Erkek egemen olduğu söylenen ülkemde, "Şansım olsaydı anam kız doğururdu" denmesini ve de böyle bir toplumda kız olmanın neden şans olduğunu bir türlü anlayamam. Erkeğin bir sözüyle kafasını paketleyen kadınların söz dinliyor olması mıdır onları şanslı kılan? Eskiden erkeklerin çalışmak zorunda kalıp da kızların evde oturuyor olması mıdır bu yakıştırmanın nedeni? Toplumsal bir güvencesi olan babanın, Mehmet Ali Birand'ın deyişiyle, erkek oğlu on sekiz yaşına dek baba sırtından geçinirken, aynı babanın hanım kızının baba öldükten sonra bile bu olanağı kullanmasının yarattığı eşitsizliğin bir getirisi mi? Bir şanslı olma durumu var ki erkekler boşuna kadına dönüşmüyorlar.
Her neyse Söyleyen söylemiş, gitmiş. Kızlara verilmiş bu şans benim parmaklarımı, okuyanın da gözlerini yormadan asıl konuya gireyim.
İyi kötü masa üstüne konan türden bir bilgisayarım vardı. Uzun süre Ankara dışına çıkmam gerektiğinde üç beş parçadan oluşan koca şeyi oraya, buraya götür getir zor oluyordu. O nedenle masa üstünden dizimin üstüne indireyim istedim. Hani, hiç kullanamayacağım uçakta ve uçak benzeri kentler arası yolcu taşıyan kara taşıtlarında olmasa da, hiç değilse bir aşevinde çorba içerken, bir tatlıcıda tatlı yerken açardım dizimin üstüne ya da masamın üstüne şakır şakır yazardım. Yazmasam bile yazar gibi yapardım gelen geçenin gözünün içine baka baka. Hem de ne denli önemli bir adam olduğumu ve olduğumuzu göstere göstere. Cep telefonumu da koyardım dizüstünün yanına abi kardeş görüntü güzelliği yaratırlardı el ele, ele güne karşı. Arabada giderken de çantasının içinde yan koltukta dururdu. Yürürken de omzuma asardım.
Pakize Suda, uluslararası ayaktopu karşılaşmalarını izlemeye gittiği bir Avrupa ülkesinin orada burada gördüğü insanlarını tembel bulmuş ve çok şaşırmış. Çünkü bizdeki gibi günün her anında eli kulağında, boynu bükük iş bitiren birileriyle karşılaşmamış hiç. İşte böylesine aylak bir Avrupalı görüntüsü vermemek için dizimin üstü için aldığım bilgisayarı omzumun üstünde seve seve taşırdım. Çünkü, onun başımın üstünde yeri vardı.
Evrensel'in o köşesinde, bu köşesinde yazıyorum ya haftada bir de olsa. Ankara dışına çıktığımda sorun yaşıyordum. Onun için masa üstünden diz üstüne indim. Teknorama denilen yerden keseme ve gereksinimime uygun, Byron marka bir bilgisayar aldım, hemen de omzuma taktım. İki yıl güvence süresi ve Samir adlı bir teknik servisle de bağlantısı vardı.
Diz üstümle geçinip giderken, shift denilen, büyük harf yapmaya yarayan ve aynı zamanda da ünlem, ayraç gibi noktalama imlerinin kullanılmasını sağlayan düğme kimi zaman iş bırakır oldu. Arada sırada olduğu için canımı sıksa da pek aldırmıyordum. Sonra yine işine dönüyordu çünkü. Ancak bu iş bırakmalar giderek uzayınca, sonrasında da göreve dönüş olmayınca bakım ve onarıma alınması gerektiğine karar verdim. Nasılsa güvence süresi bitmemişti. Bakım ve onarım yapmakla yükümlü Samir sorunumu giderecekti, bulabilseydim. Ama bulamadım. Bilgisayarı aldığım Teknorama'nın kapısını çaldım. Derdimi ilgisiz ilgisiz dinleyen oğlan demez mi, "Teknorama battı, sizin iş de yattı." Arkasından da eklemez mi, "Zaten Byron da battı." Ben değilsem de şansım iki seksen uzanıverdi yere. Her şeyim gitmişken, bilgisayardaki şeylerimi kaybetmemek için olası virüse karşı bir koruyucu yüklettim satıcının ısrarıyla. Armağan olarak da Byron'un telefon numarasını verdi.
Teknorama diye girdiğim mağazadan çıkınca ister istemez adına baktım. Doğruymuş oğlanın söylediği. Teknorama'nın bir zamanlar yağ markası olan bölümü gitmiş kalan tekno bölümüne de city sözcüğü eklenmişti. Hani, Amerika'ya karşıyız ama, diline de vurgunuz ya Teknorama olmuştu sana, bana Teknocity. Adın yarısı değişmişti; ama mağazanın içi tümüyle aynıydı. Belki çalışanları bile. Belki yöneticisi de.
Tanıtımlarında, "Byron varsa, sorun yok" sav sözünü kullanan Byron'un telefonu hoş bir kadın sesi ile açılıyor ve "Byron teknoloji dünyasına hoş geldiniz" diyordu; ama sonrasına bir türlü geçilemiyordu. Operatör açılmıyor, açıldığında da "güvenlik" deyip kapanıyordu. Günler süren aramalar sonrasında beklenen iletişim kuruldu. Onlar dizüstümü İstanbul'a istiyor, bense geri dönüşü olmayacak, olsa bile ne zaman olacağı bilinmeyen bir işin içine girmek istemiyor, onların yardımını Ankara'da göstermelerini bekliyordum. Hâlâ karşılıklı bekleşiyoruz.
Şimdi haksız mıyım şansım olsaydı demekten. Ama kız olsaydım bunların başıma gelmeyecek olmasından da emin değilim doğrusu.
Diyeceğim yazılarımda noktalama imlerinde görülen kimi eksiklikler oluyordu bir süredir. Cep telefonunda ileti gönderir gibi kimi boşluklar oluşuyordu özellikle de özel adların eklerinde. Bunlar benden değil Byron'dan kaynaklanıyordu. Gerçi her yazıyı "imlere dikkat" uyarısıyla göndersem de gözden kaçıyordu yine de. Sonuçta, ikinci bir klavye almak zorunda kaldım ve bilgisayarın yanına bir müştemilat gibi konuşlandırdım. Bundan böyle olmayacak eksik noksan bir şey.
Yeni yılda kız, oğlan herkesin şansı bol olsun. Ama ezilenlerin, yoksulların, itilmiş, kakılmışların, kafası açık ve aydınlık olanları daha çok şansı olsun.
Hayyam demiş ki
Gözüm, kör değilsen bunca mezarı gör
Dünyayı saran yalan dolanları gör
Krallar, padişahlar çürüyüp gitmiş
Ela gözlerine kurt dolanları gör.
Üstün Yıldırım
Evrensel'i Takip Et