25 Haziran 2007 00:00

Bir kapı, bir görüş, bir anı...

Ulucanlar Cezaevi’nin kapıları açıldığından beri Ankara’da farklı bir rüzgar esiyor. O kapıların açılmasıyla birlikte koğuşlar, anılar, işkenceler, operasyonlar, dayaklar görünür kılınıyor

Paylaş

Ulucanlar Cezaevi’nin kapıları açıldığından beri Ankara’da farklı bir rüzgar esiyor. O kapıların açılmasıyla birlikte koğuşlar, anılar, işkenceler, operasyonlar, dayaklar görünür kılınıyor.
Cezaevinin yüksek demir kapısıydı, anayı oğlundan, kadını üç aylık kocasından, sevgiliyi fidan gibi delikanlıdan, babayı doğmamış bebesinden ayıran... Ve o kapı 18 Haziran 2007 tarihinde açıldı. Bu tarih, 26 Eylül 1999 (Ulucanlar Katliamı), 9 Haziran 2004 (DEP’li milletvekillerinin tahliyesi) gibi birçok açıdan önemliydi Ankaralılar için. Katliam sırasında tutuklu yakınları o kapı ardında beklemiş, milletvekillerinin tahliyesi sırasında o kapı önünde halaylar çekilmiş, zılgıtlar atılmıştı...
Şimdi Ankaralı, eşinden ahbabından duyarak bu sefer zorla değil, kendi isteğiyle o cezaevine gidiyor. Belki kimileri görmek bile istemiyordur oraları. Ama bir kısmı, bambaşka duygularla o kapıdan içeri giriyor.
Cezaevi artık değişmiş. Gelenlerin ilk sözü, “Bu duvar burada yoktu, bu bina yoktu, bu koğuş yoktu” oluyor. Bu değişikliğin bir kısmı Ulucanlar Katliamı’nın ardından yapılmış, bir kısmı da cezaevinin halka açılmasından önce.
Şimdi Yılmaz Güney’in koğuşu da Deniz’in, Yusuf’un, Hüseyin’in, Erdal’ın, Necdet’in altında idam edildiği kavak ağacı da; işkence görülen yerler de tecrit hücreleri de açık. Ve insanlar, canlı bir belgeseli izler gibi adım adım geziyorlar o cezaevini. Bu teşhir, olumlu bir teşhir. İnsanların, ne kadar suçlu olurlarsa olsunlar; nasıl izbe, köhne yerlerde kaldıklarını göstermesi açısından. Ancak kimilerine göre de çok büyük bir yanlış; o kadar yaşanmışlığı ağızlara sakız ettiği için. Çünkü orada yaşanan işkenceler, “Bak burada işkence edilmiş”, orada yapılan infazlar, “Denizleri burada idam etmişler” denecek kadar kolay değil bunları yaşayanlar için...
Her köşesi anı saklı
Anı çok. Bir salon büyüklüğünde, 200’e yakın insanın kaldığı bir ortamda, anıların çok olması da normal. Her köşesi, her santimetrekaresi bir anıyı hatırlatıyor. “Ben şu köşede yatardım”, “Burada diğer koğuştakilerle konuşurduk”, “Operasyonda beni şu köşeye sıkıştırmışlardı...”
Bu anılar gözyaşı demek, içeride kalanlar ya da onları bekleyenler için şimdi. Ya da geçmişle yüzleşmek demek. İnsan aklını zorlayan o yılların yeniden hatırlanması, belki hesaplaşmak, belki de yeniden onlardan uzaklaşmak demek.
Her ne anlama gelirse gelsin, bugünlerde bir zamanlar orada yatan, yatanları ziyaret eden, orada çalışan, hatta alakası olmayan çok sayıda kişi cezaevine akın ediyor. Gezmek, görmek, dinlemek için. Şehrin ortasında o kadar kapalı kalmış bir kutu, duvarlarla o kadar saklanmış bir mekan ki artık kent, bu sırrı paylaşmak, bu gizi ortadan kaldırmak için o kapıdan giriyor içeri.
Dışarısında kalanlar...
Belki de en çok, dışarıda kalan için önemlidir bu cezaevi. Yani eşini içeriye bırakmış, oğlunu içeriye göndermiş için can yakıcıdır. İçerideki yaşadığını yaşar. Ama bir de onun ne yaşadığını, ne yiyip ne içtiğini bilmeden dışarıda kahrolmak var. “Dışı seni, içi beni yakar” misali.
1980 sonrası yaşananlar, büyük bir dönüm noktası oluşturuyor bu cezaevi için kuşkusuz. İşte o 12 Eylül askeri darbesinin ardından iki dağılmış ailenin üyeleriyle cezaevine giriyoruz. Cezaevi, dışarıda kalanlar için eziyetli bir görüş demek. Çocuklar için ise daha büyük bir eziyet.
İlknur Yılmaz ve Hasan Hüseyin Kamer’in o zaman 6 yaşında olan oğulları Gökhan da bu çocuklardan biri. İlknur Yılmaz’ın anlatımına göre Gökhan’ın, görüş sırası için beklerken tuvaleti geliyor. Ancak dışarıda tuvaletini yapamayan bu çocuğu, halası ancak “Bak babanı bu cezaevinde tutuyorlar, sen de cezaevinin duvarına işe” diyerek ikna edebiliyor. Bu olay, Gökhan’ın aklında büyük bir yer ediyor. İnsan Hakları Derneği, daha sonra çocuklara özel bir şiir yarışması düzenliyor. Gökhan bu yarışmaya, içinde “Hiç sevmem seni pis kötü hapishane/Mahkumlara işkence ederlerken gülersin sen hep/Bahçene de işerim, duvarına da işerim” cümleleri geçen bir şiir yazar ve Can Yücel’in de aralarında bulunduğu jüri tarafından bu şiir birincilik ödülü alır.
Herkes için farklı
Cezaevine girince ilk önce Denizlerin, Erdalların idam edildiği küçük avluyla karşılaşıyoruz. Daha sonra demir bir kapıdan geçip soldaki kapıda görüş kulübelerine ulaşıyoruz. Çok dar 40 ayrı numaralandırılmış kulübe.
Turgay-İlknur Bilgen çifti ve oğulları Çağdaş, 1988-1989 yılları arasından buraya aşinalar. İlknur Bilgen ve o zaman 4 yaşındaki oğlu Çağdaş, kulübenin dışına, Turgay Bilgen de içerideki mazgallara alışık. Hemen bir anılarını anlatıyorlar:
“Görüş süresi haftada bir gün, bir saat ile sınırlı. Yanımızda küçük çocuk olunca, Çağdaş da babasına çok düşkün olunca, daha az görüşebiliyorduk. Çağdaş, oynamak için hep mazgalı indiriyordu.”
Kulübeleri geçince, uzun avluya geçmeden önce bir çay ocağı bulunuyor. Anlatılanlara göre o dönem sadece Alaattin Çakıcı gibi isimler buraya gelip çay içebilirler, oturabilirlermiş. (Ankara/EVRENSEL)
Kale ve cezaevi
Ankara Kalesi ile Ulucanlar Cezaevi arasında değişik bir ilişki var. “Uçurtmayı Vurmasınlar” filminde de simgeleşen bu olay için Hasan Hüseyin Kamer, “Tahliye olanlarla anlaşırdık. Çıktıklarında kırmızı bir gömlek giyer, Kale’nin surlarına çıkar bize el sallarlardı. Biz de pencereden onlara el sallardık” diyor.
Şimdi Turgay Bilgen, “Burayı anılara katmak çok hoşuma gitmiyor. Devletin işi bitmiş, işine yaramadığı için teşhir ediyor. Ama bizim için öyle değildi. Pencereden bakardık. Kale’yi görürdük. Hatta o zaman bir şiir yazmıştım. Bir dörtlük. Ama siyasi koğuşta şiir yazmak, direngenlikten kaçış olarak algılandığı için hep içimden okurdum. İlk kez size söyleyeyim” diyor.
“Kale kaleye karşı
Kale’nin kesme taşı
Kale’de bir mum yanar
Zifiri karanlığa karşı...”
Şeftali hikayesi
4, 5, 6, 7, 8’inci koğuşların girişinin bulunduğu uzun avlu da birçok anıyı barındırıyor. Turgay Bilgen anlatıyor: “Bir gün açık görüş vardı. Çağdaş, annesinin elinden kaçıp ta avlunun öbür ucuna koşarak yanıma geldi, öpüp koklaştık. ‘Dur annemi de kaçırayım’ diye geri döndüğünde, jandarmalar hemen yakalamışlardı onu.”
Çağdaş da görüş zamanlarından hatırladığı bir anısını şu sözlerle anlatıyor:
“Annem eve yarım kilo şeftali almıştı. Ben de ilk kez yiyorum, tadını çok sevdiğim için babama da ayırmışım. Ama görüşe yiyecek götürmek yasak. Ben de ilk çevirmede ‘Bunu ben yiyorum’ deyip bir ısırık alıyorum ve çevirmeyi atlatıyorum. Diğer çevirmelerde de aynı numarayı yapıyorum. Babam gelince de onun ağzına götürüyorum hemen o şeftaliyi.”
Tünelden kaçarken...
Uzun avluda sağdaki ilk kapı Eğitim ve Kültür Salonu. Sonunda ise siyasi mahkumların kaldığı o meşhur 4 ve 5’inci koğuşlar. Burada sözü Hasan Hüseyin Kamer alıyor, tünel kazma maceralarını anlatmak için:
“Mutfakta kazıya başladık. Karoları parçalayınca altından Arnavut kaldırımında kullanılan karo taşlar çıktı. Kazdıkça, bir mezara ulaştık ve ‘Tamam bu işi başardık’ dedik. 10-12 metre kadar kazdık. Sonra ihbar olmuş, öyle yakalandık.”
Turgay Bilgen de 1989’da bir operasyon yaşamış. Hasan isimli bir arkadaşlarının tedavisinin yapılması için koğuştaki 76 kişi toplanarak “sayım vermeme eylemi” yapmışlar. Jandarmanın müdahelesi sonucunda da çoğu hastanelik edilmiş.
4’üncü koğuşta bir de efsane dolanırmış, ‘Bu betonun altında silah var’ diye. Her mahkum bunu düşünür, silahları aramaya koyulurmuş. Ve tabii her yeni gelene de mavra yapılırmış, “Git kazma kürekleri kap gel, tüneli kazalım” diye. O uzun avlunun en sonunda cilthanenin de bulunduğu üç katlı bir yapı var. Burada zamanında Nihat Sargın ve Haydar Kutlu da kalmış.
Müge Tuzcuoğlu
ÖNCEKİ HABER

TTB emek çizgisinde ısrarcı

SONRAKİ HABER

Kral Kupası Sevilla’nın

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...