24 Haziran 2007 00:00
evrensel olmak
ne amerika ne rusyadan ne abd ne ab ye
Altmışlı yıllarda sosyalistler, ABD emperyalizmi karşıtı sloganlarla kitlesel eylem gerçekleştirdiğinde, nedense milliyetçiler fazla gecikmeden karşılık verirdi: Amerika gitsin Rusya mı gelsin? Vb...
***
Herhalde böylesi abukluğa yanıt olacağından değildi ama bir süre sonra çevremizde Ne Amerika ne Rusya sloganı sözlü ve yazılı olarak görülmeye başlandı. Ne var ki malum çevreler, bu slogandan bile mutlu olmadı.
Ne diyelim, canları sağ olsun! Derken Sovyetler Birliğinin dağılmasının üzerinden bir zaman geçti Dünyada dengeler değişti. Akkoyun karakoyun belli oldu. Hiçbir zaman düşmansız yaşamamış; -çünkü düşman onun var olma nedenidir- eski milliyetçilerimizle iyi aile çocuğu ulusalcılarımız, kol kola teşriki mesai yapmaya başladı. Dini bütün kardeşlerimizi de din öğesini kullanarak, zaman zaman saflarına almayı ihmal etmediler. Artık düşmanın adı da güncelleştirilmişti: Ne ABD ne AB! Bazı çevreler, daha havalı olsun diye midir; bir de Bağımsız Türkiyeyi ekliyordu.
***
Toplumsal gelişmemizde bir aşama sayılmalı mıydı? Kırk yıl önce ABD emperyalizmini lanetlerken Bağımsız Türkiye diye bağıran o canım gençlerin güvenlik kuvvetlerince nasıl işkenceden geçirildiğini, kimisinin resmen öldürüldüğünü anımsadıkça şimdi bile tıkanıyorum. Diyebilirim ki kırk yıl önce solculara neden saldırdığını bilmeyen (milliyetçi ve dini bütün) bu takım, şimdilerde kendisine öğretilen bu cafcaflı sloganın, ülkemiz ve dünya gerçeğiyle ne kadar örtüştüğünü de bilmiyordu.
***
Altmış yıldır ülkemizde cirit atıp üsler kuruyor ABD!
NATOya alınmamızın bedelini ağır ödedik. (Iraktan elli yıl önce...) Stratejik ortağımız(?) Amerikanın demokrasi ve barış(!) götürdüğü, bizden binlerce kilometre uzaktaki Korede, Mehmetçiklerin mezarı vardır şimdi. Bu konuda kitaplar yazıldı. Yaşanan Soğuk Savaşın da verdiği cesaretle dönemin Cumhurbaşkanı Bayar hızını alamamış, Türkiyeyi Küçük Amerika olarak hayal ettiğini bile söyleyivermişti. Son yıllarında hezeyan dozu iyice artmış; Bu kış Türkiyeye komünizm gelecek diyerek antikomünistleri bile güldürmüştü.
***
Daha sonra AP Genel Başkanı ve Başbakan olan, basında Morrison Süleyman diye anılacak Süleyman Demirel işi doruğuna çıkaracaktı. ABD Başkanı Johnsonla çektirdiği fotoğraf, onun için önemli bir referans olmuştur. Son olarak da İzmitte SEKAnın bulunduğu arazide ünlü bir ABDli otomobil firmasının fabrika kurmasına karşı çıkıldığında, Gelsinler Çankayada (Köşkte) onlara arazi vereyim diyebilmişti. Yine sağın önemli isimlerinden (milliyetçi ve hacı) rahmetli Türkeş, 1970lerin başında Başbakan Ecevitin, Afyon ekimini serbest bırakmasına itiraz etmişti; Amerika sonra ne der diye Özalı, Çilleri ve tabii Recep T. Erdoğanı bir bir anlatmaya gerek var mı? Medyada, Mecliste, üniversitede, iş dünyasında, tabii TSKda o kadar çok ABD hayranı ve avukatı var ki Nasıl ve kimler ABDye karşı çıkabilir?
Ve bir söz ki çeki taşı: İncirlik Üssü varken ABD karşıtlığı kandırmacadır. (Tayfun Mater, Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu Girişimi Sözcüsü; BirGün Gazetesi, 10.06.07)
***
ABye gelince Öncelikle AByi tanımak için iki yüz yıllık Batılılaşma çabamızı ve yaşanan süreci öğrenmemiz gerekiyor. Batı dedikleri öyle çok uzak bir yerde, söz gelimi Kaf Dağının ardında değildir. Yanı başımızdadır. 1453ten beri kapı bir komşuyuz. Bunun dışında yüzlerce yıldır sürekli savaş ve barış nedeniyle Avrupa devletleri ve halkıyla yüz yüze gelmiş, birbirimizi tanımışız. Biz vermesek de genelde onlardan kız almışız. Bilindiği gibi hemen bütün padişahlarımızın eşi Hıristiyandır.
Hukuk felsefesi ve sosyolojisi profesörü Niyazi Ökteme göre Osmanlı, Müslüman olmuş Bizanstır. (Röportaj: Neşe Düzel/Radikal gazetesi, 27.11.06)
***
Denebilir ki Batılılaşma serüvenimizin, bir başka deyişle ABnin ilk kilometre taşı Tanzimat Fermanıdır. Daha 19. yüzyılı yarılamadan, Fransız Devriminin rüzgârı Osmanlı Devletinin başkenti İstanbulu ziyaret etti. 3 Kasım 1839da Gülhanede, Sultan Abdülmecitin huzurunda okunan Gülhane Hattı Hümayunu, sonuçları itibariyle tarihsel değerdedir. Bu özetle denebilir ki hükümdarın İslamın geleneksel kurallarına ve dine dayalı hukukun kesin buyruklarına karşı durmanın belgesidir. İster istemez önemli etkisi oldu. Nitekim, 1840ta İstanbulda, Avrupa ceza kanunları türünde ilk kanun külliyatı yayımlandı. Bunun amacı, büyük devletlerin etkisiyle bütün iktidar görevlilerinin bilinen keyfi davranışlarına, yetkiyi kötüye kullanmalarına, rüşvete, haraca, müsadereye ve her çeşit kötü işlemlere son vermekti. Zamanın tutucuları, Sultan Abdülmeciti sözünde durmayan, inancı sarsak bir Müslüman; etrafındaki vezirlerini de dinsizlere satılmış gavur olarak suçladılar. 1843te padişahın çıkardığı bir emirnameyle ilk karma mahkemeler kuruldu. Bu reform, önemli bir yeniliğin getirilmesi bakımından övgüye değerdir. Böylelikle ilk kez, bir Müslüman hakkında Hıristiyan ve Yahudilerin tanıklığı geçerli sayıldı. 1847de Abdülmecit köle satma usulüne de son verdi.
***
Latin harflerinin kullanılması bile 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra kimi padişah ve devlet adamlarınca dile getirilmiştir. (Bir anımsatma: 1960dan sonraki devlet büyüklerimizin aksine, 600 yıllık Osmanlı iktidarında hacı olmuş bir padişahımız yoktur.)
***
Şimdi Osmanlı dönemine ait önemli çalışmaları olan değerli bilim adamı ve yazar Taner Timura kulak verelim:
[( ) Ve Osmanlı Islahat dönemi bu koşullarda başladı: Hıristiyan Osmanlılar da devlet yönetimine eşit koşullarda katılmalıydılar. Ne var ki Osmanlı yönetici zümresi, ilk Türkçe romanı yazan, ilk Osmanlı tiyatro ekibini kuran, İstanbula modern mimarinin örneklerini taşıyan, eğitime büyük katkıları olan Osmanlı Hıristiyanlarını entegre edemeyince bu işi Devlet-i Muazzama yüklendi. Osmanlı Devletine reform baskıları bu koşullarda başladı. ( ) Bana öyle geliyor ki, çok farklı sosyoekonomik koşullar içinde, fakat benzer işlevsel bir konumda Batıyla bütünleşme çabalarına devam ediyoruz. Az gittik, uz gittik Bir de baktık ki tarih tekerrür etmiş ve biz de başlangıç noktasına dönmüşüz. Ve bu arada vahşi sömürgeciliğin yerini medeni bir küreselleşme; Osmanlı Islahatçılığının yerini de İnsan Hakları doktrini almış! ( ) İnsan hakları ve demokrasiyi eğer biz gerçekleştiremiyorsak, bunlar lehine müdahale nereden gelirse gelsin kabulümüzdür. Fakat insan haklarının kolektif bilince nüfuz etmesinin ve kalıcı olmasının yolu bu mudur? Türk insanının (aydınının) kimlik sorunu ve kültür dramı da burada başlıyor. ( ) Ne yazık ki bağımsız, onurlu ve başkalarına saygılı bir politikanın nesnel koşullarını Türkiye hâlâ yaratamadı. İnsan hakları kaygımız ve iktisadî çıkarlarımız, bizi Avrupa Partisine; yüzyılların birikimi korkularımız, komplo teorileri ve paranoyamız da süper-güç ABDye yöneltiyor. Ve tarihin Tanzimat aydınlarına çizdiği kısırdöngünün içinden (Ulusal Kurtuluş Savaşı ve onu izleyen yıllar dışında) bir türlü çıkamadık.]
(Prof. Dr. Taner Timur, Islahattan İnsan Haklarına Avrupalılar ve Biz/Radikal İki, 26 Aralık 1999)
***
Görüldüğü gibi düşman belleyerek, ABD ile aynı kefeye koyduğumuz (yazıyla) Avrupa Birliği yolculuğumuz, öyle elli altmış yıllık bir iş değil.
Artık 19. yüzyıl penceresinden değil 21. yüzyılın geniş penceresinden insanlığı, insana ait cümle hakları görmeye çalışmalıyız. Demokrat ve evrensel olmak da öncelikle bunu gerektiriyor.
Remzi İnanç