14 Temmuz 2007 00:00

YENİ DÜNYA


Amerikalı yönetmen Michael Moore’un adını birçoğumuz ilk kez Türkiye’de de gösterilen “Benim Cici Silahım” belgeseliyle duyduk. Hemen Irak savaşı sonrasına rastlayan Oscar törenlerinde ödül almak üzere çıktığı kürsüde yaptığı savaş karşıtı konuşma ve Bush’a yönelik suçlamaları onu kısa sürede muhafazakar Amerikan kamuoyunun içerideki bir numaralı düşmanı haline getirdi. Sonraları Fahrenheit 9/11 adlı belgeseliyle ise ülke genelinde Irak savaşı üzerinden yaşanan kutuplaşmanın neredeyse sembol isimlerinden biri haline geldi. Tüm baskı ve engellemelere rağmen ABD tarihinde ilk kez bir belgesel film en çok izlenen filmler arasında birinci sıraya oturdu. Kimilerince fazla provokatif ve kaba bir üsluba sahip olduğu için eleştirilirken, kimileri ise işçi sınıfı içerisinden gelen bu adamın toplumun alt kesimlerine mesajlarını ulaştırmadaki başarısının toplumdan kopuk olmakla suçladıkları sola örnek teşkil etmesi gerektiğini dile getirdi. Seveni kadar sevmeyeni de bulunan, tüm ödüllerine rağmen yaptığının ne oranda belgeselcilik olduğu konusunda sinemacıların hemfikir olamadığı Moore’un son filmi da en az öncekiler kadar tartışma yaratacağa benziyor.
“Hasta” (Sicko) adlı filminde Moore bu kez eleştiri oklarını Amerikan sağlık sistemine yöneltmiş. HMO adı verilen özel sağlık kuruluşları üzerinden yürüyen bu sistemin sonuçlarını değerlendirmek ve alternatifleriyle karşılaştırmak sağlıkta özelleştirmenin toplumsal maliyetini algılamamız açısından son derece önemli. Hele de parasız sağlık hizmetlerinin hızla tasfiye edilmekte olduğu, sigortaların özel hastanelere yağmalatıldığı ülkemizde özelleştirme çığırtkanları tarafından içine çekildiğimiz tehlikenin boyutunu göz önüne alırsak.
Dünyanın en zengin ülkesi ve süper gücü olan ABD’de bugün 50 milyonun üzerinde insan herhangi bir sağlık sigortasından mahrum olarak yaşamlarını sürdürüyor. Bunların bir kısmı işsiz ya da kaçak çalışıyor: Geri kalan yine azımsanmayacak bir oranı ise özel sigorta şirketlerinin sağlık standartlarına uymadıkları için sigorta sahibi olamıyorlar. Bunlara sigorta şirketlerince belirlenmiş boy-kilo kriterlerine uymayanlar da dahil. Her yıl 18 bin Amerikalı sigorta kapsamında olmadığı için tedavisi reddedilerek ölüme terk ediliyor. Ve Bush’un zenginliğini kıskandıkları için saldırıya uğradığını öne sürdüğü ülkesi Dünya Sağlık Örgütü’nün sıralamasında parasız sağlık sisteminin yürürlükte olduğu çok daha yoksul pek çok ülkenin gerisinde ancak 37. sırada yer alıyor. Amerikan hastanelerinin diğer ülkelere oranla ne kadar temiz ve tenha olduğunu iddia edenlerin de elbette haklılık payı var. Çünkü yoksullar hastane koridorlarına adımlarını atamadan sokakta ölüyor. Dünyanın en zenginlerinin yaşadığı Los Angeles’da acil servise kaldırılan ve sonradan sigortası olmadığı anlaşılınca bilinçsiz bir halde ve hastane kıyafetleriyle sokak ortasına bırakılan insanların güvenlik kameralarına takılan görüntüleri göreni hayrete düşürecek cinsten.
