17 Şubat 2008 00:00

allianoi’yi savunmak


Allianoi, İ.S. 2. yüzyıldan kalma bir Roma kalıntısı. Görenlerin “kalıntı” demeye dili varmayacağı bir tesis; yaklaşık 2 bin yıllık bir tıp merkezi!.. Hani bir elden geçirilse, bugün bile “kaplıca” ya da “tıp merkezi” olarak faaliyete geçebilecek kadar da korunmuş. Ama bu bin yaşındaki yapıyı devlet ya da onun tarihle, arkeoloji ile ilgili kurumları yapmamış ne yazık ki; toprağın altında ve yağmacıların gözünden ırak olduğu için öylece kalmış. Allianoi’nin gün yüzüne çıkmasıyla birlikte onun yok edilmesine yönelik süreç de başlamış. Hem de ne yok ediş; bir daha yeniden gün yüzü görmemek üzere. Çünkü bölgeye yapılan sulama barajına şu günlerde su tutulması bekleniyor.

‘Tarih ve doğa mı, zenginlik mi’ ikilemi
Yıllardır üniversite ve çevreci kuruluşların, bölgedeki çeşitli odakların, “baraj yapımından vazgeçilmesi” girişimlerine yetkililer kulaklarını tıkadılar ve eğer şu günlerde bir mahkeme kararı çıkmazsa, Türkiye’nin bir tarih hazinesi daha ebediyen yok edilmiş olacak.
Barajı savunanların tezi belli: “Ne yapalım, tarihi kalıntılar var diye binlerce çiftçinin topraklarını sulamayalım mı?”
Bu, Fırtına Vadisi’nden Munzur’a, ülkenin pek çok yerinde gerçekleşen doğa tahribatı için sunulan gerekçelerin devamdır: “Ne yani, elektrik üretmeyelim mi; bizim doğal gazımız mı var, petrolümüz mü var?..”
Hayır, elbette topraklar da sulanmalı; elektrik de üretilmeli. İnsanların tarımda en küçük üretim artışına dahi ihtiyacı var; ülkenin enerjide dışa bağımlılığını azaltıcı yeni elektrik üretimi alanlarına ihtiyaç var. Ama bunu yapmanın tek yolu, bu önemli doğa harikalarını ve tarihi kalıntıları su altında bırakmak değil.
Elbette ki günümüz teknolojisi pek çok başka seçenekler sunmaktadır; bilim ve mühendislik çevreleri bu çözümleri söylüyorlar. Ama “Zengin toprakların yoksul bekçisi olmayacağız” gibi (40 yıldır bu gerekçeye sığınılarak doğa katliamı yapılıyor; tarihi SİT alanları yap-satçı müteahhitlere peşkeş çekiliyor) hamasi bir teze sığınan aç gözlü sermaye çevreleri, sadece kârı, en kestirme yoldan en çok kazanmayı düşünmektedirler. Bu talancı sömürü zihniyetine; geçmiş ve gelecek arasında bağ kurmayı, doğayı, insanlığın geleceğini düşünmeyen bir “tarih anlayışı” eşlik etmektedir. Onun için Hasankeyf, Zeugma ve Allianoi’yi sular altına bırakmakta; Fırtına Vadisi’ni, Munzur Vadisi’ni, Kazdağı’nı yok etmekte; tarihi, doğayı tahrip etmekte bir sakınca görmemektedirler.

Sadece kâr hırsı mı?
Hasankeyf’i, Zeugma’yı, Allianoi’yi sular altında bırakan, diğer tarihi kazıları ödeneksizliğe mahkum edip iç ve dış sponsorların vicdanına bırakan hükümet etme zihniyeti, sadece kârla, kâr hırsıyla da açıklanamaz elbette. Çünkü, eğer sadece kâr hırsı olsaydı; bu kâr “bacasız sanayi” de denilen turizm yatırımlarıyla çok daha kestirme yollardan, barajlardan daha fazla ve daha uzun ömürlü gelirler elde edebilirdi. Ama tarihsel ve ideolojik yaklaşım sorunları da vardır burada. Bu tarih bilmezlik ve ideolojik saplantılar cehaletle birleşince, bir doğa ve tarih yıkımına, daha da önemlisi bir inkarcılığa, çılgın bir milliyetçiliğe dönüşen politikalara da kaynaklık ediyor.
Daha 19. yüzyılda batılı ülkelerin arkeologları ve “hazine avcıları”, sadece Türkiye’deki arkeolojik kazılarda buldukları “yükte hafif pahada ağır” değil, yüzlerce tonluk tapınakları gemilere yükleyip Avrupa’ya taşırken, “Ulu Hakan Abdülhamit Han”ın dediği; “Osmanlı’nın taşı kayası biter mi, bırakın götürsün akılsız kafirler!”dir. Çünkü Abdülhamit’in gözünde Tükiye’deki tarihi kalıntılar Osmanlı, İslam öncesine aittir ve geri kalan taş kayayı “kafirler”in alıp götürmesinin bir sakıncası yoktur.

