiği kopuk düşünce gücüyle, bu düşünce gücünün ötesinde duran gerçeği içinde toplayan sahne imgelerinin dilini aramak, deşmek, gerçeğin altını üstüne getirmek uğruna, örneğin Hlestakov’u ilk tanıdığımız tabloyu olamazcasına uzatarak seyirciyi tam anlamıyla “baymış”. Ancaaak… “Black-Out”lardan dikkatle kaçınarak dinamik bir reji yaratmış, mükemmel bir oyunculuk elde etmiş.

Çinlilerde umduğumu bulamadım
Festivalin son iki gecesinden birinde izlediğimiz Şangay Dramatik Sanatlar Merkezi, doğrusu bende ciddi anlamda hayal kırıklığı yarattı. Yönetmen He Nian, Nick Yu’nun yazdığı “Köpeğin Yüzü”nü büyük ölçüde simgelere baş vurarak ve ezgi, sözsüz oyun sanatlarından yararlanarak sahnelemeye çalışmıştı, ama bu çalışmaya kimse tiyatro diyemezdi. Nian’ın çalışmasında sessiz sinemadaki içerik ile oyuncuların kinestetik performansları arasındaki bire bir ilişki bile tutmamıştı. Karakterlerin fazla kaçan fiziksel ifadeleri, belirgin hareket motifleri bu “çocuk oyunu” niteliğindeki çalışmaya tüy dikti. Alkışlarken, bunları yazabilmek için içimin içime sığmadığını duyumsadım.
Esasında: “Trajedinin kaynağını oluşturan mitten yola çıkarak temel aşk üçgeni üzerinde odaklanır,” diye konusunu özetin özeti olarak özetleyebileceğim “Medea”yı Slovenya’nın Mini Tiyatro’sunun nasıl yorumladığınıysa sakın ola sormayın. Daha doğrusu açtırmayın kutuyu söyletmeyin kötüyü.

Mükemmel organizasyon
Bütün bu anlattıklarım elbette eleştirmen gözlüklü izlenimler. Festivalin esas değerini kapanış balosunda gözlemledim ben. Ayrı dillerden, ayrı dinlerden, ayrı göreneklerden insanlar birlikte dans etti, birbirlerine sarılıp veda etti. Trabzonlular tiyatrocuları yüreklerine basmaları yanı sıra olamazcasına konukseverliklerini sergilediler. Buydu işte tiyatro… Yararını herkes fark etti. Bu arada bir gerçek daha var ki, Trabzon Devlet Tiyatrosu’nun müdürü Burak Karaman ve ekibi o gece ayakta alkışlanmayı çoktan hak etmişti.
Üstün Akmen
ÖNCEKİ HABER

Alman askerleri Afganistan’dan çekilmiyor

SONRAKİ HABER

Eren Keskin: Kadın savaşta ganimet olarak görülüyor

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa