02 Haziran 2007 00:00
YENİ DÜNYA
Çoğu dost sohbetinin olmazsa olmazıdır. Laf nereden dolaşır gelir bilinmez ama en sonunda biri patlatır, Bu Amerikalılar öylesine cahil ki dünya haritasında Türkiyenin yerini bile gösteremezler.
Çoğu dost sohbetinin olmazsa olmazıdır. Laf nereden dolaşır gelir bilinmez ama en sonunda biri patlatır, Bu Amerikalılar öylesine cahil ki dünya haritasında Türkiyenin yerini bile gösteremezler. Evet, bizim durduğumuz noktadan Amerikalılar için önemli bir cahillik göstergesidir Türkiyenin yerinin bilinmemesi. Adamlar değil aya isterse güneşe gitsin, İstanbulun surlarını aşıp Viyana kapılarına uzanan bir imparatorluk ve onun mirasçılarından bihaber oldukları sürece cahildirler. Günümüzde artık geçmişe referanslarla ayakta tutulmaya çalışılan güçlü Türkiye vurgusu geleceğe dair beklentilerle süsleniyor. Genç, dinamik, istikrarlı büyüyen ekonomisi, Batı piyasalarını altüst eden ve dünyanın en zengin işadamları listelerine giren yerli girişimcileriyle Türkiyenin artık sadece askeri bir güç olarak değil ekonomik bir güç olarak da dünya politikasında belirleyici bir rol oynamakta olduğu sık sık dile getiriliyor. Gelin bir an için önümüzdeki aylarda sıkça duyacağımız bu süslü cümleleri bir kenara bırakalım ve kalkınma göstergeleri ışığında cahil Amerikalının bir türlü cevaplayamadığı soruyu bu kez kendimize yöneltelim: Biz dünyanın neresindeyiz?
***
1970lere değin iktisat literatüründe kalkınma ve büyüme arasında net bir ayrım yapılmazken yegane kalkınma kriteri olarak kişi başına düşen milli gelir kullanılmaktaydı. Kalkınma iktisadının yükselişiyle birlikte kimi iktisatçılar büyüme rakamları ile toplumların refah seviyesindeki veya yaşam kalitesindeki artış arasında doğrudan bir ilişki kurmanın yanlışlığını vurgularken, gelir eşitsizliğinden, devletin kamu harcamalarındaki ideolojik tercihlerine kadar bir dizi etkenin bu ilişkinin kurulamamasındaki rolünü sorgulamaya başladılar. Egemen iktisat öğretisine benzer eleştiriler yönelten iktisatçıların doğrudan pratiğe yönelik bir başka soruyu da yanıtlamaları gerekiyordu. Eğer kişi başına düşen milli gelir doğru bir ölçüt değilse ülkelerin kalkınma seviyelerini nasıl ölçer ve karşılaştırırız?
Bu kaygılar Nobel ödüllü iktisatçı Amartya Senin başını çektiği bir grup akademisyeni, 1990dan beri Birleşmiş Milletler Kalkınma Örgütü tarafından her yıl açıklanan İnsani Kalkınma Endeksini (İKE) oluşturmaya yöneltti. İKE hesaplanırken kişi başına düşen milli gelirin satın alma gücü paritesi (SGP) ile hesaplanması ile elde edilen refah standardı, yetişkinler arasındaki okuma-yazma oranı ve ortalama eğitim süresi ile ifade edilen eğitim standardı ve yaşam beklentisi ile ifade edilen sağlık standardı olmak üzere üç temel kriter kullanılmaktadır.