Sistem sadece sigorta kapsamı dışında bırakılanlar için değil sigortalı olanlar için de büyük riskler barındırıyor. Sigorta şirketleri maliyeti yüksek bir ameliyat ile karşı karşıya kaldıkları anda sözleşmenin iptalini sağlayacak her yolu deniyor. Her şirketin bu konuda uzmanlaşmış bir departmanı bulunuyor ve hastanın şirkete rapor etmeyi unuttuğu veya önemsemediği ilgili ilgisiz tüm hastalıklarının tarihi araştırılarak hastanın yalan beyanda bulunarak sigorta yaptırdığı ispatlanıyor. Dev şirketler bu yolla her yıl milyarlarca dolar kâr ederken sigorta çalışanlarının da itiraf ettiği gibi “harcamaları karşılamama” oranı en yüksek çalışanlar, ölüme terk ettikleri hastalar pahasına hızla terfi ediyorlar. Tedavisi sigorta şirketince reddedilen kimileri ise çareyi sınırı geçip parasız sağlık hizmeti sunulan Kanada‘ya sığınmakta buluyor.
Kanser gibi tedavisi çok yüksek maliyetli hastalıklara yakalanan ve tedavi talepleri sigorta şirketlerince kabul edilenlerin ( veya edilmek zorunda kalınanların) durumu da çok farklı değil. Hastaya ait ödeme payının yanı sıra yıllık sabit sigorta ödemeleri de 50 bin, 60 bin dolar seviyesine çıkabiliyor. Bu durumda birçok hasta bir sonraki dönem sigorta kapsamı dışına itiliyor. Kısacası, yüksek risk taşıyan müşteriler yükselen risk primi vasıtasıyla ayıklanıyor.
Özel sağlık şirketleri, silah ve enerji şirketleriyle birlikte ülkenin en güçlü lobi grubunu oluşturuyor. Belki diğer ikisi gibi ülkeyi her türlü dayanaktan yoksun bir şekilde de olsa savaşa sürükleme kapasitesine sahip değil ama parasız sağlık talebiyle kendine yöneltilen saldırıları rahatlıkla savuşturabiliyor. 1993 yılında kocasının başkanlığı sırasında herkese sağlık hizmeti ulaştırılmasına yönelik bir reform tasarısını kongreye taşıyan ve muhafazakarların çok tepkisini toplayan Hilary Clinton bugün özel sağlık kuruluşları birliğinin en çok yardım yaptığı ikinci senatör olarak koltuğunda oturuyor. Ve elbette sağlık reformu talebini artık ağzına almıyor.
“Hasta” belgeselinin muhafazakarları adeta çıldırtan kısmı ise “düşman” topraklarda geçiyor. Moore içlerinde 11 Eylül enkazında çalışırken kalıcı solunum rahatsızlıklarına yakalanan ama devlet tarafından tedavileri karşılanmayan itfaiyecilerinde bulunduğu tedaviye muhtaç bir gurup Amerikalıyı teknelere bindirerek soluğu Küba’da alıyor. Hastalar hiçbir belge olmaksızın kabul edildikleri hastanelerde Küba vatandaşlarından farksız olarak parasız sağlık hizmetinden faydalanıyor ve tedavi görüyorlar. Yıllarca insanların sefalet içerisinde kıvrandığını dinledikleri “düşman” bir ülkenin topraklarında kendi ülkelerinde mahrum bırakıldıkları “yaşama hakkına” kavuşuyorlar.
Bir yanda ufacık bir ekonomiye rağmen birçok üçüncü dünya ülkesine yardım edecek kadar sağlam bir sağlık sistemi. Diğer yanda ise tüm zenginliğine rağmen ortalama yaşam süresi, bebek ölüm oranı v.b. birçok sağlık kriteri açısından çok gerilerden gelen, insanların kendi yarasını diktiği, kopan parmağını tarife pahalı geldiği için çöpe atmak durumunda kaldığı bir sağlık sistemi. Ne yazık ki Türkiye’de bugün izlenen sağlık politikaları ikinci seçeneği işaret ediyor.
Murat Birdal

Evrensel'i Takip Et