10 Haziran 2007 00:00

her şey baştan çarpık kuruldu

Her şey baştan bozuk ve çarpık olarak kuruldu ve öyle de devam ettirildi. Bu memleket, devrim diyenlere; “Biz inkılabı yaptık” diye yanıt veren pespaye bürokrat ve yöneticilerin elinde şekillendi. Aslında bu lafın toplumsal hayatı ve yönetim erkini belirlediği noktada çuvallama başlamıştır.

Paylaş


tuncel kurtiz
Türk sinemasının çınarlarından Tuncel Kurtiz, yönetmenlerin birlikte çalışmayı hayal ettiği, o oynasın diye karakterler yarattığı nadir isimlerden. Yıllarca yurtdışında yaşamasına rağmen, bu toprakların sesini, kokusunu beyaz perdeye en iyi yansıtan oyunculardan biri. Oynadığı onlarca oyun, film ve diziden edindiği tecrübeyle çalışkanlığını ustaca birleştirebilmesi bile, ona anıtsal bir özellik kazandırmaya yeterli. Rol aldığı unutulmaz filmlerin listesi hayli kabarık olan sanatçı, son olarak Fatih Akın’ın En İyi Senaryo Ödülü aldığı “Yaşamın Kıyısında” filmiyle Cannes’a katıldı.

Sayın Tuncel Kurtiz, dünyaca ünlü bir oyuncusunuz ve uzun zamandır tiyatro sahnelerinde görünmüyorsunuz. Dizilerde izliyoruz sizi. Bunun özel bir sebebi mi var, yoksa tiyatroya olan inancınız mı kalmadı?
Türkiye’ye 1991 yılında geldiğimde gençlerle amatör tiyatro yapmayı seçtim. Gençlerle “Son Tanrıça” diye bir iş yaptık. Daha önce Almanya’da 100 kişilik bir işçi korosuyla, yani emekçilerle çalıştık. Bu koronun içinde Türk, Kürt, İtalyan ve Amerikalı da vardı, Portekizli de. Bunlar bana inandıkları için benimle çalıştılar ve övündüğüm bir iş çıktı ortaya. Çalışmamızın adını “Günümüz için Bir Ayin-Şeyh Bedrettin” olarak belirledik.
Bu çalışmayı aynen olduğu gibi Türkiye’de de yapmak istedim. Ancak bunu yaparken hedefim şuydu; alışılmış, geleneksel olan, Avrupa’dan bize gelmiş tiyatronun dışında başka bir şey yapmayı arıyordum, bilmediğim bir şey yapmak istiyordum, kısaca ben ayin yapmak istiyordum. Ruhani ayinlerinden, kadiri ayinlerinden yararlanmaya çalıştım, binlerce yıldır sürüp gelen o Ortodoks ayinlerinden yararlanmaya çalıştım. Ortodoks ayinleri, öncesi Yezidi ayinleri, putperest ayinlerinden yararlanmaya çalıştım. Bir bilim içinde, hayatın içinde üreten insanın; güneşe, yağmura, aya tapınmasını aktarmaya çalıştım.
Bu arada Ferhan Şensoy’un teklifiyle “Çok Tuhaf Bir Soruşturma”yı oynadım ki, benim daha önceden alışık olduğum bir çalışmaydı ama Ferhan Şensoy’un okulunun içine girmek kolay olmadı. Uğraştım, fena da olmadı. Ondan sonra bir kalp krizi, işte dört damardan bir by-pass ameliyatından sonra sigara yasağı ve o yoğun çalışma temposu dışına çıkmak gerekti. Edremit’e yerleştim. Ancak orada da tabii boş oturmadım, yine çalışma yapmaya devam ettim. İstanbul’dan kimi sanatçı dostlar geldi buraya yerleşti ve güzel işler yaptık. Bir taraftan caz orkestrası, bir taraftan türküler, bir taraftan İzmir, Kemalpaşa’dan gelen roman arkadaşlarımızla klarnetler, davullar, zurnalarla şenlikler yaptık. Onlar da benim için bir tiyatroydu. Homeros’u konuştuk, düşündük çocuklarla. Kore Savaşı’nı oynadık. Bunlar benim araştırmalarımdı, denemelerimdi.
Kültür ve mitoloji bu topraklarda var, burada başka bir oyun var; o araştırmaların içine girdim, halen çalışıyorum onlar üzerine, onun için başka bir yerdeyim şimdi. Yoksa tiyatro bitmiş değil benim için. Köyde bu seneden sonra muhtemelen yeni bir çalışmaya girişeceğim. Orada da Kibele, Troya veya Homeros üzerine çalışmam sürecek. Bu sadece o bölgeye özgü bir şey de değildir, yani oradaki çalışmalarımın temelleri taa Mezopotamya’ya da gider. Böyle bir araştırma içindeyim. Başarabilecek miyim? başaramayacak mıyım? Ama ben bilmediğim şeyleri öğrenmekten yanayım. Bildiklerini tekrar etmek sanatçıyı da insanı da geriletir.

