10 Haziran 2007 00:00

nallıhan dedikleri

Pırıltılı bir nisan sabahı. Ağaçlar yeşermek şöyle dursun, vişne, erik, badem ve kiraz ağaçları, her zamanki telaşlı ve aceleci halleriyle çiçeğe durmuşlar bile. Doğa geriniyor, uyanıyor; bu görüntü ve algılama insana, içinde bulunduğu koşullar ne olursa olsun, yaşama sevinci ve coşkusu veriyor.

Paylaş

Pırıltılı bir nisan sabahı. Ağaçlar yeşermek şöyle dursun, vişne, erik, badem ve kiraz ağaçları, her zamanki telaşlı ve aceleci halleriyle çiçeğe durmuşlar bile. Doğa geriniyor, uyanıyor; bu görüntü ve algılama insana, içinde bulunduğu koşullar ne olursa olsun, yaşama sevinci ve coşkusu veriyor. Böyle bir günde doğaya koşmak, ona dokunmak gerek.
Kaç zamandır isterim Ankara’ya sadece 160 km uzaklıktaki ya da yakınlıktaki Nallıhan ilçemizi yeniden görmeyi, çevresini gezip dolaşmayı, yol kenarlarına kadar inen çam ve ardıç ağaçlarını gözlerimle okşamayı, ardıç tohumlarını avucumda ezip koklamayı.
Maaile, yani, eşim, kızım, damadım arabaya doluştuk, burnunu, Ayaş, Beypazarı, Nallıhan yönüne çevirdik ve deh dedik.
Nallıhan’ı yeniden görmeyi yeğlemenin özel bir nedeni daha vardı: On beş yıl önce seksen altı yaşında hayattan ayrılan anamın doğup büyüdüğü yer olan Nallıhan’ın Tekke köyünü bir kez daha görmek, çocukluğumda anamdan dinlediğim ve belleğime yerleşen gizemli anıları tazelemekti.
Yolumuz üzerindeki, çoğu zaman uğramadan geçip gittiğimiz Ayaş ilçesine bir merhaba diyelim dedik. Dik bayırdan inerek, vadi içine yerleşmiş Ayaş’ın o zarif mimarisini yansıtan evlerini, kesme taştan yapılmış iki küçük camisini ve bitişiğindeki üstü kubbeli şirin hamamını hayranlıkla seyrettik. Meydandaki dostlarla, temmuz, ağustos aylarında Ayaş’ın ballı dutlarında buluşmak üzere vedalaştık.
Çayırhan’ı geçince Sarıyar Barajı’nın bir kolu üzerindeki Kuş Cenneti kıyısında mola vermek şart oldu. 168’den fazla kuş türüne yataklık eden bu cennete, adını bilemediğim yüzlerce kanatlı daireler çiziyor, karabataklar boyunlarını daldırıp çıkartıyorlardı.
Yolun iki yanını kah yakından kah uzaktan izleyen tepelerde gördüğümüz jeolojik oluşumlar insanı hayretten hayrete düşürüyordu. Toprak sarısından başlayıp gitgide koyulaşarak, kimi zaman eflatuna, kimi zaman bakır kırmızısına dönüşen tepecikler bazen de killi tabakalarda zamanla aşınarak, irili ufaklı yaban hayvanlarının barındıkları mağaracıklara dönüşüyorlardı. Zamana meydan okuyan kayalıklar heybetli yontulardı.
Uzatmayalım, az gittik uz gittik bir saat sonra Nallıhan’daydık:

Nallıhan dedikleri
Pirinçtir yedikleri
Çok hoşuma gidiyor
Le gacım dedikleri.

Nallıhan bu heybetli yapı içine yerleşmiş ve küçük kasaba görüntüsünden çıkarak betonlaşmaktan kurtulamamış bir yerleşme yeriydi. Böyle de olsa henüz zarafetini koruyan şirin evleri, 1594 yılında Osmanlı veziri Nasuh Paşa tarafından yaptırılan Nasuh Paşa Camii ile Kocahan ve 1890 tarihli belediye binası gibi yapılar insanın gözünü bugün bile kamaştırmaktadır.

Hoşebe
Çocuklar Nallıhan’ın ünlü iğne oyası dükkanlarını dolaşırken ben de ana caddeye bir göz attım. Bütün dükkanların önü yine yaldızlı kağıtlı ne idiği belirsiz hazır çerez poşetlerle doluydu. Beyaz eşya satan dükkanlar ile giysi mağazaları Ankara’nın aynısıydı. Pazar yeri kalabalıktı ama mevsim gereği yerli ürünler, sebze ve meyveler henüz çıkmadığı için pek renkli sayılmazdı. Caddelerde “sıkmabaş” pek görünmüyordu, halk rahat ve kendi halindeydi. Yalnız çoğu gençler ile orta yaşlıların parmaklarında ya da dudaklarında sigara hiç eksik değildi. Lokantalarını sordum, birçok kebapçı, yerel yemekleri sunan aşçı vardı. İki büyük içkili lokanta bulunuyordu. Bu bana her yıl gittiğim Beypazarı’nda ne içkili lokanta ne de içki satan yer bulunmadığını anımsattı. Bu hal, her iki ilçenin de MHP’li belediye başkanlarının, içkiye ayrı ayrı yaklaştıklarını düşündürdü. İyi mi kötü mü ben bilemem!...
Öğle olmuş yemek zamanı gelmişti. Tekkeli hemşerilerim, Arif ile oğlu Yüksel Aydınlı’nın çalıştırdıkları Çiçek kasabına hem selamlaşmak hem de nerede yemek yiyebileceğimizi sormak için uğradık. Arif benim alışkanlıklarımı bildiği için: “En iyisi siz Hoşebe’ye gidin” tavsiyesinde bulundu. Hoşebe arabayla 15 dakika mesafede, çepeçevre ardıç ağaçlarıyla kaplı yemyeşil bir alandı. Bunun bir yamacında, dik çatılı kır estetiğine uygun iki katlı tertemiz bir lokanta vardı. Havada ılık nisan güneşi ve ardıç kokusu vardı. Ev sahibimiz Rahmi Bey’in bahçede kurduğu sofra, kalabalık değil ama seçkin yiyecekler ile doluydu. Çiçek kasabından aldığı etler ardıç ve kekik kokuluydu. Hani iltimas geçerek söylemiyorum ama Ankara’da nereden alırsanız alın bu rahiyada, bu lezzette et bulmazsınız. Yemek konusunu uzatıp görgüsüzlük etmek istemem, ancak Rahmi Bey’in ikram ettiği yaprak sarması, ev baklavasıyla bir kadeh rakıyı da okurlardan saklarsam ayıp etmiş olmam mı?

Tekke köyü ve Bacım Sultan Türbesi
Yazımın başında anamın Tekke köyünde doğup büyüdüğünü kaydetmiştim. Yani bir koldan ben de Tekkeli sayılırdım. Anamın babası, dedem Jandarma Yüzbaşısı Alaattin Mehmet Ağa, önceleri at sırtında Ayıngacı -yani tütün kaçakçıları- peşinde dolaşırmış sonra Ankara’ya gelip Hacıbayram Mahallesi’ne yerleşmiş. Her zaman benim için asıl önemli olan anamın köyü ve Bacım Sultan ile ilgili anılarıydı. Bacım Sultan 13. yüzyılda yaşamış Yunus Emre’nin hocası Tabtuk Emre’nin büyük kızıydı.
Tabtuk Emre’den kırk yıl ders almış, hoşgörüyü ve insan sevgisini özümsemiş Yunus Emre’nin şu dizeleri hocasıyla gönül bağını anlatır:

Tabtuk’un tapusunda
Kul olduk kapusunda
Yunus miskin çiğ idük
Pişdik elhamdülillah

Tabtuk Emre dergahına
Bacım Sultanın gönül bahçesine
Yunus gönül sofrasına
Hoş geldiniz, sefa getirdiniz

Anam, Hacı Bektaşi Veli ve Yunus Emre kuşağının doğaya, toprağa ve insana değer veren bu hümanist ama aynı zamanda gizemli ortamında ilk gençliğini yaşamıştı. Anamın anlattığı, sarı yeşil tüle bürünmüş bir kısa öyküyü bugün bile anımsarım: Anam on üç on dört yaşlarındayken, sanırım yaşı gereği psikolojik bir dürtüyle ayakları tutulmuş, yürüyemez olmuş. Anamı bir gece türbede Bacım Sultan’ın yanı başına yatırmışlar ve ertesi gün türbeden tıpış tıpış inmiş.
İşte anamın tıpış tıpış indiği kırk basamaklı merdiveni ben 23 Nisan öğle sonrası bir kolumda kızım, merdivenin demir parmaklıklarına asılarak güçlükle tırmandım. Bakalım Bacım Sultan benim 82 yıllık yorgun bacaklarıma derman olacak mı?
Yontma taş duvarlarla örülmüş oldukça geniş türbenin ahşap kapısı açıktı; tabanı nadide seccadeler ve elle işlenmiş küçük parçalarla kaplıydı. Dövme demirli pencerelerden süzülen ışık içeriye mistik bir hava veriyordu. Karşı duvarın önünde Bacım Sultan’ın sandukası yeşil üzerine elle işlenmiş bir ayetin bulunduğu örtü ile kaplanmıştı. Karşısındaki duvarın önüne sıralanmış altı yedi sanduka yakınları ile hizmetkarlarına aitti ve yine aynı biçimde yeşil örtülerle kaplıydı.
Kapının sağ tarafında kafesle ayrılmış kısımda biraz daha büyücek üç sandukanın ilkinde Bacım Sultan’ın eşi yanında da sanırım iki oğlu yatıyordu. Sandukaların başında o zamana özgü takke biçimindeki şapkalar mezarların er kişilere ait olduğunu gösteriyordu. Bütün tekke tertemiz, pırıl pırıldı.
Taş yapının ön yüzünde iki metre kadar genişlikte bir taraça uzanıyor ve bu uzantı binanın yan duvarı boyunca devam ediyordu. Arka cepheden sonra ağaçlıklı bir bahçe ve bir çeşme görünüyordu. Taraçanın demir parmaklıkları boyunca aralıklı olarak konulan kanepelere oturduğumuz zaman, kırk basamakla çıkılan türbenin bir kartal yuvası gibi kayalıklar üzerine kurulduğunu fark ediyor ve seyrettiğiniz yemyeşil derin vadinin yer yer çam ve ardıç ağaçlarıyla noktalanmış olduğunu görüyordunuz. Göz alabildiğine uzanan bu derin manzara ne yazıyla ne sözle anlatılamayacak denli muhteşemdi. Tabtuk Emre’nin kızı Bacım Sultan’ın ve öğrencisi Yunus Emre’nin, yaşadıkları zamanda nasıl doğayla bütünleştirdiklerinin ve insancıl öğretilerinin anlamını kavramak için kırk merdiveni tırmanıp bu derin vadiyi uzun uzun seyretmek gerek.
Terk edilmiş bir efsane gibi duran Tekke köyünden ayrılırken, yüzlerce yıl önce kütüklerden yapılma buğday ambarlarını ibretle ve hayranlıkla seyrettik; çam ve ardıç ağaçlı yolda ilerlerken Yunus’un şu dizeleri dudaklarımızdaydı:

Diyor ki Yunus hocasına
Sofilere sohbet gerek
Ahilere ahiret gerek
Mecnunlara Leyla gerek
Bana seni gerek seni.

Alaattin Bilgi
ÖNCEKİ HABER

korkulu rüya: başlık parası

SONRAKİ HABER

1967: ortadoğu’da dönüm noktası

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa