17 Şubat 2008 00:00
GÖZLEM
Kapitalizmi kendisinden önceki tüm sömürü biçimlerinden ayıran nokta, emek gücünün alım ve satımının işçiler ile kapitalistler arasındaki özgür anlaşmaya bağlı olmasıdır.
Bu durum, aslında emeğin sömürüsünde ciddi bir değişimi ifade eder. Ancak sonuçları açısından baktığımızda, o zaman ilerleme olarak görülen bu durumun günümüzde pek bir anlam taşımadığı görülebilir.
Ortaçağ karanlığından çıkışın yolunu açan burjuva devrimler, emek sömürüsünü geçmişin zorunluluklarından kurtarmakla birlikte, toplumsal yapıyı tamamen, kendine özgü yeni zorunluluklara hapsederek, kapitalist sömürü ilişkileri üzerinden yeniden kurdu. Eşitlik ve emeğin özgürleşmesi söylemleri ise, gerçek hayatta kapitalist düzenin çelişkileri içinde tüm anlamını yitirdi.
19. yüzyıldan itibaren sınıf mücadeleleri, işçi sınıfının kapitalist sömürüye karşı, insanca yaşam mücadelesi olarak gelişti.
Çalışma saatlerinin azaltılması, kadın ve çocuk emeğinin acımasızca sömürülmesine son verilmesi, sigorta hakkı gibi en temel insani talepler, dönemin öncelikli talepleri ve mücadele başlıklarıydı.
Çalışma koşullarının düzenlenmesinden ücretlerin yükseltilmesine, kadın ve çocuk emeğinin sömürülmesinden, herkese iş ve iş güvenceli çalışma hakkına kadar bütün talepler, yıllarca işçi sınıfının mücadele ettiği, uğruna ağır bedeller ödediği talepler olarak varlığını sürdürüyor.
Yürütülen sınıf mücadelesi sonucunda çalışma saatlerinin düşürülmesi, önce işçilerin, sonra ailelerinin sigorta hakkını kazanması sağlandı.
Kapitalistler, sınıf mücadelesinin keskinleşmesiyle birlikte 20. yüzyılın başlarından itibaren emeğin korunmasına yönelik uygulamaları birer birer yasa haline getirmek zorunda kaldılar. Ama tüm kazanımlara rağmen, verilen mücadelelerin kapitalist sömürüyü sınırlandırmaktan öteye gitmemesi, sömürüyü tamamen ortadan kaldırmaya yönelmemesi, yaşanan sorunların biçim değiştirerek devam etmesine neden oldu.
Yasalara bakarsanız işçiler kendilerini ucuza çalıştıran patronların yanında çalışmak zorunda değiller. İşçiler, emek gücünü kendisine en iyi ücreti verene özgürce satabilirler. Ancak emek güçlerini ne kadar pahalıya satmak isteseler de pazarda, işgücü piyasasında alıcı bulamazlar. Çünkü yaşamaları, ailelerine bakmaları için çalışmak zorunda olduklarından patronların teklif ettiği düşük ücretlere razı olmak zorundalar. Sermaye ile özgür emek arasında her ne kadar hukuksal eşitlik olduğu iddia edilse de, gerçekte öyle bir durumun olmadığını yaşam pratikleri içinde gözlemek hiç de zor değil.
Sermayenin sürekli büyüme ve genişleme hırsı ile egemen toplumsal düzenin tüm yönlerinin yeniden üretimi arasındaki çelişkiler giderek artıyor. Örneğin iş kazası olarak adlandırılan cinayetler kolaylıkla önlenilebilir olduğu halde, patronlara ciddi maliyet yüklediğinden gerekli tedbirler alınmıyor. Ancak tek neden yüksek maliyet değil. Patronların, işçilerin bugününden ve yarınlarından emin olmalarını istememeleri.
Çünkü işçiler ne kadar güvencesiz, korku ve kaygı içinde çalışırlarsa, o kadar uysallaşıp, her şeye boyun eğen, canını verme pahasına tehlikeli işlerde çalışan ve hakkını aramak için örgütlenmekten uzak duran birer köle olarak kullanılabilirler.
İş kazaları gibi sonuçlar, kuşkusuz yaşanan sorunların sadece görünen, öne çıkan acı yönleri. Burada asıl önemli sorun, işçilerin kimi zaman canı pahasına, ama çoğunlukla çalışmak ya da işini korumak kaygısıyla, sürekli bir işkence haline gelen zorunlulukların oluşturduğu zincirin bir parçası haline gelmesi ya da getirilmesi.
Tüm sınıflı toplumlarda olduğu gibi, günümüzde işçi ve emekçi sınıflar, bizzat kapitalizm tarafından biçimlendirilmiş zorunlulukların kölesi haline getirilmiş durumda. Milyonlarca işçi kapitalizmin ezici yasalarının baskısı altında çalışıyor ve başarabilirse hayatta kalma mücadelesi veriyor.
İnsanları yabancılaştıran, emeği tutsaklaştıran toplumsal koşulların yerini, sermayenin değil emeğin denetimi altındaki toplumsal koşulların alması sağlanmadıkça ne emeğin özgürleşmesi, ne de hayatın gerçek tadında yaşanması mümkün görünmüyor.
Erkan Aydoğanoğlu
Evrensel'i Takip Et