08 Temmuz 2007 00:00

seçmen, medyanın işaret ettiğine yüz vermiyor

Bir tarafta ordu, muhtıra, öte yanda demokrasinin gerekleri ve halkın haber alma özgürlüğü, öte yandan yeni-potansiyel iktidar(lar)a...

Paylaş

esra arsan
Bankacılık ya da petrol gibi önemli ticari alanlarda faaliyet gösteren medya patronlarına bağlı gazete ve televizyonların seçim duruşlarını, Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Esra Arsan’la konuştuk. Cumhurbaşkanlığı seçimleri, mitingler ve erken seçim kararının medyada zihinsel karışıklık yarattığını belirten Arsan, “Gazete ve televizyon haberleri, olgulardan ziyade yorum ağırlıklı. Bilgiden çok polemiğin öne geçtiği bir basın var karşımızda” diyor. Türkiye’de medya siyaset ilişkisinde, patronaj ilişkisinin hakim olduğunu söyleyen Arsan, ne kadar taraflı yayıncılık yaparsa yapsın, seçmenlerin medyanın işaret ettiği partilere yüz vermediğini vurguluyor.
<İ>
Seçimler yaklaştıkça, büyük medyada “ekonomi uçuyor” türünden manşetler de çoğalmaya başladı. Medyanın seçim zamanlarındaki duruşlarına ilişkin neler söylersiniz? Bu duruş seçmeni yönlendirebiliyor mu?
Türkiye’de medya siyaset ilişkisinde klientelism hakim. Klientelism, ilişkisi anlamına gelir. Siyaset biliminde, politikacıların uzun vadeli politikalar uygulamak yerine, kendisine oy verenleri müşteri gibi görüp müşteri-temelli ilişkiler kurması, (satın) aldığı oy karşılığında, kişiye ya da belli bir zümrenin yararına bir politika yürütmesi ya da serviste bulunması anlamına gelir.
Klientelism, daha çok üçüncü dünya ülkeleri; ağırlıklı olarak da Latin Amerika, Ortadoğu ve Sovyet sonrası ülkelerde görülür. Gelişmiş demokrasilerde ne kadar “ortak çıkar”, “kamu yararı” veya “kamusal ilgi” önemliyse, klientelist sistemde müşterilerin çıkarları o kadar önemli, kamu çıkarı o kadar önemsizdir.
Klientelism, profesyonel gazetecilikte geridir. Gazeteciler patronlarla, iş dünyasıyla, siyasetçilerle ve gazete sahipleriyle o kadar içli dışlıdırlar ki, bu da mesleki profesyonelleşmeyi engeller. Profesyonellik olmayınca, seçim dönemlerinde “tarafsız-dengeli” gazetecilik de söz konusu olmaz haliyle. Partizan, belli partileri ve politikaları destekleyen bir basın görürüz.
Bu sadece Türkiye’ye özgü bir olay değil. Yunanistan, İtalya, İspanya, Portekiz gibi ülkelerin gazetecilik pratiklerinde de aynı şeyi görüyoruz. Bu konuyu çok güzel anlatan ve ampirik olarak göz önüne seren araştırmalardan biri, 1999 seçimlerinde medyanın performansının ölçüldüğü Ankara Üniversitesi ve Konrad Adenauer Vakfı tarafından yapılan çalışmadır. Bir diğeri de Bilgi Üniversitesi’nden meslektaşım Aslı Tunç’la birlikte gerçekleştirdiğimiz, 2002 seçimlerine ilişkin benzer bir çalışmadır. İkisi de kitap olarak yayımlandı. Ayrıca Prof. Dr. Veysel Batmaz’ın da bu konuda değerli çalışmaları vardır. Hepsinde aslolan ortak nokta şudur, medya ne kadar partizan ve taraflı yayıncılık yaparsa yapsın, seçmen kitle tüm seçim dönemlerinde medyanın işaret ettiği partilere yüz vermemiştir. Bu da, aslında medyanın seçim dönemlerinde sanıldığının aksine ne kadar etkisiz olduğunun göstergesidir. Böyle bakarsak, “Ekonomi uçuyor” manşetleri de aç, işsiz, gelir seviyesi her gün düşen halk kitleleri üzerinde tamamen ters tepki yaratır.
<İ>
Yayınlanan muhtıraların, patronaj gazete ve televizyonları üzerindeki etkisi nasıl oldu?
Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve arkasından gelen erken genel seçim heyecanı; medyada özellikle “saf tutma” açısından zihinsel karışıklık yarattı kanısındayım. Bir tarafta ordu, muhtıra, öte yanda ise demokrasinin gerekleri ve halkın haber alma özgürlüğü, öte yandan yeni-potansiyel iktidar(lar)a dönük mesajlar verme, çıkar kollama kaygısı bence işin endazesinden çıkmasına neden oldu.
Büyük medya, bir yandan klasik tabuları olan ordu-laiklik-Kürt meselesi konusunda tavrını aldı. Bir yandan Güneydoğu’dan gelen ölüm haberleri, diğer yandan türbanlı cumhurbaşkanı eşi tartışmaları, Tandoğan-Çağlayan-İzmir mitingleri derken medya ikiye bölündü.
Bir yanda AKP iktidarının ve iktidara yakın işadamlarının destek verdiği kontra medya, diğer yanda da AKP iktidarına “hizaya gelmezsen fena olur” diye sopa gösteren medya. Bu medyaya artık “büyük medya” diyemeyeceğim, çünkü artık AKP iktidarının da maaşallah çok izlenen TV kanalları, gazeteleri veya yaygın medya içinde yazan-konuşan temsilcileri var. Böyle bir parçalanma görüyorum ben seçimler öncesinde.
<İ>
Seçimin baraj sorunu başta olmak üzere, antidemokratik uygulamalarının (Kürtlerin temsilinin engellenmesi, bağımsız adayların yaşadıkları baskılar, oy pusulasına verilen şekil vs.) medyada gündeme getirilmemesine, (getirildiğinde de meşrulaştırılmasına) ilişkin neler söylersiniz?
Gazetecilerin halkı bilgilendirmek, olan bitenden haberdar etmek, vatandaşın siyasete aktif katılımını sağlamak ve demokrasinin sağlıklı işlemesine katkıda bulunmak gibi bir profesyonellik anlayışına sahip olduğu bir ülkede yaşasak, bütün bu saydığınız konular gazetelerde haber bültenlerinde gerektiği kadar yer alırdı. Ama maalesef böyle bir ülkede yaşamıyoruz. Siyasi paralelliğin çok net gözlendiği, gazetelerin ve televizyon haberlerinin olgulardan ziyade yorum ağırlıklı olduğu, bilgiden çok polemiğin öne geçtiği bir basın var karşımızda.
Bir de tabii şu var ki, bir yandan da çok az satan gazetelerin olduğu, okuma yazma oranının düşük olduğu, insanların haber bültenleri ve tartışma programları yerine Seda Sayan, Şenay Düdek, Dobra Dobra vs. gibi programları izledikleri bir ülkede yaşıyoruz. Basının halka verdiği siyasi mesajlarla seçmenin oy kullanma faaliyetini etkileyebileceği bir ortam yok yani. Gazeteciler her ne kadar hâlâ propaganda makinesi olarak çalışsalar da, ancak belli mesajlar kalıyor akılda. Diğerleri uçup gidiyor.
Bağımsız adaylar veya Kürtlerin Meclis’te temsili stratejik olarak şu anda büyük medyanın gündeminde değil, çünkü büyük medyanın seslendiği kitle, patronaj ilişkisi içinde olduğu, çıkar sağlayacağı kitle yok orada. Eğer bir çıkar görseler, hemen yer verirler sayfalarında. Biz bunu 2002 seçimleriyle ilgili araştırmamızda çok net gördük. Seçim sürecinin başında AKP’nin ve Erdoğan’ın sunumuyla, seçim gününe doğru yayımlanan haberleri karşılaştırdığımızda enteresan sonuçlar çıkıyor. Seçimleri kazanacağı belli olmaya başladıkça büyük medyanın nasıl olup da AKP’ye ve Erdoğan’a yağ çeken manşetler atmaya başladığı net bir şekilde görülüyor.
<İ>
Bir de dil meselesi var. Çatışmaların, cenazelerin arttığı süreçte yapılan seçim haberlerinde sertleşen, kimi zaman faşizan bir hal alan dil okuru-izleyeni nasıl etkiler?
Siyasal iletişimi kullanarak belli bir politikanın sunumunu, pazarlanmasını yapan ya da o politika için rıza üretmeye çalışanlar, insan beyninin elektronik ve manyetik tarayıcıları ile karmaşık duygusal aktivitelerini harekete geçirmeye uğraşıyorlar. Böylelikle, istenilen davranış ve tepkilerin verilmesini bekliyorlar. Kimilerine göre, böylesi bir tarama, öğrenme, fikir oluşturma, hatırlama konularında kullanılabilir.
İnsan beynine gelen herhangi bir enformasyon daha önce beyne kaydedilmiş uzun süreli bellek ile ilişki kuruyor. Bizim “priming” olarak adlandırdığımız süreç de, izler kitlenin haber bültenlerinde ve gazetelerde okudukları haberlerden edindiği enformasyon ile ileride karşılaştıkları durumlardaki yargılarını yönlendirdikleri esasına dayanır. Özellikle belli bir politikacının ortaya attığı belli bir sorunsalla ilgili haberlerin sayısı ne kadar fazla ise o haberler, izler kitlede daha az gündemde olan haberlere oranla belli bir birikim yapar. İzleyici, yeni karşılaştığı durumlara tepki verirken, önceden biriktirmiş olduğu bu bilgiler ölçüsünde davranır.
Ben şehit cenazeleri haberlerini de böyle görüyorum. İnsanlar okumasa da izlemese de bir şekilde bu haberlerdeki söyleme ve faşizan dile maruz kalıyorlar. Keşke bölgede hiç kimse hayatını kaybetmese, çok üzücü olaylar tabii, ama sorun sadece bundan ibaretmiş gibi verildiğinde bağlamından koparılıyor ve bu tür çatışmayı körükleyen haber söylemleri insan beyinlerinde düşmanlık tohumları atmaktan öteye gitmiyor.
<İ>
Televizyon ve gazetelerde halkın nabzının tutulduğu iddiasıyla birçok gezmeli tozmalı seçim programları yapılıyor. Nasıl buluyorsunuz bu programları? Gerçekten nabız mı tutuluyor, yoksa var olan siyasi yapının yeniden üretilmesine mi hizmet ediliyor?
Televizyonlardaki seçim tartışmalarını mümkün olduğu kadar izlemiyorum. Halkın da izlediğinden şüpheliyim. Net propagandaya veya anti-propagandaya endeksli, belli bir lideri veya siyaseti övmek ya da yermek amacıyla düzenlenmiş “parodi programları” gibi hepsi.
İçerik çok kısıtlı ve sığ. Sorular, söylemler hep aynı. Program sunucuları da, katılımcılar da boşa konuşuyorlar bence. Bütün bu seçim sürecine damgasını vuran ve biraz önce dediğim gibi halkın beynine kazınan en matrak konulardan biri de mesela akaryakıt fiyatı. Cem Uzan’ın mesela çok enteresan bir gündem belirleme gücü olduğunu görüyorum. Tüm liderler ve gazeteciler bu konuyu konuşuyor, ama konu hep Cem Uzan’ı çağrıştırıyor beyinlerde. Siyasal iletişimi doğru okuyamayınca, verdikleri mesajlarla başka bir partiye oy toplar haline geldiklerinin farkında değiller. Onun için parodi gibi diyorum zaten.
Bir tek Okan Bayülgen’in programı enteresan ve farklı bir formatta göründü gözüme, o kadar. Onun da izlenilirlik oranını bilmiyorum. Türkiye’nin illerini dolaşıp halkla konuşan gazeteciler arasında ise hâlâ işini düzgün yapan ve enformasyon aktaranlar var. Büyük medya içinde emekçi ve saygın gazeteciler var neyse ki. Onların arasından halk doğru gazeteciyi bulup okursa, bilgilenebilir.
<İ>
İnternet var bir de. Destek grupları oluşturuluyor, anketler yapılıyor vs. Türkiye gibi ülkelerde internet (seçim dönemlerinde) gazete ve televizyonların etkisini ne kadar kırabiliyor?
İnternetin, netteki forumların ve grupların bu seçimlerde halkın siyasal katılımında çok önemli rol oynayacağını düşünüyorum ben. Orada çok daha kararlı, kendi seçimiyle konuşan, tartışan siyasal tavrını belli eden bir kitle var. Sıradan, zap yaparken “tarafsız bölge”ye rast gelip iki dakika baktıktan sonra sıkılıp, magazin programı izleyen bir kitle yok orada. İnsanlar ciddi ciddi forumlarda örgütleniyor, siyasal görüş bildiriyor, birbirini etkiliyor filan. Dediğim gibi, gazete ve televizyonların zaten olmayan etkisi, internetle daha da sarsılıyor bence.

en ‘profosyonel yalancı’ uzan<İ>
Spin doktorluğu tabirini bu günlerde daha sık duymaya başladık. Nedir spin doktorluğu? Türkiye’de en iyi kim uyguluyor?
Spin doktorluğu günümüz siyasal iletişiminde bir fenomen. Bir politikanın sunumunu, politikanın kendisinden daha önemli hale getiren kişi diyebiliriz spin doktoru için. Profesyonel yalancı aslında. Ama öyle güzel yalan söylüyor ki, insanlar gerçek olmadığını bilseler de inanma eğilimi gösteriyorlar.
Bu anlamda Türkiye’de siyasal iletişimi, spin doktorluğunu kullanarak öne çıkan bir tek Cem Uzan’ı görüyorum. Diğer bütün liderler imaj kurgulama ve akılda kalma konusunda onun gerisinde. Onlar boş vaadler vermiyor mu? Veriyorlar. Ama onların yalanları hoş görünmüyor, akılda kalmıyor, dillere pelesenk olmuyor. Bu nedenle de iz bırakmıyor. Bakın sokağa çıkıp “En sevdiğiniz seçim vaadi nedir?” diye sorun insanlara, Cem Uzan’ın vaadlerini söyleyecekler.
Bu insanların oy verme pratiğini etkiler mi? Onu bilemem, ama durum bu. Geçmişte spin doktorluğu müessesesini kullanmaya çalışan Özal vardı. Siyasetin ve siyasetçinin imajı, yani proje, program ve vaadlerinden tutun da giyeceği gömleğin rengine, hangi konuşmasında ne mesaj vereceğine dair ince ince, profesyonel çalışma pratiği bir dönem ANAP’la gündeme gelmişti. Şimdi de kendisini spin doktoru olarak pazarlayan, iş gören şahıslar var gerçi, ama ben açıkçası ortada bu anlamda ele avuca gelir, dikkat çeken, alkılda kalan ve insanları çeken bir “ürün” göremiyorum.
Serpil İlgün
ÖNCEKİ HABER

iş yaşamında cinsler arası eşitsizlik

SONRAKİ HABER

demokrasi mücadelesi, seçimler ve bin umut adayları

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...