Tarihi tepeüstü çevirmek
Cumhuriyet döneminde kazılara, arkeolojiye değer verilmiş gibi görünür; ama burada da Sümerler’in, Hititler’in, İyonyalılar’ın Türk olduğuna dair tersten kurulmuş bir dayatmayla, başaşağı çevrilmiş bir tarih anlayışının kanıtları aranmaya girişilir. Bunun bulunamayacağı görülünce de, işin ucu bırakılmıştır.
Peki, bugün Hasankeyf, Zeugma, Allianoi’deki kalıntılar İslam, Selçuklu ya da Osmanlı kalıntıları olsaydı, onların su altında kalmasına bu ölçüde duyarsız kalınır mıydı?
Sorunun yanıtı; “Hıristiyan ya da pagan kültürlere karşı gösterilen duyarsızlıktan daha az duyarsızlık gösterilirdi herhalde” biçiminde olabilir. Nitekim, hükümetlerin kültür, tarih deyince, on bin yıllık Anadolu tarihinin sadece bin yılında etkili olan Selçuklu’ya kadar gitmesinden biliyoruz bunu. Onun için “Anadolu’nun Türkler tarafından fethi” bin yıldır kutlana kutlana bitirilemiyor!
Türkiye’nin egemenlerinin Anadolu’nun Hıristiyan ya da pagan dönemine ait kültürlere bakışı; onların Türk-İslam dışı kültürler olarak eski, dolayısıyla üstünün örtülü olmasından, ortaya çıkanlarının da yok sayılmasından yarar umma biçimindedir.

‘Milli kültür’ ırkçılığı
Elbette ki arkeoloji, modern ulusların oluşması çağında önem kazanmış, tarih araştırmaları, tarihle bugün arasındaki dolaysız bağların kurulması son birkaç yüzyılda olmuştur. Bugün artık modern ulusların ve ulusal devletlerin üstünde kurulduğu toprakların daha önce sayısız halkların ve onların uygarlıklarının yükselip yıkıldığı topraklar olduğu herkesçe bilinmektedir. Uluslar gerçekte bütün bu eski etnik çeşitlilik ve kültürlerin sentezi üstünde şekillenmiş; bu eski kültürlerle bugünkü uygarlıkları arasında doğru bağlar kuran uluslar, ülkelerini sevme, kurdukları yeni uygarlıkları yüceltme konusunda daha az sorunla karşılaşan toplumlar kurmuşlardır. Onun içindir ki, Batı Avrupa ulusları Yunan, Roma kültürleriyle olduğu kadar, öncülleri barbar halkların kültürleriyle bugünkü kültürleri arasında da bağlar kurmuşlar, onları sahiplenmişlerdir.
Türkiye’nin egemenleri ise kendilerini Orta Asya, Selçuklu, Osmanlı (İslam) kültürüyle sınırlayarak, Anadolu’nun önceki binlerce yıllık değerlerini yok sayan bir “milli kültür”, (milliyetçi kültür demek daha doğru) yaratmaya yönelmişlerdir.

Ya Anadolu’nun eski sahipleri çıkagelirse!
Anadolu’nun eski uygarlıklarının kalıntılarının yağmalanması; arkeolojik araştırmalara yeterince önem verilmemesi (Anadolu kültürlerine yönelik araştırmaların, arkeolojik çalışmaların büyük ölçüde yabancı bilim adamları tarafından yapılmış olması ve halen en önemli kazıların finansmanının yabancılarca sağlanması bunun kanıtıdır) bundandır. Çünkü Türkiye’nin egemenleri, Anadolu’nun “gerçek tarihini” kendileri ile başlatmış, onun binlerce yıllık kütür hazinesinden bir sentez yaratmak, o değerleri özümsemek yerine onlara karşı ve o kültürlere rağmen “saf Müslüman ve Türk olarak kalmaya” çalıştıkları için bugün bile Anadolu’yu benimsemiş değillerdir. Bırakalım siyasileri, arkeolojiyle ilgilenen kütür adamları, aydınlar, hümanist, laik olduklarını öne sürenler bile hâlâ Anadolu ve Yunan Kültürü karşıtlığı üstünden aralarında bölünmektedirler. Ya da siyasilerin sürekli bir bölünme sendromu içinde olmaları, Anadolu’nun eski halklarının Türkiye’yi böleceği kabusu ile yatıp kalkmalarının derinlerinde bu kültür ve tarih inkarı; Anadolu’ya derin kökler salamamış olma (Anadolu’daki eski kültürlerle birleşememeleri) sancısı vardır.(*)
Türkiye’nin egemenlerinin bu topraklarda yaşamış ve yaşayan halklarla kardeşleşme yerine onları yok etmeye çalışmasının; Hitit, Sümer, Ermeni tehcirinin, Yunanistan’la Rum ve Türk kökenli halkın mübadelesinin, Kürtlere yönelik sürgünlerin, asimilasyon politikalarının; bugün çığırından çıkarılmış milliyetçilikle Allianoi’nin, Hasankeyf’in, Zeugma’nın su altında bırakılması arasında hiç de uzak olmayın ilişkiler vardır.

Allianoi, Kazdağı, Hasankeyf, Munzur...ve diğerleri
Allianoi’nin bulunduğu yer, son çeyrek yüzyıl içinde altın tekellerine karşı 15 yılı aşkın bir süre doğayı, topraklarını savunma mücadelesi veren Bergama köylerinden sadece 20 kilometre uzaklıktadır. Yine Allianoi, Kazdağı’nı altın firmalarına karşı korumak için harekete geçmeye hazırlanan Kazdağı bölgesinin toprakları içindedir. Ama altın tekellerine karşı, onların arkasındaki hükümete karşı; dünyaya örnek olacak bir mücadele veren bölge halkı, Allianoi için aynı duyarlılığı göstermemektedir. Çünkü onlar Allianoi’nin yok edilmesini, topraklarının zehirlenmesi kadar hayatlarına kasteden bir tehdit olarak görmemekte; belki de topraklarını sulayacak bir baraj yapılıyor olmasını desteklemektedirler. Elbette burada, en başta Allianoi’yi kendi kültürleri, kendi tarihsel varlıkları olarak görmeyen bir milliyetçi baskı altında olmalarından dolayı böyle davranmaktadırlar.

Kendi tarihiyle barışık halkların kardeşleştiği bir Türkiye
Dolayısıyla Allianoi’nin savunulması, aynı zamanda doğanın savunulmasıdır; Türkiye’nin ve bugün Anadolu’da yaşayan her milliyetten; her din ve mezhepten halkların tarihi olduğu gerçeğini gösterdiğimiz ölçüde, yurtseverliğin sadece bir etnik grubun, sadece doğanın sevilmesinin ötesinde; tarihin ve halkların, kültürlerin kardeşleşmesinin savunulması olduğu bilinci geliştirilecektir.
Bugün Hasankeyf’i, Zeugma’yı, Allianoi’yi savunmak; Kazdağı’nı, Munzur’u, Fırıtna Vadisi’ni, Sinop’u, Akkuyu’yu savunmaktır. Türkiye’nin halklarının kardeşliğini savunmaktır. Bunu böyle anlayamazsak; Allianoi’yi, Zeugma’yı Hasankeyfi’i savunamazsak, Kazdağı’nı da savunamayız, Fırtına Vadisi’ni de... Dahası böyle bir tarih-toplum sentezini savunmazsak, ırkçı-şoven baskıyı geri püskürtemeyiz; ülkenin birliğini, bütünlüğünü, halkların kardeş olmasını da savunamayız.

(*) Türkiye’de 50-60 bin dolayında Ermeni vardır ama egemen güçler, ‘Kars’ta, Ağrı’da, Erzurum’da, bir Ermenistan kurulmak isteniyor’ diye politikalar oluşturmaktadır. Resmen birkaç köy dışında Rumun bulunmadığı Trabzon’da ‘Yarın bir Pontus devleti kurulacak’ diye çeteler kurulmaktadır. Beş-on bin Rumun bırakılmadığı İstanbul ve İzmir’de Yunanlıların gözü olduğundan şüphe duyulmamaktadır. Ya da Kürtler, “hayır” deseler de ‘Varlıkları, dilleri, kültürleri kabul edilirse bunlar Türkiye’yi böler’ diye uygulanan acımasız asimilasyon ve baskılar meşru gösterilmektedir. Çünkü Türkiye’nin egemenleri Anadolu’yu fethetmişlerdir ama onu yurt olarak benimsemeyi başaramamışlar; Anadolu’nun yerleşik bir halkı olduklarına kendilerini inandıramamışlardır. Onun için de hep, eski halkların bu yeni sahibi bir gün başından atacağı korkusuyla yaşamaktadırlar.
İhsan Çaralan

Evrensel'i Takip Et