2006 yılına ait İKEden de açıkça gözlemlenmektedir ki daha hızlı büyüme her zaman yaşam kalitesinde daha büyük bir artış anlamına gelmemektedir. Diğer bir deyişle kişi başı geliri daha yüksek olan ülkeler kişi başı geliri daha düşük olan ülkelere göre insani gelişmişlik değerleri açısından daha geride yer alabilmektedir. Burada önemli olan elbette büyüme sürecinde yaratılan kaynakların ne şekilde dağıtıldığı ve hangi alanlarda kullanıldığıdır. Söz gelimi dolar cinsinden kişi başına düşen satın alma gücü Türkiyede 7 bin 753 dolar iken, Sri Lankada 4 bin 390 dolar düzeyindedir. Ne var ki Türkiye satın alma gücündeki bu farka rağmen İKEye göre Sri Lankanın ancak bir basamak üzerinde bulunmaktadır. Diğer yandan, doğal kaynakları kısıtlı, küçük, Amerikan ambargosu altında ayakta durmaya çalışan bir ekonomiye sahip Kübanın petrol zengini birçok ülkenin çok daha üzerinde, 50. sırada yer alması devletin önceliklerinin halkın refah seviyesine doğrudan etkisini gözler önüne sermektedir. İKE sıralamasında Türkiye Fiji Adaları ve Paraguayın hemen altında, 177 ülke arasında 92. sırada yer almaktadır. Bu arada bir parantez açarak belirtelim ki bu endekste Türkiyenin civarında ya da altında yer alan ülkelerin yüzde 90ını çoğumuz haritada gösteremeyeceğimiz gibi birçoklarının adını da ilk kez duymuşuzdur.
Genel eğitim seviyesi açısından Türkiyenin durumu daha da içler acısı. Okula giden nüfusun toplam nüfusa oranlandığı sıralamada Türkiye Antigua ve Barbudanın hemen üzerinde 103. sırada yer almaktadır. Okuma-yazma bilmeyen yetişkin nüfusun toplama oranı ise yüzde 12.6 seviyesindedir ve bu sıralamada da Türkiye Yeni Gine ve Dominik Cumhuriyetinin hemen üzerinde 63. sırada yer almaktadır. Okuma-yazma bilmeyen nüfusun oranının en düşük olduğu ülke ise yüzde 0.2 ile Kübadır.
Sağlık kriterleri açısından da durum pek farklı değil. Beklenen ortalama yaşam süresi 68.9 yıl olan Türkiye bu sıralamada da Vanuatunun hemen ardından 101. sırada yer almaktadır. Kısacası vatandaşlarımız gelişmiş ülke ortalamasının on yıl altında bir ömür sürmektedir.
Kadınların ekonomik, politik ve sosyal yaşama katılımını ve etkinliğini ölçen toplumsal cinsiyet endeksinde Türkiye Mısır, Suudi Arabistan ve Yemenin hemen üzerinde 75 ülke arasında 72. sırada yer almaktadır. Yine kadınların genel eğitim seviyesinin erkeklere oranı açısından Türkiye 189 ülke arasında 162. sıradadır. Endekste İranın Türkiyenin üzerinde yer aldığı düşünülürse şeriat karşıtı mitinglerin değişmez sloganı Türkiye İran olmayacak üzerinde sanırım bir kez daha düşünmekte fayda var.
***
Büyüme rakamlarının halkımızın yaşam kalitesine yansımamasında gelir dağılımı eşitsizliği kadar devletin kaynak aktarımındaki tercihleri de önemli bir rol oynamaktadır. Hastanenin olmadığı, okulun bulunmadığı, temiz suya erişim sağlayacak altyapının kurulmadığı bölgelerde bireylerin geliri 3 iken 5 olsa ne oranda etkili olur?
Bu göstergeler karşısında neden dünyanın büyük bölümüne oranla daha cahiliz, neden daha kötü yaşıyor ve daha çabuk ölüyoruz soruları ister istemez akla geliyor. Ama biz bunlarla canımızı sıkmayalım, Bazı iç ve dış mihraklar hızla büyüyen (gelişmekte olan ülke ortalamalarının altında olsa dahi) ve gelişen ülkemizi çekemiyorlar! diyelim adet yerini bulsun.
Murat Birdal