Sizin oyunculuk tarihinizde önemli bir yeri olduğunu bildiğim, İngiliz yönetmen Peter Brook’la ünlü Hindistan destanı “Mahabarata”da çalıştınız. Bu ilişki nasıl gelişti ya da Brook ile nasıl temas kurdunuz. Biraz bahseder misiniz?

Ben o sırada İsrail’deydim. “Sürü” filmini göstermek istiyorlardı. Ben kesinlikle Filistin yanlısı, ezilen halklardan yana bir insan olarak bu ülkeye gidip gitmemekte kararsız kalmıştım. Sonra “Sürü”yü gösterecekler dedim, gittim. O sırada “Sürü”, Paris’te de sinemalarda. Peter Brook, beni sinemada izlemiş, sonra da yanındaki arkadaşım olan oyuncuya demiş ki; “Ya bu ihtiyar, oyuncu olamaz. Oyunculuğun ötesinde bir şey.” Beni aradılar, “Paris’e gelir misiniz? Sizinle tanışmak istiyorum” dendi, ben de gittim.
Brook’la çalışmaya başladım. Çok değişik bir çalışma oldu. 15 gün hepimizin pestilini çıkardı. 25 oyuncu, 17 kişi farklı ülkelerden; hepsini teker teker seçmiş. Bunların arasında Somali’den, Senegal’den, Japonya’dan, Polonya’dan, İtalya’dan ve İngiltere’den oyuncular vardı. Çoğunlukla sinema oyuncularını seçiyordu. Tiyatrodan bir kişi vardı, o da bendim. Gösterimi 12 saat süren bir oyunun çalışmasıydı bu. Fakat ben Peter Brook kadar doğaçlamayı mükemmel yaptıran bir insan daha tanımadım. Ne yaptığını hepimiz biliyoruz ama asistanı gelip doğaçlama yaptırdığı zaman asla aynı doğaçlama olmuyor.
Peter Brook ayrı bir dağdır, bir zirvedir. Bu çalışmalara çok önem veriyordu. Bir ekmeği yerken, bölerken o sıcaklığı, o saflığı yansıtma ve bu arada da bin kişilik bir salonda en arkadaki insana sesini duyurabilme de vardı. Mesela bir oyuncu gidip de “Nasıl oldu hocam” dediği zaman, ettiği laf şuydu; “Bilmiyorum, sana göre nasıldı?” Çok saf, çok değişik bir çalışmaydı. Çünkü hiçbir zaman emir veren, “Böyle yap”, “Şöyle yap” diyen bir adam değildi. Birlikte arayan insandı. O hep boş bir alan üzerinde, bir toprak üzerindeydi, ama bu toprak üzerinde çalışan insandık ve zoru yapıyorduk.
Shakespeare uzmanı, Kraliyet Tiyatrosu’nun başında yıllarca çalışmış bir insan olarak Doğu’ya düşkün bir adamdı. Artık Batı’nın sıkışmasından, burjuva ya da küçük burjuva ilişkilerinden sıkılmıştı. Doğu derken, Doğu’nun olanaklarını kendisinde özümleyerek birlikte arayıp bulmaktan yanaydı. Doğu tiyatrosunun, Doğu oyununun unsurlarını kullanıyordu. Doğu onun için büyük bir zenginlikti, onun için kuklayı, onun için maskı kullanıyordu. O maskı üzerine giydiğin zaman, o maskla nasıl bütünleşileceğini anlatıyordu. Anlamayanlar da anlamak için uğraşıyordu.
Ben 9 rol oynuyordum. Bir gün dedim ki, “Hocam en iyi Mahabarata tek kişi tarafından oynanır.” “Evet, haklısın” dedi, “Herhalde öyle olur.”
Yani ben bütün rolleri oynayacak durumdaydım. Aylarca süren bir çalışma sonunda Paris’te ilk oyunu oynadığımız zaman saat 4’e doğru uykulu gözler uyuşmaya başlamıştı. Sonra Zürih’te, ardından Los Angeles’ta, New York’ta oynamaya başladık. Ama bütün bunlar “Sürü” filmi ve dolayısıyla Yılmaz Güney sayesinde olabildi. Bunu belirtmekten gurur duyarım.

Anadolu’da binlerce yıllık farklı uygarlığın içinde yaşıyoruz. Bu mitolojik ve tarihsel birikim ve motiflerin tiyatro sanatında yeterince değerlendirilmediği kanısı çok yaygın. Bunun sebepleri nelerdir sizce?

Bu, tamamen araştırma eksikliği, beceriksizlik ve farkında olamamak olarak yorumlanabilir. Büyük araştırmacı Burhan Uğur’un bir lafı vardır, çok severim; “Çalışarak, gerçeğe varanlara...” diye yazar. Türkiye’de yazarların ve sanatçıların yeterince araştırma yaparak ürettikleri kanısında değilim. Yerel olanın, bu birikimin fazla farkında değiliz. Şimdiye kadar hep klişelerle yaşadık. Taklitle klişeyi bir arada kullanan küçük ve çarpık bir toplum yaratmaya çalışıldı hep. Türkiye’de araştırma ve yeni bir ürün ortaya koyma girişimleri bana hep Hollywood’lu bir prodüktörün ettiği bir lafı hatırlatır; “Yeni klişeler bulmamız lazım.”
Her şey aslında baştan bozuk ve çarpık olarak kuruldu ve öyle de devam ettirildi. Bu memleket, devrim diyenlere; “Biz inkılabı yaptık” diye yanıt veren pespaye bürokrat ve yöneticilerin elinde şekillendi. Aslında bu lafın toplumsal hayatı ve yönetim erkini belirlediği noktada çuvallama başlamıştır, araştırma eksikliği başlamıştır. Cumhuriyetin kurucu kadrolarının, gençlerinin yenilgisi başlamıştır. Yenilgi bürokrasiyle ve toprak ağasıyla başlamış ve arkasından Köy Enstitüleri’nin kapatılmasıyla, köyün tamamen unutulmasıyla, şehre tüketim olarak getirilen üretim dışı köylümüzün de yok olmasıyla, o fukara ama yiğit köylümüzün de yok edilmesiyle bu karışık durum çıkmıştır ortaya. Mutlaka kendi özümüze dönmek zorundayız. “Kerem ile Aslı” dediğim zaman tanımıyor gençler. Aslı’nın bir Ermeni kızı olduğunu söylediğim zaman hayretle bakıyorlar. Ferhat ile Şirin deyince bön bön bakıyorlar. Bunlar bizim değerlerimiz, bu değerlerin dışında olamayız. Ama gene Nâzım Hikmet’in bir sözünü de koymak zorundayım “Keşke daha yüz pencere olsa da, yüzünü de açsak.”

“Bedrettin”i farklı okuyup, başka türlü yorumluyor ve oynuyorsunuz. Sizin yorumunuzda bu şiir bir başka görsel ve işitsel ağırlık oluşturuyor. Bu şiir, sizin için içerik ve biçim itibarıyla ne anlam ifade ediyor?

Nâzım bize 18 yaşımıza kadar yasaktı. “Şeyh Bedrettin”i babamın mahzeninde, eski deri kaplı bir bavulun içinde buldum ve orada okumaya başladım. İlk okumamda beni fena çarptı “Bedrettin” ve o günden bugüne uğraşıyorum. Zamanla yapmak istediğim tiyatroya en uygun söyleyiş olduğunu fark ettim. Bir ayin havası taşıyor Bedrettin. Anadolu kokuyordu, bir aşk var, direniş var, yenilgi var, umut ve ütopya var. Anadolu’yu gezdiğimde bu insanlara anlatılacak tek şiirin bu olduğuna karar verdim.
Ama bunun yanında Neşet Ertaş’ı dinlerken başka bir şey de yakalanabilir, bir Erkan Oğur’u dinlerken de çarpılıyorum ya da Veysel’i dinlerken bir başka Anadolu kokusu alınıyor, ama işte biz bunları unutuyoruz. Ya da unutturuluyor. Sahne açısından yaklaşıldığında teatral olarak tamamlanmış bir destan olarak bu toprakların her türlü derdini anlatmaya yetkin bir şiir. Bu şiirle ilgili olarak esas düşüncemi sorarsanız; şimdilerde şöyle bir hayalim var, bunu film haline dönüştürmek.

Peki sinemayla aranız nasıl? Yeni projeler var mı?

Sinema birkaç yıl önce Reis Çelik’le birlikte “İnat Hikayeleri”ni yaptık. Sonra sağlık sorunları ve şehir değiştirme filan derken uzun zaman bir projede yer almadım. Bu yıl içinde Fatih Akın’ın yönettiği “Yaşamın Kıyısında” adlı filmde rol aldım.
Şimdilerde yeni teklifler geliyor ama, teklifler benim yapmak istediğim işlerin dışında ve daha ziyade piyasa için üretilen işler.
Biraz önce de söyledim Nâzım Hikmet’in, “Bedrettin”ini yapmak istiyorum. 1965 yılındaydı; Yılmaz’la (Güney) çok konuştuk, bir türlü nasıl yapabileceğimizi anlayamadık ve o zaman yarıda bıraktık. Bir de üzerinde çalıştığım “Tolstoy İstanbul’da” diye bir proje var. Şimdilerde senaryosu üzerinde çalışıyorum.

Oyunculukta neredeyse 40 yılı geride bıraktınız. Genç oyunculara ya da oyuncu adaylarına söyleyecekleriniz mutlaka vardır...

Sahne sanatı ve sinema oyunculuğuyla ilgili herkese en başta söylenecek bir öneri var; çok okuyup araştırma yapmaları ve bir de kendi yerel kültürlerinden beslenmeleri ve her türlü klişeden uzak durmaları. Bu hem oyunculuk açısından hem de senaryo ve sahne uyarlamaları açısından kendi özgünlüklerini yaratmak anlamında zorunlu.

Not: Bu söyleşi
Cannes Film Festivali’nden önce yapılmıştır.

Metin Boran
ÖNCEKİ HABER

Hayvanlar alemi şaşırtıyor

SONRAKİ HABER

sokakların düğünü

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa